Sağlık Bakanlığı’nın pandemi sürecinin başlamasından dokuz ay sonra bir anda günlük vaka sayısını 30 binler civarında açıklaması kafaları iyice karıştırdı. Uzun bir süredir toplumun, salgınla ilgili bilgilerin şeffaf bir şekilde paylaşılmadığı şeklindeki kanaati, bu vesileyle bir bakıma teyit edilmiş oldu. Bu yeni durum aynı zamanda açıklanan rakamın da ne kadar şeffaf olduğu konusunda soru işaretlerini beraberinde getirdi.
Oysa pandeminin
başladığı ilk günlerde özellikle Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın olağanüstü
gayretleri toplumun farklı kesimlerinin takdirini toplamış ve bir güven havası
oluşmuştu. Ancak sonrasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bütün
yetkileri merkezde toplayan ‘tekçi’ tabiatı gereği, sürecin kontrolü
bakanın inisiyatifi dışına çıktı ve sonuç şeffaflığa veda etmek oldu...
Ne yazık ki bugün
itibariyle salgını en kötü yöneten ülkeler arasında yer almış bulunuyoruz.
Covid-19 rakamlarını şeffaf bir şekilde veremedik, yaz aylarında insanların
plajlara akın etmelerini teşvik ettik, Ayasofya’nın açılışında, mitinglerde
binlerce insanı toplayarak adeta coronaya davetiye çıkardık. Daha da vahim
olanı belediyeleri, sivil toplum kuruluşlarını itip-kakarak salgınla mücadeleye
dahil edemedik.
Maalesef Türkiye
her şeyin tek merkezde toplandığı yeni rejimle birlikte en değerli varlığı olan
kurumsal hafızasını kaybetti. Artık ekonomiden dış politikaya, eğitimden
sağlığa kadar hiçbir kurumumuz güvenilirlik kriterine sahip değil. Bakanlar
bakan gibi davranamıyor, Merkez Bankası bağımsızlığını yitirdiği için güven
vermiyor, Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri üzerinde güvensizlik perdesi
var.
Şeffaflık kriteri
bir kere kaybolmaya görsün... Ne açıklanan enflasyon açıklamaları, ne işsizlik
oranları, ne de salgın rakamları kimse için inandırıcı olmadığı gibi, itibar
katsayımızın Afrika ülkelerinin bile gerisine düşmesine engel olamayacaktır.
Her şeyin tek elde
toplandığı günden bu yana ülkenin bütün kurumları çöküş halinde. Her ne kadar
kağıt üzerinde pembe tablolar çizilse de, çıplak gözle baktığımızda bile hiçbir
alanda iyileşmenin olmadığını görmek mümkün. Aslında bu
sistemle Türkiye’nin yönetilemeyeceği başından belliydi, nitekim ülkenin
milyarlarca doları harcanmasına rağmen, ekonomik çaresizlik kapıya dayandığında
anlaşıldı ki bu sistemle Türkiye’nin dertlerine çare üretmek mümkün değil.
Kim ne kadar övüp
kutsallaştırırsa kutsallaştırsın liyakatin itibar görmediği, şeffaflığın engel
olarak görüldüğü böyle bir sistemle gerek içeride, gerekse dış dünyada itibar
kaybetmeye devam etmemiz kaçınılmazdır.
Devlette
şeffaflığın olmayışının ülkeye neler kaybettirdiğini anlayabilmek için, şu
günlerde bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından başlatılan “hukuk reformu”
tartışmalarının neden toplumda ciddi bir heyecan yaratmadığını iyi analiz etmek
gerekiyor.
Peki neden?
Çünkü insanlar bu
reform vaadinin, hukuk, özgürlük, adalet açığını kapatmaktan çok, ekonomik
zaruret dolayısıyla gündeme taşındığına inanıyor. Daha da önemlisi toplum
iktidarın gerçek anlamda reforma inandığına inanmıyor. Çünkü hiçbir şey
şeffaflık içinde yürütülmüyor ve her şeyin üzerine bir gizlilik perdesi
örtülüyor.
Mesela en son
örnek, Türkiye Varlık Fonu ve Katar Yatırım Otoritesi arasında yapılan anlaşma
ile Borsa İstanbul’un yüzde 10’u Katarlılara devrediliyor, ancak bu yüzde
10’luk hissenin ne kadara satıldığı ise kamuoyu ile paylaşılmıyor. Çünkü artık yeni
sistemde demokrasinin en temele değeri olan ‘denge-denetleme’ prensibine veda
etmiş bulunuyoruz. Eğer Varlık Fonu denetim dışına çıkarılmasaydı, Sayıştay bu
kurumları denetleyebilir, böylece herkes borsanın kime ve kaça satıldığını
öğrenmiş olurdu.
Bilelim ki eğer
ekonomiden hukuka kadar her alanda işlerimizi şeffaflıkla değil, herkeslerden
gizleyerek yapmaya devam edersek, iyi işler yapsak bile kimseyi inandıramayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.