Türkiye epey bir süredir ifade ve basın özgürlüğü dahil, insan hakları ve yargısal anlamda ciddi problemler yaşıyor. Son dört yıldır hukukun üstünlüğü ve demokrasi çerçevesinde gözlemlenen aşınmaya paralel olarak, özgürlükler konusunda giderek derinleşen dramatik bir kriz yaşanıyor.
Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi
ile birlikte yargı üzerindeki siyasi etkiler ve yürütmenin kontrolü,
mahkemelerin sistematik olarak tartışmalı iddianamelerle muhalif gazeteciler,
siyasetçiler, aktivistler ve insan hakları savunucuları hakkında ikna edici
kanıtlar bulunmamasına rağmen mahkumiyet ve tutukluluk kararları vermeleri,
maalesef Türkiye’nin yargı karnesini zaafa uğratmaktadır.
Türkiye’nin demokratik görünürlüğünü
anlamak için evrensel ölçekteki değerlendirmelere bakmakta yarar var.
The Economist’in 2019 Demokrasi Endeksi
Raporu’na göre Türkiye 167 ülke arasında 110. Sıraya gerilemiş bulunuyor.
Demokrasi puanımız ise 4,37’den 4,09’a geriledi. Bu sıralamada 8 ila 10 puan
alan ülkeler ‘tam demokrasi’, 6 ila 8 puan arasındaki ülkeler ‘kusurlu
demokrasi’, 4 ila 6 puan arasındakiler ‘hibrid (melez) demokrasi’ ve 4 puan
altındakiler ise ‘otoriter rejimle’ yönetilen ülkeler olarak değerlendirildi.
110. sıradaki Türkiye 4,09 puanla ‘hibrid
demokrasi’ (melez demokrasi) ile yönetilen ülkeler içinde yer alıyor. Ne yazık
ki bu sıralama ile Nijerya, Uganda, Zambiya, Lübnan, Sri Lanka gibi ülkelerin
gerisindeyiz.
180 ülkenin değerlendirildiği Uluslararası
Şeffaflık Örgütü’nün 2019 yılı Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre de Türkiye, 2
puan kaybederek (2018’de 78nci sırada ) 91’inci sıraya düşmüş durumda. Aynı
şekilde Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Dünya Basın Özgürlüğü
Endeksi’nde de 180 ülke arasında 154. sırada yer alıyor.
Demokrasi, özgürlükler, insan hakları ve
hukuk devleti alanındaki görüntümüz böyle ve bu tablo bize yakışmıyor. Esas
itibariyle uluslararası insan hakları kuruluşlarının raporlarına bile gerek
duymadan, Türkiye’de yaşanan hukuksuzlukları, insan hakları ihlallerini ve
özgürlükler üzerindeki baskıları biz kendimiz de görebiliriz.
Şimdi Amerika’da Biden’ın başkan
seçilmesiyle birlikte, özellikle ikili ilişkiler ekseninde Türkiye’nin hukuki
görünürlüğünün çok daha önemli hale geldiği bir döneme giriyoruz. Biden’in
seçim sonrası yaptığı açıklamalardan da anladığımız kadarıyla Türkiye, yeni
dönemde demokrasi algısı yüksek bir Amerikan yönetimiyle ilişkilerini sürdürmek
durumunda.
Hemen hatırlatmakta yarar var; bu ilişki
Trump döneminde olduğu gibi ahbap-çavuş ilişkisi biçiminde asla olmayacaktır.
Yani “Ey Amerika, ey Trump” günleri geride kaldı... Daha açık ifade etmek
gerekirse, Biden yönetimi ile Türkiye ilişkilerini belirleyen temel kriter
demokratik değerler ve hukuk ilkeleri olacaktır. Bilelim ki ne kadar güçlü bir
hukuk devletine sahipsek, yargı, özgürlükler ve insan hakları karnemiz ne kadar
parlaksa elimiz de o kadar güçlü olacak.
Kuşkusuz Türkiye’nin Biden yönetimi ile
kurumsal anlamda ilişkilerini daha rasyonel bir eksende sürdürmesi mümkün. Eğer
Trump döneminin tahribatı tamir edilip ilişkiler daha rasyonel ve kurumsal bir
zemine oturtulabilirse, Türk ekonomisi de bundan olumlu etkilenecektir.
Ancak yeni dönemde Türkiye’nin özellikle
evrensel hukuk normları anlamında ciddi bir adım atması gerekiyor. Bu yüzden de
yarın “Kimse bize ne yapacağımızı söyleyemez, hukuki kriter hatırlatması
yapamaz” gibi bahaneler üretmek zorunda kalmamak için, şimdiden kimse bize bir
şey söylemeden yargı karnemizi iyileştirmek durumundayız.
Mesela bunun için öncelikle, artık sembol
davalar haline gelen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de derhal serbest
bırakılmasını istediği Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş gibi isimlerin
tutuklulukları konusunda hukuki çözümler üretmeliyiz.
Unutmayalım ki hukuk ve özgürlükler
konusunda yapacağımız iyileştirmeler başkalarının değil, bizim insanımızın
mutluluğu içindir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.