Porf. Dr. İbrahim Turhan, ekonomi konusunda Taha Akyol’un sorularını cevapladı.
Merkez Bankası’nın (PPK) faiz
artırımını nasıl buldunuz? TCMB’nin bu kararı beklenen reformun bir başlangıcı
mı, değil mi?
Üç açıdan olumlu, bir açıdan olumsuz
buldum. Olumlu olduğunu düşündüğüm yönlerden birincisi Merkez
Bankası’nın piyasada oluşan beklentiye uygun hareket etmiş olması. 1990’lardan
önce merkez bankalarının esrarengiz olması, hatta zaman zaman sürpriz yapmaları
iyi bir şey gibi görülürdü. Oysa daha sonra çok sayıda araştırma ve gözleme
dayanan bulgular gösterdi ki para politikasının etkinliğini artıran en önemli
unsur öngörülebilir olması. Aslında bu durum, ekonomi politikalarının geneli
için geçerli. Bireyler ve firmalar, ekonomi yönetiminin niyeti, izleyeceği yol,
kullanacağı yöntem ile ilgili ne kadar çok bilgiye sahip olursa alınacak kararların
maliyeti de o denli düşük olabiliyor. Karar bu bakımdan olumlu.
İkinci olumlu yönü;
ekonomi yönetiminde olgusal gerçekle, iktisat biliminin genel kabul gören,
kanıtlanmış önermeleriyle ve en önemlisi akılla, makul olanla buluşmayı
simgeliyor olması. Aslına bakarsanız bu benim “iflah olmaz iyimserliğim”in
sonucu abartılı bir yorum da olabilir ama böyle düşünüyorum. Genel olarak
yönetim, özelde de ekonomi yönetimi rasyonel davranmayı gerektirir. Bir süredir
bu, ciddi eksikliğini çektiğimiz bir unsurdu.
Kalıcı olup olmadığını zaman gösterecek.
Hep birlikte izleyeceğiz.
Üçüncü olumlu yönü, para
politikasında sadeleşmenin sağlanmış olması. Politika faizi ilan edip sonra o
faizden piyasaya hiç para vermeme garabetine son verilmiş oldu. Politikanın anlaşılabilirliği
arttı.
Olumsuz gördüğüm yönü ise toplantının
arkasından yapılan duyuru metninde bunun tek seferlik bir hamle gibi
görülmesine yol açabilecek tereddütlü ifadelerin olması ve bu artışın siyasal
otoritenin izni ile yapıldığı izlenimi oluşması.
ACI REÇETE NE DEMEK?
Şimdi ‘acı ilaç’ zamanı? Buraya
nasıl geldik?
Az önce ifade ettiğim gibi; olgusal-nesnel
gerçekliği inkar edip zihinlerde oluşturulan komplocu kurgulara itibar ederek,
akla ve bilime sırt çevirip dogmalara dayalı politika tercihlerinde bulunarak,
kurala göre değil duruma göre politika izleyerek, kurumsal yönetişimden ve
hatta kurumsallıktan koparak geldik buraya.
Acı reçeteye gelince, sorun Türkiye’nin
kronikleşmiş tasarruf açığından kaynaklanıyor. Toplumun refah düzeyini artırmak,
işgücüne katılanlara istihdam olanağı sağlamak için ulaşmamız gereken büyüme
gayrisafi yurt içi hasılanın en az yüzde 30’u kadar, hatta biraz üzerinde
yatırım yapmamızı gerektiriyor. Oysa biz gelirimizin yüzde 60’ını özel tüketim,
yüzde 15’ini devletin cari harcamaları yoluyla tüketiyoruz. Tasarruf için kalan
miktar yüzde 25, oysa yatırım için gereken yüzde 30. Tasarrufları artırmak,
tüketimin azaltılması anlamına geliyor. Buna da “acı reçete” diyoruz.
Oysa girişimci dostu bir iş ortamı,
yatırımcı dostu bir yatırım ortamı oluşturulursa, öngörülebilirlik, istikrar ve
güven sağlanabilirse bugünkü ortamda küresel sermayeyi çok uygun koşullarla
çekmek ve bu kaynaktan yararlanmak mümkün. Türkiye’nin büyüme potansiyeli
dolayısıyla sermaye getirisi yüksek olduğu için hem gelen yabancı sermayenin
makul bir kazanç sağlaması hem ekonominin sürdürülebilir yüksek büyümeye
ulaşması mümkün olabilir. Geliriniz belli bir düzeyin üzerine çıktığında ise
zaten yurt içi tasarruflarınız da artar ve sorun çözülmüş olur. Bunun için ise
bazı yapısal reformlara gereksinim vardır. 2014-2018 Dönemini kapsayan Onuncu
Kalkınma Planı bu çerçevede yapılması gerekenleri son derece iyi biçimde ortaya
koyan bir belgeydi ama ne yazık ki uygulanma olanağı bulamadı.
KAYIP 306 MİLYAR DOLAR
Rakamsal maliyeti ne? Ekonomi
nereye kadar çıkmıştı, şimdi nereye inmiş durumdayız?
2013 yılında Türkiye’nin küresel ekonomi
içindeki payı, yani Türkiye’nin GSYİH’nın dünyadaki toplam üretime oranı, bir
başka deyişle küresel refah üzerindeki hak iddiamız yüzde 1,23’tü. Bu yıl bunun
yüzde 0,84’ün de altına düşeceği görülüyor. Bir başka deyişle Hükümet
Türkiye’nin küresel ekonomideki payını 2013 yılında yine Sn. Erdoğan’ın
liderliğinde sağlanan düzeyde korumayı başarabilmiş olsaydı milli gelirimiz bu
yıl tam 330 milyar dolar fazla olabilirdi. Bu hesaba göre ekonomi yönetimindeki
irrasyonelliğin sadece bu yılki maliyeti kişi başına 3.930 dolar olmuştur.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine
geçmeden önceki son yıl olan 2017’de Türkiye’nin GSYİH’sı 852,7 milyar dolardı.
Sonrasında ise 2018 yılında 789 milyar dolar, 2019 yılında 761 milyar dolar, bu
yıl da 702 milyar dolar olması bekleniyor. Ekonomi yönetimi milli geliri sadece
göreve gelmeden önceki seviyesinde sabit tutmayı başarabilseydi, başka bir
deyişle Türkiye’yi bırakın büyütmeyi ya da küresel ekonomideki payını korumayı,
sadece reel olarak küçültmeseydi, akıl almaz uygulamalarla Türk lirasını
itibarsızlaştırmasaydı, üç yılda 306 milyar dolar ya da kişi başına 3.643 dolar
daha fazla gelirimiz olacaktı.
Hangisini tercih ederseniz…
KİM DAHA FAİZCİ?
Faiz meselesi ne durumdaydı, şimdi
ne durumda?
Bu soruya bütçeden yapılan faiz
harcamalarının vergi gelirlerine oranına bakarak en sağlıklı cevabı
verebiliriz. 2011 yılında bu oran yüzde 17 idi. Beş yıl sonra 2016’da yüzde
11’e geriledi. Her iki dönemde de Maliye Bakanı, daha sonra “faizci” diye
eleştirilecek olan Sn. Mehmet Şimşek’ti. Hükümetin açıkladığı Yeni Ekonomi
Programı’na göre 2021 yılında yüzde 19,6 olması öngörülüyor. Bu durumda kim
daha “faizci”?
60 MİLYAR DOLAR LAZIM
Türkiye’nin ne kadar dış kaynağa
ihtiyacı var? Nasıl bulunacak?
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu büyümeyi
sağlamak için, cari açık olursa onun finansmanı için ve vadesi gelen dış
borçların yenilenmesi ya da ödenmesi için bir kaynağa ihtiyacı var. Bu nispeten
daha kolay. Ama onun ötesinde swaplar da dâhil edildiğinde eksi bakiyeye
düştüğünü artık herkesin gördüğü Merkez Bankası resmi döviz rezervlerimizin
yeniden oluşturulması için de yabancı sermaye girişi olması gerekiyor. Böylece
yurt içi yerleşikler de birikimlerini döviz olarak tutmaktan vazgeçip TL’ye
dönebilir ve sorunumuz hafifleyebilir. Bir de çok fazla dillendirilmeyen,
bankacılık sektöründe son iki yıldır sürekli düzenlemelerle oynayarak ya da
telefonla direktif vererek üstü örtülen sorunlu alacaklar var. Bankaların
yeniden sağlıklı biçimde işleyebilmesi, reel sektöre finansman sağlayabilmesi
için bunların temizlenmesi gerekiyor. Bunun için de kaynağa ihtiyaç var. Son
olarak, son iki yılda kaybettiğimiz itibara yeniden kavuşup küresel
piyasalardan uygun koşullarla yeniden finansman bulabilmek için, güven sağlamak
için de kaynak gerekiyor.
Dolayısıyla burada teknik bir toplamdan
değil benim kişisel tecrübelerime ve sezgilerime dayanarak yaptığım hesabı
söylemem gerekirse ihtiyaç duyulan toplam kaynak 60 milyar dolardan az değil.
Bugünkü koşullarda bunun sadece piyasadan sağlanması da kolay değil.
RASYONELLEŞME ÖN ŞART
Türkiye’yi düze çıkaracak bir
reform paketinde satır başları neler olmalı?
Daha önce de ifade ettiğim gibi
rasyonelleşmek önşart. Nesnel gerçekliği, olguları kabul etmek rasyonelleşmenin
ilk adımıdır. Toplumun bütün kesimleri ekonomideki kriz ortamını bizzat
yaşarken bu gerçeği inkâr etmek, yönetime olan güveni sarsmaktan başka bir şeye
yaramaz. Yaşanan ekonomik krizi, varlığını inkâr ederek yönetemezsiniz. Ekonomi
politikalarıyla ilgili kararların gerçeklikten uzak, piyasanın uygulamalarına
ve ekonomi biliminin yasalarına aykırı biçimde alındığı, uygulamalarda keyfî ve
siyasetteki yandaşları kayıran biçimde davranıldığı kanısı yayılmışsa güven
kalmaz. Güven sağlanmadan da en iyi reform programı bile uygulanabilir olmaktan
çıkar.
Bir diğer unsur kuşkusuz hukuk. Hukukun
üstünlüğü hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde sağlanmalıdır. Rekabetçi
bir ekonomi ve girişimci dostu bir yatırım ortamı ancak öngörülebilirliğin
sağlandığı, kuralların herkese eşit uygulandığı ve mülkiyet hakkının güvence
altına alındığı bir ortamda kurulabilir. Bu ise yargının tarafsız, bağımsız,
hızlı, etkin ve hepsinden önemlisi evrensel hukuka uygun işlediği hukuk
devletinde mümkündür. Hukuk devleti; demokratikleşme, evrensel insan hakları,
düşünce ve ifade özgürlüğü, hukuki belirlilik, öngörülebilirlik, mülkiyet
hakkı, adil yargılanma hakkı gibi haklar ile somut bir hal alır.
Hukuk devleti ilkesi sözlerle ve
temennilerle değil somut eylemlerle kanıtlanmalıdır. Bu noktada demokrasi-ekonomi
ilişkisine de değinmem gerek. Verimlilik artışı sağlamamız gerekiyor. Enflasyon
ya da dış açık olmadan kalkınmayı ve refah artışını mümkün kılan unsur
yenilikçilik (İngilizcesiyle inovasyon). Hem yenilikçilik hem de ekonomik
kaynakların bütün toplumun yararına uygun biçimde dağıtılmasını sağlayan
altyapı etkin piyasanın işlemesidir.
Bu ise bu kapsayıcı kurumların varlığına
bağlıdır. Kapsayıcı kurumlar, ancak bütün bireylerin temel haklardan ve
özgürlüklerden yararlanabildiği, hukukun üstünlüğü ilkesinin egemen olduğu,
demokratik ve çoğulcu siyasal düzenlerde oluşabilir. Demokrasiyi sadece bir
siyasal sistem olarak görmek çağımızın gerekleriyle bağdaşmaz. Demokrasi ancak
ekonomik ve sosyal alanlarda fırsat eşitliğini de sağlayan özgürlükçü, adil ve
kapsayıcı bir toplumsal düzeni içerecek biçimde tanımlandığında gerçek anlamına
kavuşur.
KURALA DAYALI POLİTİKA
Kurala dayalı bir politika çerçevesinin
benimsenmesi bir diğer başlığımız. Son iki yıldır neredeyse standart uygulama
haline gelen devletin ekonomiye keyfî biçimde müdahale etmesine son verilmesi
şart. Mülkiyet hakkını kısıtlayan, sözleşme serbestisini ve girişim özgürlüğünü
zedeleyen kararlar da derhal iptal edilmeli. “Duruma göre ve kişiye göre”
politikalara son verilmeli, kurala dayalı ekonomi politikası uygulanmalı.
Bir diğer reform başlığımız devletin rolü
ve işlevi. Piyasa ekonomisinde devlet ancak nesnel ve genel kurallar koyarak ve
bu kurallara uygunluğu denetleyerek ekonomiyi yönlendirir. Oyunun ortasında
kural değiştirilmez. Denetimin bağımsız, tarafsız ve nesnel ilkelere bağlı ve
öngörülebilir olması, asla baskı aracı ve tehdit unsuru olarak kullanılmaması
sağlanmalı.
Son 3 yılda biliyorsunuz piyasa
ekonomisine ve açıklığa aykırı birçok yanlış karar alındı. Oysa açık toplumlar
açık piyasalara gereksinim duyar. Mevcut düzenlemeler tümüyle gözden
geçirilerek serbest piyasanın işleyişine, sermaye hareketlerinin serbestisine
ve uluslararası yatırımlara engel olan mantıksız sınırlamalar kaldırılmalı.
Serbest kambiyo rejimi ve TL’nin konvertibilitesine ilişkin güçlü güvence
verilmeli.
Bağımsız kamu otoritelerinde ciddi bir
kurumsal aşınma yaşandı ne yazık ki. Bu kurumların yönetimleri ehliyete ve
liyakate dayalı, nesnel ölçütlerle belirlenmeli, TCMB, BDDK ve SPK gibi
kurumların bağımsızlığı yeniden sağlanmalı. Bu alanlarda genel kabul görmüş
yönetişim uygulamaları ve uluslararası standartlar benimsenmeli.
Yasal düzenlemelerle ve devlet müdahalesi
yoluyla yoktan ekonomik servet ve refah yaratılmasına son verilmeli, geçmişte
bu yolla yaratılan servetin hesabı sorulmalıdır.
Kamu kaynakları yani halktan toplanan
vergiler verimsiz, akıl dışı, gösteriş amaçlı ve ego tatminine yönelik
harcamalarla israf edilmemelidir.
Kamu gücü veya kaynağı kullanan ve kamu
imtiyazlarından yararlanan her kişinin ve kurumun bütün paydaşlara adaletle
davranması, eylemlerinde ve işlemlerinde şeffaf olması, hesap vermekle yükümlü
olması, çevreye ve topluma karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmesi yasal
zorunluluk haline getirilmelidir.
ŞEFFAFLIK VE DENETİM
Kamu kaynaklarının nerelere ve nasıl
harcanacağı şeffaflık ve hesap verme sorumluluğu çerçevesinde kamuoyunun
denetimine açılmalıdır. Bütçe hazırlama, onaylama ve uygulama süreçlerine
katılım sağlanmalıdır. Denetim dışı “paralel bütçe” uygulamaları sona
erdirilmelidir.
Bilanço dışı koşullu yükümlülükler
oluşturan kamu-özel işbirliği yatırımları ve verilen diğer Hazine garantileri
şeffaf bir şekilde takip edilmeli ve kamuoyuna raporlanmalıdır. Sayıştay
raporları ve İdarenin bunlara cevapları zamanında ve tam olarak TBMM’ye
sunulmalı ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır.
PARLAMENTER SİSTEM
İlk on yılında ciddi reformlar
yapmış olan bu iktidar şimdi ciddi reformlar yapar mı?
Bence bu yapı içinde ne yazık ki mümkün
değil. Ancak, bütün gücün tek merkezde toplanmasına, kararların tek bir
makamdan alınmasına yol açan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yanlışından
gecikmeden dönülürse reform yapılabilir. İnsan haklarına dayalı, demokratik
hukuk devleti, Türkiye’de güçlendirilmiş parlamenter sistemle sağlanabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.