Elbette din, birey ve toplum olarak insan içindir. Din adalet ve hakkaniyetin, sulh ve sükûnun, güvenlik ve huzurun, terbiye ve nezaketin, kısa ahlakın hâkim olduğu bir insanlık hayatı ister ve bunun için ilkeler koyar. Ama sadece ister ve ilkeler koyar; bunları garanti etmez. Bunları garanti edecek olan, birey ve toplum olarak insanın kendisi, Kur’an’ın tabiriyle onun “amel-i sâlih”idir.
Tıpkı tevekkül ve
dua gibi. Din bizim Allah’a tevekkül etmemizi, dua etmemizi ister. Ama sırf
bunlarla rızkımızın geleceğini, felâketlerden kurtulacağımızı garanti etmez.
Allah’a olan inancımızı ve gönül bağımızı tevekkül ve dua ile gösteririz;
rızkımızı ve felâketlerden korunmamızı da Allah’ın doğal dünyada kurduğu
yasalara göre iş yapmakla sağlarız.
Bunun gibi
toplumsal hayatta da ne kadar iyi düzenlenmiş olursa olsun, uygulayıcısından
bağımsız olarak kendiliğinden işleyen adalet, hukuk ve ahlak ilkeleri yoktur.
Kâğıt üzerinde çok iyi ve ileri hukuk düzenlemeleriniz, yasalarınız olabilir.
Tecrübeli siyasetçi ve hukukçu Cemil Çiçek Bey de geçenlerde bir gazeteci
dostumuza “Kanunda ne eksik?” demiş, çok da doğru söylemişti. Çünkü
eksiklik kanunda değil bizde; siyasetçilerimizle, kurumlarımızla,
vatandaşlarımızla bizde… Asıl sorun kanunların eksik olmasıyla ilgili değil. Keşke
öyle olsaydı! Yoksa Tanzimat’tan beri bir sürü hukuk reformu yapar mıydık?
Kanunda eksik bulunsa bile, zihinde ve ahlakta fazla eksiği olmayan toplumlar
eksiği tamamlar, tamamlıyorlar da. Bu bakımdan Cemil Çiçek Bey’in “Bize
topyekûn bir tevbe-i nasûh lazım. Reform kelimesi çok aşındı, kimse bir şey
beklemesin” sözü meselenin özünü işaret ediyor.
Bir Kur’an tabiri
olan “tevbe-i nasûh”un ifade ettiği “dürüst, içten, kararlı, kalıcı
ve toptan bir ahlâkî arınma” olmadan ne kâğıt üstündeki YASALAR ne yine
bugünlerde çok konuştuğumuz “HUKUK REFORMU” ne de her zaman çok
konuştuğumuz kitaplardaki ve kafamızdaki DİN bizi gerçek bir adalet ve hukuk
toplumu yapar. Zaten başka birçok sorunumuz gibi –belki hepsinin en önemlisi
olan- hukuk ve adalet sorunumuz da böyle bir toplumsal ahlâkî arınma ve aksiyon
olmadan reformlarla çözülecek olsaydı, şimdiye kadarki onca reformlarımızla
dünyada en ileri hukuk devletlerinden biri olurduk. Adalet ve hukuk sorunu, bu
kadar çok din konuşmakla çözülseydi, görünüşte dinle yatıp dinle kalkan
Müslüman toplumlar bugünkü utanç verini durumlara düşmezlerdi.
***
Adalet Bakanı
Sayın Abdülhamit Gül, geçtiğimiz günlerde, yargıdaki reform hazırlığıyla ilgili
açıklamasında -gayet doğru olarak- “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse
kıyamet kopsun” demişti.
Elif Çakır birkaç
gün önceki bir yazısında bu sözün dünya siyaset ve hukuk tarihindeki geçmişini
özetlemişti. Adaletin önemiyle ilgili bizim kültürümüzde de güzel sözler var.
Çok beğendiklerimden biri, m.11. yüzyıl başlarından itibaren eski bilgelerden
birine nispet edilerek kaynaklarımızda yer alan “GÜVENLİK EN MUTLU HAYAT,
ADALET EN GÜÇLÜ ORDUDUR” sözüdür. “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” sözü de
hepimizin malumu. Bu sözü ilk defa gramerci Ebûbekir Muhammed b. es-Serrâc’ın
(ölümü: m.928) “el-Usûl fi’n-Nahv” adlı kitabında gördüm. Belki daha
eski kaynaklarda da vardır. Anılan eserde bu ifadenin bir gramer kuralına örnek
olarak kullanılması, daha eski zamanlardan gelen bir özdeyiş olduğunu
gösteriyor.
Gerek Bizdeki “Adalet
mülkün temelidir” ilkesi gerekse Batı kaynaklı “Bırakın adalet yerini
bulsun, isterse kıyamet kopsun” ilkesi siyaset, hukuk ve ahlakta insanlığın
ortak vicdanın sesidir. Dürüstlük ve yetkinliğini dolgun içerikli beyanlarından
bildiğimiz Adalet Bakanımızın hukuk camiamıza bunu bir kez daha hatırlatması da
çok güzeldir.
Fakat bugünlerde
siyasetimizde konuşulan tehdit olayı gibi sayısız örneğe bakarak şunu merak
ediyorum: Alanıyla ilgili en yüksek yürütme mevkiinde bulunan Bakanımız, hitap
ettiği camiasının bu ilkelerin gereğini özgürce ve dirayetle yerine
getirebilecek durumda olduklarını düşünüyor mu acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.