30 Kasım 2020 Pazartesi

Şeffaflık yoksa itibar kaybı kaçınılmazdır Mehmet Ocaktan/30.11.2020

Sağlık Bakanlığı’nın pandemi sürecinin başlamasından dokuz ay sonra bir anda günlük vaka sayısını 30 binler civarında açıklaması kafaları iyice karıştırdı. Uzun bir süredir toplumun, salgınla ilgili bilgilerin şeffaf bir şekilde paylaşılmadığı şeklindeki kanaati, bu vesileyle bir bakıma teyit edilmiş oldu. Bu yeni durum aynı zamanda açıklanan rakamın da ne kadar şeffaf olduğu konusunda soru işaretlerini beraberinde getirdi.

Oysa pandeminin başladığı ilk günlerde özellikle Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın olağanüstü gayretleri toplumun farklı kesimlerinin takdirini toplamış ve bir güven havası oluşmuştu. Ancak sonrasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bütün yetkileri merkezde toplayan ‘tekçi’ tabiatı gereği, sürecin kontrolü bakanın inisiyatifi dışına çıktı ve sonuç şeffaflığa veda etmek oldu...

Ne yazık ki bugün itibariyle salgını en kötü yöneten ülkeler arasında yer almış bulunuyoruz. Covid-19 rakamlarını şeffaf bir şekilde veremedik, yaz aylarında insanların plajlara akın etmelerini teşvik ettik, Ayasofya’nın açılışında, mitinglerde binlerce insanı toplayarak adeta coronaya davetiye çıkardık. Daha da vahim olanı belediyeleri, sivil toplum kuruluşlarını itip-kakarak salgınla mücadeleye dahil edemedik.

Maalesef Türkiye her şeyin tek merkezde toplandığı yeni rejimle birlikte en değerli varlığı olan kurumsal hafızasını kaybetti. Artık ekonomiden dış politikaya, eğitimden sağlığa kadar hiçbir kurumumuz güvenilirlik kriterine sahip değil. Bakanlar bakan gibi davranamıyor, Merkez Bankası bağımsızlığını yitirdiği için güven vermiyor, Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri üzerinde güvensizlik perdesi var.

Şeffaflık kriteri bir kere kaybolmaya görsün... Ne açıklanan enflasyon açıklamaları, ne işsizlik oranları, ne de salgın rakamları kimse için inandırıcı olmadığı gibi, itibar katsayımızın Afrika ülkelerinin bile gerisine düşmesine engel olamayacaktır.

Her şeyin tek elde toplandığı günden bu yana ülkenin bütün kurumları çöküş halinde. Her ne kadar kağıt üzerinde pembe tablolar çizilse de, çıplak gözle baktığımızda bile hiçbir alanda iyileşmenin olmadığını görmek mümkün. Aslında bu sistemle Türkiye’nin yönetilemeyeceği başından belliydi, nitekim ülkenin milyarlarca doları harcanmasına rağmen, ekonomik çaresizlik kapıya dayandığında anlaşıldı ki bu sistemle Türkiye’nin dertlerine çare üretmek mümkün değil.

Kim ne kadar övüp kutsallaştırırsa kutsallaştırsın liyakatin itibar görmediği, şeffaflığın engel olarak görüldüğü böyle bir sistemle gerek içeride, gerekse dış dünyada itibar kaybetmeye devam etmemiz kaçınılmazdır.

Devlette şeffaflığın olmayışının ülkeye neler kaybettirdiğini anlayabilmek için, şu günlerde bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından başlatılan “hukuk reformu” tartışmalarının neden toplumda ciddi bir heyecan yaratmadığını iyi analiz etmek gerekiyor.

Peki neden?

Çünkü insanlar bu reform vaadinin, hukuk, özgürlük, adalet açığını kapatmaktan çok, ekonomik zaruret dolayısıyla gündeme taşındığına inanıyor. Daha da önemlisi toplum iktidarın gerçek anlamda reforma inandığına inanmıyor. Çünkü hiçbir şey şeffaflık içinde yürütülmüyor ve her şeyin üzerine bir gizlilik perdesi örtülüyor.

Mesela en son örnek, Türkiye Varlık Fonu ve Katar Yatırım Otoritesi arasında yapılan anlaşma ile Borsa İstanbul’un yüzde 10’u Katarlılara devrediliyor, ancak bu yüzde 10’luk hissenin ne kadara satıldığı ise kamuoyu ile paylaşılmıyor. Çünkü artık yeni sistemde demokrasinin en temele değeri olan ‘denge-denetleme’ prensibine veda etmiş bulunuyoruz. Eğer Varlık Fonu denetim dışına çıkarılmasaydı, Sayıştay bu kurumları denetleyebilir, böylece herkes borsanın kime ve kaça satıldığını öğrenmiş olurdu.

Bilelim ki eğer ekonomiden hukuka kadar her alanda işlerimizi şeffaflıkla değil, herkeslerden gizleyerek yapmaya devam edersek, iyi işler yapsak bile kimseyi inandıramayız.

29 Kasım 2020 Pazar

AKP'nin kapısı açılırsa ne olur? Orhan UĞUROĞLU/29.11.2020

AKP kurulduğundan bu yana milletvekilleri grubunda ilk kez yoğun şekilde huzursuzluk ve sıkıntılı günler yaşanıyor...

AKP milletvekilleri bugünlerde siyaseten, "bir dokun bin ah işit" durumundalar.

AKP'de parti içi baskı ve disiplin nedeniyle milletvekilleri yaşadıkları sıkıntıları dile getiremiyorlar.

AKP'nin Meclis grup toplantıları Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın CHP'ye ve Kemal Kılıçdaroğlu'na ağır siyasi saldırısı ile geçiyor.

Hatırlarsınız Damat Bakan Berat Albayrak 170 AKP milletvekilini ayağına çağırarak Hazine ve Maliye Bakanlığında ne kadar başarılı olduğunu anlatmış, Erdoğan'da kendisine tepki göstermişti.

O toplantı milletvekilleri milletin geçim sıkıntısı şikayetlerini de dile getirmişlerdi.

Erdoğan yılda birkaç kez kampa aldığı milletvekilleri ile bir araya geliyor ama toplu halde olan bu toplantılarda milletvekilleri parti yönetimini de, meclis grup yönetimini de eleştiremiyorlar.

Aslında Erdoğan'ı eleştirmek de AKP tarihinde çok nadir görülen bir olaydır.

***

Değerli okurlarım,

Siyaset sahnesindeki her partiden milletvekillerini yıllardır dikkatle izlerim.

İktidar partilerinin milletvekilleri muhalefet partilerine göre çok daha sıkıntılı durumdadır.

Çünkü seçmenleri, partililer onlardan hizmet bekler, sorunlarına çözüm bekler, işsizlere iş bekler.

Emeklilikte yaşa takılanlar, atanamayan öğretmenler, geçici işçiler, taşeron işçiler, madenciler, çiftçiler, hayvancılar, esnaf, tüccar, sanayici, öğrenci, emekli asgari ücretli çalışanlar; iktidar partisi AKP'nin milletvekillerinden sorunlarına çözüm bekler.

Yerel yönetimler ise AKP milletvekilinden daha çok bütçe talep eder.

***

Değerli okurlarım,

İktidar olmak muktedir olmaktır ama…

- 18 yıllık AKP iktidarı elindeki bütçeleri öyle bilinçsiz harcadı ki,

- Türkiye'nin ekonomik kaynaklarını öyle tüketti ki,

- Merkez Bankası döviz rezervlerini bilinçsizce, hoyratça harcayıp eksi 46 milyar dolara düşürdü ki,

- 3600 gösterge konusunda, öğretmenlere, sağlıkçılara, askere, polise verecek para bulamadı ki,

- Kovid 19 salgınında millete ancak kredi vererek borçlarına borç kattılar ki,

- Köylünün kredi borçların yapılandırma dahi getirmeyip traktörlerini de haczedip götürmeye başladılar ki,

AKP milletvekilleri de isyan edecek noktaya geldiler…

***

Değerli okurlarım,

Hem MHP'yi hem de AKP'yi çok iyi bilen Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ'ı Yeniçağ TV'de konuk ettim.

- Sordum: Erdoğan Nisan 2021'de erken seçim yapsa Gelecek Partisi'nin seçime giremeyecek. Bu durum da ne yaparsınız?

Özdağ dedi ki;

"A,B hatta C planlarımız hazır. Eğer bize şah derse biz mat ederiz.

Eğer Erdoğan, Nisan ayında hülle yaparsa, muvazaalı bir iş yapar bizi ve diğer yeni kurulan partileri seçime sokmamak adına yola çıkarsa. İnanın mat olur…"

- Sordum: Mat etmek yani seçime girmek için ne yaparsınız?

Özdağ dedi ki;

"Erdoğan partisinde neler olabileceğini, kimlerle görüştüğümüzü iyi düşünsün. Bizimle görüşmek isteyen herkesle görüşüyoruz.

Milletvekilleri, bürokratlar, belgeler, bilgilerle ilgili neler olabileceğini görürler ve diyorum ki siyaseti doğru okusunlar. Başkalarını engellemek adına çıkmasınlar yola…"

***

Değerli okurlarım,

Yayından sonra Özdağ ile konuştum ve kaç milletvekili ile temasta olduklarını sordum.

Özdağ AKP'den isimler vererek temasta oldukları milletvekillerinin sayılarını yazmamam kaydı ile söyledi ki duyduğum rakam karşısında inanın şaşırdım.

Anlaşılan o ki AKP'nin kapısı açılırsa çok sayıda milletvekili kaçacak…

Anlaşılan o ki bürokratlar AKP iktidarının gizlediği belgeleri şimdiden muhalefet partilerine vermeye başladılar…

Demem o ki;

AKP'nin kapısı açılırsa, AKP darmadağın olacak…

İktidar TÜSİAD’ı dinledi! Taha Akyol/29.11.2020

TÜSİAD’ın sesini kısmış bir iktidar, iki bakanla bir Merkez Bankası Başkanı’nı TÜSİAD’a göndererek görüşmelere başladı.

Dün de TOBB’la görüştüler. Görüşmeler devam edecek.

Elbette olumlu…

Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan’la Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal ideolojik takıntılardan uzak rasyonel isimler. Adalet Bakanı Gül, uygulamada kayda değer bir gelişme olmasa da “reform”un söylemini bari yürüten bir Bakan…

TÜSİAD’daki görüşmede aynı objektif dili konuştuklarını, çözümler konusunda görüş birliği olmasa bile önemli oranda görüş benzerliği olduğunu düşünüyorum.

Hoşuna gitmeyen sesleri kısma, eleştirileri susturma alışkanlığı içindeki iktidarın, nihayet çeşitli kesimleridinleme” ihtiyacını duymasını tabii ki önemsemek gerekir.

ZAMANINDA ELEŞTİRİ

İktidarın TÜSİAD’la sadece ekonomiyi değil, hukuk ve insan haklarını konuşacak olması dikkatinizi çekti, değil mi?

Görüyor musunuz, ekonomi nasıl da hukukla, insan haklarıyla ilgilidir.

Onun için TÜSİAD’ın bu alanlarda raporlar yayınladı, açıklamalar yaptı ama iktidarın sert tepkileriyle karşılaştı.

TÜSİAD’ın eski başkanlarından Muharrem Yılmaz, “ihale yasası onlarca kez değiştirilen böyle bir ülkeye yabancı sermayenin gelmesi mümkün değildir” demişti. (23 Ocak 2014)

Bu eleştiri karşısında ne yapılmalıydı?

İhale yasasını nasıl bozmuşuz, nasıl düzeltmeliyiz diye araştırmalar, görüşmeler yapılmalıydı, değil mi?

Ama Başbakan Erdoğan,dünyanın hiçbir yerinde Kendi ülkesini dışarıda kötüleyen bir işveren örgütü bulamazsınız, dünyanın her yerinde bunun adı ihanettir” diyerek TÜSİAD’ı suçlamıştı. (28 Ocak 2014)

Halbuki Maliye Bakanı Mehmet Şimşek da aynı 2014 yılında şunları söylemişti:

“Sayıştay denetimi gözümüzü açtı… Elimden gelse Kamu İhale Kanunu’ndaki tüm istisnaları kaldırırım. Avrupa Birliği mevzuatı neyse aynısının Türkiye’de uygulanması gerekir…” (5 Kasım 2014)

‘İstisnalar’ yani ihale açmadan istediğin şirkete iş verilmesi.

Şimşek de etkili olamamıştı.

SORUNLAR BİRİKİNCE

Olaylar da gösterdi ki 2014 yılında Kamu İhale Kanunu’na yöneltilen o eleştiriler haklıymış. Ama dikkate alınıp düzeltmek yerine ihanetle suçlanıp konu kapatılmıştı.

Ahmet Davutoğlu, 2019’daki açıklamasında “İhale kanunundaki istisnanalar kanunun kendisini işlemez hale getirdi.” (22 Nisan 2019)

Sadece TÜSİAD değil, birçok kuruluşun eleştirileri oldu,

Sadece İhale Kanunu da değil, hukuk ve yargıyla ilgili birçok eleştiri oldu.

Cumhurbaşkanı “geleceğimizi Avrupa’da tasavvur ediyoruz” dedi değil mi?  Ama yetkili AB organlarının CB sistemi ve yargı bağımsızlığı konularında çok ciddi eleştirileri var.

Eserleri yurt dışında da saygı gören ekonomist ve hukukçularımızın eleştirileri var; ama TV’lere çıkamıyorlar, eleştirileri dar teknik düzeyde kalıyor.

Bu eleştiriler zamanında dikkate alınsaydı, hatalar asgari düzeye inerdi. Böyle olmadı, eleştiriler etkisizleştirildi, hatalar da birikmeye devam etti…

Sonunda, yaşamakta olduğumuz ağır iktisadi sorular patlak verdi.

ŞERİF MARDİN DİYOR Kİ

Bizzat iktidar ve hatta tüm AK Parti camiası düşünmeli: Zamanında yapılan eleştirileri dinleyip görüşmeleri o zaman yaparak çözümler getirmek gerekmiyor muymuş?

İhanet suçlamalarıyla bastırmak, TV ve gazetelerde eleştirileri susturmak ve böylece sorunların birikip nihayet ekonomik krizin patlamasına yol açmak iyi mi oldu?

Merhum Şerif Mardin Hocamız, “Türk Modernleşmesi” adlı eserinde yayınlanan 1966 tarihli makalesinde şöyle diyordu:

“Türkiye’de muhalefetin sürekli boğazının sıkılmasının yol açtığı en önemli kayıp, sosyal ve iktisadi yaratıcığın engellenmesi olmuştur.” (S. 191-192)

Ortalama kalkınma hızımız niye çok lüksek değil? Niye bir Uzak Doğu mucizesi başaramadık?

Bir de bu açıdan düşünmek gerekmiyor mu?

AK Parti, “cumhuriyet tarihinde görülmemiş” kalkınmadan bahsediyordu fakat bu onun “AB sürecinde” geçen ilk iki döneminin eseridir. 220 milyar dolar dış yatırımın geldiği dönem!

Eleştirilerin bastırılması, hukukun siyaset elinde araçsal hale getirilmesi ve bu yüzden yanlışların düzeltilememesi sonucu yaşadığımız iktisadi kriz, bizi on yıl geriye götürdü.

İktidarın reform söylemindeki samimiyet testi, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, temel hak ve hürriyetler alanındaki davranışına bağlıdır.

İnşallah olumlu olur

Bir millet nasıl soyuluyor?.. Mehmet FARAÇ/29.11.2020

Türkiye'nin son 10 ayda dışarıya ödediği faiz 178 milyar dolarmış...

Nereden bakarsanız bakın, memleketin ekonomik olarak battığının tek kanıtı bile olabilir bu faiz talanı...

Peki; Türkiye dışarıya neden bu kadar bağımlı, neden bu kadar faiz veriyor ve en önemlisi de bu kadar para kimden çıkıyor?..

AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte neredeyse her yıl birkaç yeni "vergi" ihdas ediliyor...

İşte her yeni vergide aynı sorular yanıt arıyor;

"Acaba yeryüzünde verginin vergisi alınan kaç ülke vardır?.."

"Halkı bu kadar vergi zulmü altında ezilen kaç memleket vardır?.."

Peki; 81 milyonun, hatta doğmamış çocuğun bile "yap-işlet-devret" modeli köprü ve hastaneler üzerinden borçlandırıldığı bir ülkede (geçen yıl 600 milyar liradan fazla) vergi toplanırken, devlet halen nasıl olur da dışarıya yüklü oranda faiz ödemeye devam ediyor?..

Bu sorunun şöyle bir yanıtı da var;

Türkiye Cumhuriyeti yüzlerce çeşit vergi ile milletin cebindeki son kuruşa kadar alıyor ama çarpıp ekonomik düzen yüzünden sistem yerine oturamıyor ve dışarıdan getirilen para için her ay milyarlarca dolar faiz ödeniyor...

Ve tabii ki bu çelişki içinde, milletin anasına küfreden yandaş müteahhitlerin milyarlarca liralık vergi borcunun silinmesini de kimse unutmuyor...

414 çeşit vergi yetmemiş...

Ekonomileri çökmüş ülkelerde uygulanan zulüm yöntemlerinden biridir acımasız zam yağmuru...

Yani, başarısız siyasi iktidarlar ekonomiyi önce batırırlar, sonra da bunun ceremesini millete çektirerek zam üstüne zam yağdırırlar ve halkı nefes alamaz hale getirirler...

İşte Türkiye de, millete kaşıkla verdiğini kepçeyle geri almak konusunda birinciliği kimseye kaptırmıyor!..

Baksanıza; Gelir İdaresi Başkanlığı'nın kayıtlarına göre bu ülkede yurttaşlar 414 çeşit vergi ödüyormuş...

Yani vergisi olmayan tek nesne, vergi ödenmeyen hiçbir yaşam alanı bulunmuyor bu ülkede...

Sadece şu motorlu taşıtlar üzerinden yürütülen vergi talanı bile utanç verici... Düşünsenize; dünyanın en pahalı otomobillerini almak zorunda kalıyor bu ülkenin yurttaşları... Üstelik bir otomobil fiyatının üçte ikisi vergiyken, yurttaşlar her yıl en pahalı taşıt vergisini ödüyor, bir yandan sigorta yetmezmiş gibi, kasko kıskacında da tutuluyor...

Hele bir de egzoz ve araç muayene ücretleri var ki, bilmeyen de sanabilir ki, araç muayenesi değil de, bir insana tam teşekküllü hastanede ameliyat yapılıyor!!!

Peki, paralı yol ve köprülerden alınan fahiş geçiş ücretlerine, akaryakıtta durmayan zamlara ne demeli?..

Velhasıl sadece bir taşıtı üzerinden bile binlerce lira vergi ödemek zorunda kalıyor Türk insanı ve bu işkenceyi durduracak muhalefet gücü bir türlü yaratılamıyor...

Evet; 2020 yılı Türkiye için bir felaket dönemi oldu... Depremler- yangınlar - sel felaketleri ve tabii ki ekonomiyi allak bullak eden, esnafın- işverenin- işçinin- çiftçinin nefesini kesen corona salgınının ortasında, insanların hem sağlığı, hem de ekonomisi çöktü ama devletin merhameti de bu felaketlerin altında kaldı!..

Böylesi sarsıcı bir ortamda devletin vicdanlı davranması beklenir ama Türkiye Cumhuriyeti'nde, her yıl ocak ayında, iğneden ipliğe her şeye zam yapmak bir gelenek haline geldiği için, vergi terörü corona salgınını bile dinlemedi...

Dolar 8 liraya, Euro 10 liraya mı dayanmış, enflasyon almış başını gitmiş mi, gıda ürünlerine yüzde 50 ile yüzde 100 arasında zam mı yapılmış, milyonlarca insan işsiz mi kalmış, AKP iktidarının zerre kadar umurunda değil... Varsa yoksa zam...

Sus, sustukça zam gelecek!...

İşte yine yılbaşı geliyor ve Türkiye Cumhuriyeti'nin geleneksel zam işkencesi yine başlıyor...

Diyeceksiniz ki; zam yapılması için 2021 yılı Ocak ayı beklenmedi ki!.. Hükümet zaten 2020'nin başından itibaren yağdırdığı zamlarla milletin nefesini kesti, halkı esaret altına aldı ve insanların ekmeğe- suya- gıdaya ödeyecekleri gelirlerinin büyük bölümü vergilere- harçlara- zamlara gitti...

2020'de en çok elektrik ve doğalgaza yapılan zamlar milleti mahvederken, iktidar gelen tepkilere rağmen bana mısın demedi...

TÜİK'ten yapılan açıklamaya göre; 2019'a oranla, 2020'de elektrik yüzde 32.3, doğalgaz ise yüzde 34.7 zamlandı...

2020'de emekliye yüzde 8 oranında zam yapan hükümet, doğalgaz ve elektrikteki fahiş fiyat artışı yetmemiş olacak ki, altın ve dövizdeki yükselişin Türk lirasının değerini yok etmesini de göz ardı ederek, insafsız zamların 2021'de de devam edeceğini işaretini verdi...

İşte Hazine ve Maliye Bakanlığı yılbaşı zamlarını onaylamış...

Yılbaşından itibaren tüm maktu vergi cezaları yüzde 9.11 zamlanacak...

Motorlu taşıtlar vergisi 9.11 oranında zamlı ödenecek...

Ehliyet, pasaport, tapu, trafik cezaları, vergi ve harçlar dahil her şeye 9.11 oranda zam yapıldı...

Yeni yılda belediyelere ödenen Emlak Vergisine ise yeniden değerleme oranının yarısı olan yüzde 4.55 oranında zam gelecek...

Yurt dışından getirilen cep telefonları için bin 839 lira yerine 2 bin 6 lira harç ödenecek...

Emekli sefalet içinde...

Peki; sel felaketi, depremler ve son olarak aylardır milleti esaret altında tutan Corona salgını ekonomiyi yerle bir etmişken, üstelik sudan gıdaya kadar yüzlerce kalem ürünün fiyatı fahiş oranlarda yükselmişken, yüzlerce vergiye 2021'de de zam yapan hükümet emekli maaşında ne kadar artış yapacak?..

Halkın üzerine yağacak zamlar yüzde 9.11 olarak belirlenirken, hükümet memurlarla emeklilerin maaş ve aylıklarına yıl başında yüzde 3, temmuz ayında yüzde 3 olmak üzere toplamda yüzde 6.1 zam yapacakmış... İşçi emeklilerine de benzer oranlarda zam verilecekmiş...

Evet; Türkiye çarpıklıklar ülkesi... Bu çarpıklık sadece yurtdışına ödenen faizler, ağır vergiler, dehşet verici enflasyon ve buna rağmen yapılan acımasız zamlardan da kaynaklanmıyor...

Milletin tuhaf sessizliği ve muhalefetin yetersizliği arasındaki o derin çarpıklık var ki, felaketler- enflasyon- zam yağmuru arasındaki asıl kahredici çıkmaz da işte budur...

O halde, "susma, sustukça sıra sana gelecek" sloganını değiştiriyorum;

"Sus... Sustukça nasıl olsa zam gelecek!.."

28 Kasım 2020 Cumartesi

Erdoğan'ın bir çiftliği var Mehmet Y. Yılmaz/28.11.2020

Kamu malları söz konusu ise "canı kaça isterse" satamaz. Nitekim Türkiye Varlık Fonu denilen kurum, Cumhuriyet tarihi boyunca yaratılan kamu varlıklarını içinde barındırıyor. Bunun kaça satıldığını öğrenmemizi istemiyorlarsa bir tek neden vardır: Mal, ölmüş eşek fiyatına satılmıştır!

Türkiye Varlık Fonu, İstanbul Borsası'nın yüzde 10'unu Katar Yatırım Otoritesi'ne sattı.

Satış fiyatını bilmiyoruz.

Bilmiyor olmamız normal çünkü Türkiye uzunca bir süredir Ali Baba'nın Çiftliği gibi yönetiliyor.

Seçimle iş başına getirdiğimiz yönetici, kendisini ülkenin sahibi zannediyor, çevresindeki kimse de kendisini bu yolda uyarmadığı gibi, muhalefetin uyarıları da işe yaramıyor.

Bu tür işlemler "ticari sır" gerekçesinin ardına saklanıyor.

Satılan mal bir şahsa ait olsaydı, bu gerekçe anlamlı olabilirdi.

Mesela Ferit Şahenk de İstinyepark'ta kendisine ait hisseleri aynı kuruma sattı. Kaça sattığını dedikodu yapmak için merak ediyor olsak bile esasen bizi ilgilendiren bir durum değildir. Adamın şahsi malı, uygun gördüğü fiyata satar.

Kamu malları söz konusu ise "canı kaça isterse" satamaz.

Sattığı şey babasının malı değildir.

Nitekim Türkiye Varlık Fonu denilen kurum, Cumhuriyet tarihi boyunca yaratılan kamu varlıklarını içinde barındırıyor.

Tabii, daha önce satılmadan kurtulup, elde kalanlar bunlar.

Bunun kaça satıldığını öğrenmemizi istemiyorlarsa bir tek neden vardır: Mal, ölmüş eşek fiyatına satılmıştır!

Aksi, hele de bu iktidar döneminde düşünülemez.

Eğer çok iyi bir fiyattan satmış olsalardı, bugün bütün gazetelerin manşetlerinde bu büyük ticari başarı, Recep Tayyip Erdoğan'ın gülümseyerek el sallayan bir fotoğrafı ile birlikte yer alacaktı.

Bir mal neden ucuza satılır?

Acil ihtiyacınız varsa, ucuza satmak zorunda kalabilirsiniz. Türkiye ekonomisinin büyüklüğünü düşündüğünüzde, Borsa İstanbul'un yüzde 10'luk hissesinin satışından elde edilebilecek gelir, devede kulak kalır.

Böyle bir rakama bile acil ihtiyacınız varsa, zaten batmışsınız demektir.

Kamu malının ucuza satılmasının bir başka nedeni, "çarkların yağlanmış olması" olabilir.

Yani bu kararı verenlerin, kendi şahsi hesaplarını çok iyi yönetseler bile devletin hesaplarını iyi yönetemediklerini gösterir.

Bütün az gelişmiş demokrasilerde, bu önemli bir faktör olarak hesaba katılmalıdır.

Çünkü bizimki gibi sözde demokrasilerde halka hesap verme alışkanlığı yoktur. Seçimden seçime halka hesap verildiği varsayılır.

Zaten bizim gibi ülkelerin Dünya Şeffaflık Endeksi'nde yerlerde sürünüyor olmasının nedeni de bu tür hesapların halktan kaçırılmak istenmesidir.

Geçen yıl Dünya Yolsuzluk Algı Endeksi'nde, 91. Sıraya kadar düşmüştük.

Son altı yılda, bu endekste düzenli olarak geriledik. Bu, altı yılda 38 sıra gerilemeye karşılık geliyor.

İktidarın iftiharla göğsüne takacağı bir madalya olmadığı çok açık.

Tam yazıyı bitirdiğim sırada, Borsa İstanbul'un, "ele verir talkını" misali yatırımcılara gönderdiği metin düştü önüme. Merkezi Kayıt Kuruluşu'nun paylaştığı "Borsa İstanbul Grubu" metninde "Doğru yatırım kararı verebilmek için, doğru bilgiye sahip olmanızın çok önemli olduğunu hatırlatmak ister, yatırımlarınızda sermaye piyasalarını tercih ettiğiniz için bir kez daha teşekkür ederiz" diyor ki, sesli güldüm…

* * *

Reformun amacı demokrasi değil

Adalet Bakanı ile Maliye Bakanı, el ele verdiler ve TÜSİAD Başkan ve yöneticilerinden oluşan bir heyet ile "hukuk ve ekonomi reformunu" görüştüler.

Müjdeli haber de şu ki bundan sonra TOBB ile de görüşeceklermiş.

Maliye Bakanı Lütfü Elvan, "görüşmenin çok verimli geçtiğini" söylüyor.

Bunda şaşılacak bir durum yok.

Çünkü iş alemi biliyor ki hükümetin her dediğini "harika" tepkisiyle karşılamazlarsa, başlarına gelmeyen kalmıyor.

Fabrikaları basan iş müfettişleri mi ararsınız, hesapları didikleyen vergicileri mi?

Öte yandan reform konusunun TÜSİAD ile başlayıp TOBB ile sürecek olması, Cumhurbaşkanı'nın sözünü ettiği acı ilacın kime yutturulacağını da peşinen ortaya koyuyor: İlaç işçiler için hazırlanıyor!

Ve hukuk reformundan "daha çok demokrasi çıkacağını" zannedenler için de bir ip ucu var: Hukuk reformu, iş aleminin kendisini rahat hissetmesi için yapılacak, memlekete demokrasi gelsin diye değil.

AKP de kendisinden önceki bütün sağ iktidarlar gibi öncelikle sermaye sınıfını gözetiyor.

Onlardan artan olursa, oy versinler diye işçiye, memura, dar gelirli emekliye de bir şeyler damlar belki.

* * *

Pişkinlik mi, arsızlık mı?

İstanbul'da Sultan Mahmut tarafından yaptırılan 270 yıllık "1. Mahmut Çeşmesi", AKP Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı tarafından restore edilmiş.

Fatma Aksu'nun Hürriyet'teki haberine göre Çamlı, restorasyon sırasında çeşmenin kitabesini de değiştirip, babasının adını da ekletmiş.

Durum eleştirilince de "Bu algı çalışması. Benim üzerimden siyasi ranta çevirmeye çalışıyorlar" diyor.

Tipik bir AKP'li var karşımızda yani: Suçüstü yakalanınca üste çıkarak kurtulma çabası.

Tarihi çeşmenin kitabesini değiştiriyor, bunu haber yapan ve eleştirenleri suçluyor!

Pişkinlik mi desem, arsızlık mı desem, karar veremedim.

Tabii bir yandan İstanbul'daki kültürel ve tarihi eserleri korumakla görevli kurumun, bu restorasyon sırasında ne ile meşgul olduğunu da merak ediyorum.

Tarihi kitabe kaldırılıp, bir kenara atılıyor ve yerine uyduruk bir yenisi takılıyor ve bu kurum seyrediyor!

Hiç olmazsa tarihi kitabeyi doğru dürüst bir yere kaldırıp, saklasalardı.

Makas değiştirme telaşı Lütfü Şahsuvaroğlu/28.11.2020

Makas değiştirmeyi hafife almayın! Maazallah tren raylarını kaydıran makası yanlış kullanırsanız trendeki insanların hayatını tehlikeye atarsınız.

Aslında başlığı “reform mu, devrim mi, yoksa makas değiştirme telaşı mı?” diye atmam icap ederdi. Çünkü mahalli idarelerdeki ‘Refah’ dönüşümünden başlayarak çevreden merkeze olan zihinsel ve matematiksel tazyik, bazı reformları devrim mahiyetinde algılayan kesimlerin doğmasına sebep oluyordu. Bu kesimler bu değişime olumlu ya da olumsuz bakan kesitlere sahipti.

Sonra nasıl olduysa oldu ‘haşhaşi’ modeli ile 21. asırda ruhlarını ve bedenlerini kaptırdıkları bir ‘hocaefendi’ aşkına bu devlete tarihte görülmemiş bir ihanet gerçekleşti.

Ardından ‘korku ve içgüdü’ faslı başladı; ‘beka sorunu’ algısına saklanarak bütün o reformlardan vareste ‘yerli ve milli’ söylemine sığınılan ve zaman zaman da Sedat’ından Alaattin’inine savrulan bir ittifak, kirli darbenin tortusu olan sosyal psikolojik vasatta Türk siyasasını herhangi bir ‘istikbal’den mahrum etti.

Muhalefetin ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’e dönme isteği, seçmenin yarısından fazlasına hitap etse de, muhalefeti oluşturan partilerin iktidar karşısında edilgen duruşları ve herhangi bir iktidar modeli kuramayan tembellikleri onlara güveni azalttı.

Muhalefet cephesinin edilgenliği ve tembelliği, sıklıkla depreşen suçluluk psikolojileri, ‘fetöcü’ suçlamalarına maruz kalacakları endişesiyle de örtüşünce halkın reform taleplerinin muhatabı yine iktidar olmağa başladı.

Alelusul getirilen başkanlık sistemine doru dürüst bir eleştiri bile getiremeyen muhalefet ‘olur a, kazanırım’ mantığında aday gösterme yarışına girdi. Hayfa ki, “madem böyle bir sisteme karşısın, niçin aday gösterip de o karşı olduğun sistemi meşrulaştırıyorsun?” diye kimse sormadı bizden başka…

Şimdi hem ulusal, hem bölgesel hem de küresel bazı değişimler olacağı biliniyor. ABD’de Trump gitti ve Biden geldi. Türkiye komşularıyla ve geniş alan bölgelerinde; Kafkasya, Ortadoğu ve Mavi Vatan coğrafyasında zaman zaman savaşın eşiğine getiren krizler yaşıyor. Şu son Yunan-Alman karması fırkateynin Türk ticaret gemisine korsanlık yapması bile aslında savaş sebebi… Önümüzdeki yıllarda gerek AB’den gerekse ABD’den bir takım yaptırımlar bekleniyor ve iktidar buna göre hesabını yapıyor olsa gerek; son zamanlarda AB uyum sürecini uykusundan uyandırıp ne kadar Avrupalı olduğumuzun arayışlarına dönüverdi. Bir takım uyanık gazeteciler ile siyasetçiler de Biden sonrası küresel yapıya uyum için telaşa düştüler.

Muhtemeldir ki, Bülent Arınç, yoldaşı Erdoğan için yeni bir reform stratejisinin ilk kilit taşlarını kaldırımına döşemeye hazırlanıyordu ki, çok sert bir tepki ile karşılaştı.

Geçenlerde sevgili İbrahim Kahveci ekonomik çöküş için reform değil bir devrime ihtiyaç olduğunu ihsas ettirdi.

Tam da bu noktada ‘normalleşme’ politikalarının gündeme gelmesi ve her alanda bir ‘iyi’leştirmeğe gidilmesi kaçınılmazdı.

İç politikada normalleşme, dış politikada normalleşme, ekonomide normalleşme… Anlaşılan Covid 19’un önlemeyen yükselişi normalleşme politikalarını geri plana itmiş gözüküyor.

Muhalefetin, Türkiye’nin önüne bir iktidar modeli koyması için birkaç fırsatı kötü değerlendirmesi Türkiye’nin yönetişiminde yine umutları Cumhurbaşkanı Erdoğan ile olan formüllerin bir kez daha pişirilmesine sebep oldu. Zannımca reform taleplerinin karşılık bulmasının ve parlamenter sistemin yeniden işletilmesinin yeni söylemi bizatihi Erdoğan tarafından ortaya konacak gibi gözüküyor. Bu açıdan İyi Parti üzerinde spekülasyonlar yapılıyor, operasyonlar gerçekleşiyor. İyi Parti zaten iktidar olma taleplerini hep halının altına süpüren eski MHP’den bu yüzden kopmadı mı? Ancak, İyi Parti ile CHP’nin birlikte ‘Türkiye’nin normalleşmesinin önündeki engelleri kaldırarak yepyeni bir iktidar süreci’ başlatmaları handiyse artık gündemden tamamen kalkmış gibi.

Eğer Erdoğan, içte ve dışta yeni siyasal düzene karşı duvara karşı akmayacaksa şüphesiz kurmayları tarafından uyarılmış olarak yeni bir yumuşak dile ve eylem planına başvuracaktır. Nitekim bu yönde zaman zaman açıklamaları da olmadı değil. Ancak güven duygusunun yeniden canlandırılmasının artık zor olduğu kanaatiyle belki ‘etraf’, ‘yerli ve milli’de ısrarcı olmayı telkin edebilir.

Fakat şurası bir gerçek ki, gerçekten Türkiye’nin asırlardan beridir yön tayini Batı mihverlidir ve tercihler sadece bunun nasıl olacağı noktasında ayrışabilirler.

Bugünden yarına zor olsa da asıl gündemimiz- vizyon ve misyonumuz: iktidarı ve muhalefetiyle haylice yorgun yüzlere –kirlenmiş demeye dilim varmadı- yeni yeni, renk renk maskeler takmaktan ziyade Türkiye’nin normalleşme rotasının ‘düşünsel ve matematiksel kurgusunu; felsefesini, stratejisini ve eylem planını’ birlikte oluşturmaktan geçiyor.

MHP’den koparsa başına ne geleceklerini bilen ve salt iktidarda biraz daha kalabilmenin telaşına kapılanların bu gündeme iştirakleri biraz zor gözüküyor. MHP’nin, İyi Parti’nin, BBP’nin ve hatta bir kısmı CHP’den ümitli olan milliyetçi – muhafazakâr kesitlerin dayandığı geniş kültürel ve siyasal taban öz birliğini tesis etse belki böylesi bir gündemin tayin edici faktörü olurlar. Bu aysberg, AKparti ve ondan kopanlarla birlikte gereken reformları gerçekleştirebilir. Lâkin kendi aralarındaki ‘hain yetiştirme alışkanlığı’ yüzünden bu büyük potansiyelin şu an için hiç kıymet-i harbiyesi yok.

Geriye ne kalıyor ben de bilmiyorum.

Ama hepimiz araştırmalıyız.

Yeise düşmeden…

Başka çare yok!

İki farklı Tanrı tasavvuru ve İslamcı siyaset pratiği İlhami Güler/28.11.2020

Batı’nın ancak İkinci Dünya Savaşından sonra oturtabildiği kurumsal akıl, kuvvetler ayrılığı, anayasal demokrasi ve hukuk devletine kavuşabilmemiz için biraz daha çabalamamız gerekir.

1 - SALTANAT TARİHİ VE TANRI TASAVVURU 

Kadim Yemen’deki “Main” ve “Sebe” Krallıklarından gelen ve Cahiliyye Araplarında devam edip Kur’an’da yer alan (42/38), -Yunan Demokrasisine benzer şekilde- halkı yönetime katmak olan “Şura” pratiğinin, İslam döneminde “Hilafet” olarak, otuz senelik meşru bir yönetim arayışını dışarı çıkarırsak; bin dört yüz senelik “Saltanat” tarihi Mısır, Mezopotamya, İran ve Bizans’ın tesiriyle “Çoban-Sürü” ve “Tanrı-Kral” geleneğinin etkisinde kalmıştır (Doğu Despotizmi).

Bu yapının, teolojik olarak İslam ile temellendirilmesi ise, Mutezile (Tevhit ve Adalet) ve Matüridiliğin (Hikmet) Tanrı tasavvurlarından ziyade; Eş’ariliğin Âlim-i Mutlak, Mürid-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak, “Hikmetinden sual olunmayan (Hikmet-i Hükümet)” Tanrı tasavvuru tarafından yapılmıştır. Yani Allah’ın tüm insanlara karşı göstermiş olduğu Rahman, Rahim, Adil, Rezzâk, insanlardan görüş alan (şura, maruf-münker, tayyip-habis…) sıfatlarına değil; büyük ölçüde zalimlere karşı göstermiş olduğu Cabbâr, Kahhâr, Zü’l-İntikam… sıfatlarına yaslanılmıştır.

Kadim Yunan’da yönetim işi “Kaptan-Gemi” metaforu ile ifade edilirken; Mısır-Mezopotamya’da “Çoban-Sürü” metaforu ile ifade edilmiştir. Çoban, sürüyü koruyup beslediği gibi; onu kurt ile korkutup sonunda koyunları kendisi boğazlayabilir de. Bu, çobanın niteliğine/karakterine bağlıdır. Bu kod, tehlikeye her zaman açıktır.

Hz. İsa, İncillerde bu metaforu –birinci anlamda- kullandığı gibi; Hz. Muhammed de bir hadisinde bunu kullanmıştır: “Küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi=Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden mesulsünüz.” Ancak Kur’an, Arapların Hz. Muhammed’e: “Bizi güt=Raina” demelerine karşı çıkmış ve onlara: “Bize bak=unzurna (ihtimam göster)” demelerini (2/104) ve kamusal/siyasal işlerini aralarında ve Hz. Muhammed ile “şura” yoluyla çözmelerini tavsiye etmiştir (42/38; 3/159).

İmparatorluklar döneminde her ne kadar şeriat âlimleri (ulema) sivil olarak halkın hukukunu korumaya çalışmış olsalar da (“Şeriatın kestiği parmak acımaz”); siyasi irade, çoğunlukla ulemayı, kendi iradesi ve baskısı altına alarak (Ulema-i Rüsum) iradesini hükümferma yapmaya çalışmıştır. Nice âlimlerin hapishanelerde çürüdüğünü veya katledildiğini biliyoruz.

İslam’ın mutlak olmayan ilmi ve ahlaki temsili, sivil ulemada olması gerekirken; ciddi düzeyde “Kilise”yi andıran saltanat/devlet tarafından yapılmıştır. ”Din-u Devlet” kavramı, bunun ifadesidir. Ulema, fıkıh-içtihat-fetva aracılığı ile sivil “Hukuk” yapmaya çalışırken; Saltanat/Sultan, “Zillullah=Allah’ın gölgesi” nitelemesi ile iki dudağı arasından çıkan “Kanun” ve “Ferman” lar ile halkı yönetmiştir. 

M. A. Cabiri’nin vurguladığı gibi, İslam’ın siyasal hakimleri olan Arapların (ve Türklerin de-İG) yönetim aklını kabile (Boy-Soy,…Oğulları), ganimet ve akide motive etmiştir. Ganimeti gasp eden kabile, toprak mülkiyetini mutlak kontrolüne alarak akideyi de kendi oluşturarak veya kontrolüne alarak yönetim işini deruhte etmiştir. Abbasilerin orta döneminden sonra Mutezile saf dışı bırakılarak Eş’arilik, medreselerde devletin resmi/sünni ideolojisini oluşturmuştur.

2 - İSLAMCILIK VE TANRI TASAVVURU

Günümüzdeki “İslamcı” hareketler, uzun süre “Biat” kavramı ile geleneksel “Saltanat” kodunu otoriter-totaliter bir algı ile sürdürmüş olmalarına rağmen; en sonunda Demokrasinin “Seçim/Sandık” kavramlarını –istemeyerek- kabul ederek, “Seçilmiş Sultan/Kral” ve yönetim şekli olarak da” Cumhuriyet” e razı olmuşlardır. 

“Tevhit” kavramının Eş’ari versiyonu, politik düzlemde “Tek-Adam” şeklinde tezahür ederken; teolojik olarak “hakikatin tekliği” motivasyonu/kodu/dogması da, bu tek adamın politik icraatlarında “Otoriteryanizm” olarak tecelli ve tezahür etmektedir. Oysa, hukuk-hakkaniyet(adalet), toplumdaki “Tanrısallık”tır.

Oysa demokrasi ve şura kavramları, -teolojik düzlemde değil- politik düzlemde çok partililik, sivil toplum ve iktidar-muhalefet kavramları ile “müşrik (çoğul)” bir kuvvetler, partiler panteonunu, toplumsal-politik yapı olarak önermektedir. Yasama-Yürütme ve Yargı “teslisi” yani “kuvvetler ayrılığı”, bu yönetim tarzının esasıdır. Kişi kültü yerine kurum ve kural, ehliyet ve liyakat, yönetimin temelidir. Bunun sebebi siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında hakikatin çoğulluğu ve mutlak olmayan hakikate erişmenin yolunun “icma/konsensüs” ile sağlanmasıdır.

Tanrı’nın Rahmaniyeti ve Adil oluşu, politik hayata “şura” kavramı olarak yansıyabilseydi; İslam toplumları hukuki hayatı ulemanın çoğul içtihatları ile sivil olarak tutmayı başardıkları gibi; siyasi hayatı da kuruma, kurala, hukuka (Anayasa) bağlı olarak oluşturmayı başarabilirlerdi. Ancak Eş’ariliğin Kadir-i Mutlak, Âlim-i Mutlak ve Mürid-i Mutlak, dolayısıyla “Hikmetinden sual olunamayan” otoriter (Kaderci), Kahhar, Cabbar, Zü’l-İntikam… Allah tasavvuru, siyasete yansıdığı için, kolayca Saltanat ve Tek-Adamcı politik kültür oluştu.

İnsanın canının/kanının haramlığı/kutsiyeti gibi, özel mülkünün de aynı olduğu (makasidu’ş-şeria) kabul edilseydi; bunun üzerine bir “Kamu hukuku” geliştirilebilirdi. Oysa toprak mülkiyetinin, ta baştan itibaren (Hz. Ömer) “devlet” dolayımı ile Halifenin-Sultanın emrine verilişi, siyasal iktidarın keyfi olarak bu toprakları “miri malı” , “ıkta”, “has-zeamet” ,“tımar” vakıf”, “Arpalık”, “ulufe”… adı altında “istediğine (hukuksuzca)” vermesini doğurmuştur. İslam toplumlarının bir türlü “Kamu Hukuku” geliştiremeyişlerinin ve siyasal iktidarın kamu kaynaklarını harcamasını denetleyemeyişlerinin (Bütçe Hakkı) gerisinde yatan, bu tarihsel pratiktir. Bireysel özgürlüğün ilk şartı, özel mülkün dokunulmazlığıdır. Bunun ilk şartı da, bireylerin, mülkleri üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilmeleridir. İslam imparatorluklarında özel mülk, daima siyasal iktidarın tehdidi altında bulunmuştur: “Haydan gelen huya gider.”

3 - TÜRKİYE PRATİĞİ VE TANRI TASAVVURU

Türkiye’ye gelecek olursak, Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Hilafet, Şeriat ve Tarikat’ı ilga eden ve kendisi de bir “Osmanlı Paşası” olan M. Kemal Atatürk, teorik olarak “saltanat”a karşı olsa da; -bir “devrimci” olarak- “Tek-Adam” ve “Tek Parti” yönetimi kurarak, Cumhuriyet rejimini benimsemiştir. Ancak demokrasiyi uzun vadede hedeflediği de bazı icraatlarından anlaşılmaktadır. Rejimin ideolojisini de, Şeriat ve Tarikattan sekülerliğe dönüştürmüştür. Ancak, 1950’den itibaren Türkiye demokrasiye doğru yol almaya başlamıştır. 1960 ihtilali ile Askeri bürokrasi (M. Kemal’in “Ehl-i Beyti” olarak), siyasal sistem üzerinde (seküler) ideolojik bir baskı/vesayet kurarak, muhafazakâr bir karşı devrimi önlemeyi amaçlamıştır.

1960-2010 tarihleri arasını, Türkiye’nin demokrasi kurma çabası olarak görmek mümkün. Daha sonraları Ak Parti, “Parti” olma niteliğini büyük ölçüde zayıflatarak, bir nevi siyasal bir “cemaat”e dönüşerek, Sayın Erdoğan’ın –İslami tarihsel kodlara atıf yaparak konuşacak olursak- “Sultan”lığının veya kendinin daha uygun göreceği bir niteleme ile “Halife”liğinin kontrolüne girdi. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gündeme getirilen ve uygulamaya konulan “Başkanlık” kavramı/sistemi, bu kodun tecellisi-tezahürü işlevi gördü. Son dönemlerde şikâyet konusu olan “KHK”lar, hukuka ve iktisadi sisteme yapılan “tek” yanlı müdahaleler, bu teolojik tek “Tanrı” ve tek “Hakikat” algısının, politik aktörde ortaya çıkan tipik yansımalarıdır.

 

Tanrı’nın gerçek temsilcisi Peygamber vefat ettikten sonra, –Ulema değil- “Din adamı/din ulusu” denen ve kendilerine kutsiyet atfeden-atfedilen haham (Yahudilik), rahip, papaz, ruhban (Hrıstıyanlık), imam, Ayetullah, mehdi (Şiilik), gavs-kutup, veli/evliyaullah, mehdi, şeyh/meşayıh (Sünnilik) denen, -kerameti kendinden menkul-, samimi veya kurnaz olabilen, Tanrı’nın otoritesini kullanarak kendilerine itibar, nüfuz ve menfaat devşirebilen “temsilci”ler türemiştir.

Benzer bir durum, “Zillullah” rolünü üstlenmiş politik bir figür olan “Halife-Sultan” veya “Tek-Adam”,Başkan” ın etrafında (Sarayında) onunla irtibatı, iltisakı ve ilişkisi olan veya onunla akraba olan şahıslarda da oluşmuştur. Bunlar, -bürokrasinin dışında- “elçiler” rolünü üstlenerek kişisel itibar, nüfuz ve menfaat devşirirler. Tek adamlara taraftarları genellikle dalkavukluk yaparak “Karizma” sıfatı verirler. Oysa karizmanın ölçüsü, dostları ve düşmanları nezdinde saygı uyandıran politik kişiliktir. Sadece taraftarlarınca saygı-korku duyulan kişi “Kahraman” veya “Kabadayı” dır. Bunu doğuran husus ise, düşmanları ile giriştiği çatışmada korkusuzca ölümü ve yaralanmayı göze almış olmasıdır. 

Sonuç olarak, Batı’nın ancak İkinci Dünya Savaşından sonra oturtabildiği kurumsal akıl, kuvvetler ayrılığı, Anayasal Demokrasi ve Hukuk Devletine kavuşabilmemiz için, biraz daha çabalamamız gerekir. Umarım Sayın Başkanın son gündeme getirdiği “Hukuk Reformu” söylemi, -yeni bir taktik(siyaset değil-; kendinin de bunların değerini daha bir takdir etmiş olduğunun ifadesidir.

27 Kasım 2020 Cuma

İKİ ŞEY BAĞDAŞMAZ: PARA SEVGİSİ VE DİNDARLIK İsmail Özcan/03.08.2020

Yaşadığımız şu dünyada para sevgisi ve servet hırsı ile bağdaşmayacak, uzlaşmayacak, örtüşmeyecek şeylerin başında samimi dindarlığın geldiğini hemen herkes bilir. İyi bir dindarın parayı, zenginliği, serveti ve bunların sevgisini, bunlara karşı hırsı kalbinde barındırmayacağını; bunlara teslim olmayacağını; en azından teorinin bunu gerektirdiğini yine herkes kabul eder. Buna paralel olarak belli bir seviyede İslami kültüre sahip her şahıs; dünyada hiç kimsenin parayla ilişkide, onu kazanmada, elde tutmada ve harcamada bir Müslüman kadar derin sorumluluk altında bulunmadığının bilincindedir.

Sahici dindarlığın bir ölçüsü, bir göstergesi de bu anlamda dindar birinin kendisine hakkı olmayan bir şey sunulduğunda, o şey ne kadar değerli, ne kadar cazip olursa olsun onu kabul etmemektir.

Esas bu olmakla beraber pratik ne yazık ki bunun çok uzağındadır.

Şu sözler genel olarak insanların para ile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini çok iyi ifade etmektedir:

“Para sandalyeye benzer, ayağının altına alırsan seni yükseltir; başına koyarsan seni alçaltır.”, “Para iyi bir uşak, kötü bir efendidir.”

İnsanın parayla bu şekildeki ilişkisi, paraya ve servete bu böyle bir yaklaşım bir Müslüman kadar kimseye yakışmaz.

Türkiye’de dindar/muhafazakâr iktidarların ve onların kadrolarının, dindar/muhafazakâr burjuvazinin, aydın ve akademisyenlerin en büyük açıklarından biri, para ve servet sevgilerini engelleyememeleri, onu hiç değilse gösteriş aracı olmaktan çıkaramamalarıdır. Bu durum onların ahlakın ve dindarlığın kapsamını daraltmalarına; sadece namaza, oruca; kadınların ve kızların örtünmesine; alkollü içki içmeme gibi dinî emir ve yasaklara indirgemelerine sebep olmuştur.

Hâlbuki bugün Müslüman ülkelerin en temel sorunu ne ibadet eksikliğidir, ne açılıp saçılmaktır, ne de içki içmektir. Günümüz Müslüman ülkelerinin en büyük sorunu ahlakidir; yani haksızlıkların, yolsuzlukların, sahtekârlıkların, sömürünün yaygınlaşmasıdır. Vahşi kapitalizmin, “Altında kalanın canı çıksın” bencilliğine ve acımasızlığına uygun bir tavrın Müslümanların iş hayatında ve insani ilişkilerinde de geçerlilik kazanmasıdır.

Zamanımızda bir Müslüman’a hiç yakışmayacak ölçüde para, servet ve mevki ihtirası içinde olanların sayısı hızla artıyor.

Tanınmış bir ilahiyatçı akademisyen, günümüz Müslüman erkeklerinin üç hedefini; “masa”, “kasa”, “nisa” (mevki, para, kadın) diye formüle ediyor ki bu üş şey gerçekten kimileri için bir ihtiras haline gelmiştir.

İhtiras sahibi olan insan Müslüman bile olsa meşru-gayrimeşru ayrımından uzaklaşıyor; “haram helal ver Allah’ım, garip kulun yer Allah’ım” noktasına geliyor. Bu noktaya gelen bazı insanlar, 1980’li, 90’lı yıllarda yurt dışında hayatını kazanmakta olan dindar vatandaşların kıt kanaat yaşamak pahasına yapabildiği tasarrufları “size faiz değil, kâr vereceğiz” diye ellerinden alarak çeşitli adlar altında kurdukları şirketleri bir bir batırdılar. Binlerce iyi niyetli vatandaşı mağdur ederek ortalıktan sıvıştılar. Hangi ahlaksızlık bundan daha büyük olabilir?

Günümüzün Müslüman zenginlerinin hatırı sayılır bir bölümü parayı, zenginliği, serveti; baştan beri maddeperestlikle, dünyaya fazla değer vermekle suçladıkları laik, solcu, sosyalist çevrelerden daha az sevdiklerini kanıtlayamıyorlar. İslam’ın peygamberininDindarlığa hırs ve açgözlülük kadar zarar veren bir eğilim yoktur” sözünü ve Hz. Ömer’in, “İnsanların namaz kılması, oruç tutması veya başka bir ibadeti sizi aldatmasın; onların ticarette, alışverişte ve insanlarla ilişkilerindeki dürüstlüğüne bakın!” uyarısını akıllarına getirmek istemiyorlar.

Gittikçe artıyor yalnızlığımız Ahmet Taşgetiren/27.11.2020

Cahit Sıtkı’nın herkesin zaman zaman hatırladığı unutulmaz dizeleri herhalde şimdilerde en çok Ak Parti çevrelerinde seslendiriliyordur:

“Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.”

Hayata beraber başladığımız… Kim kaldı ilklerden? Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Abdüllatif Şener…

Ve şimdi İhsan Arslan…

Böyle mi planlanmıştı en baştan, Tayyip Erdoğan kalacak, diğerleri gidecek…

Bülent Arınç Parti’den ayrılmadım diyor ama belli ki gözden çıkarıldı, değilse parti cenahından böylesine kıyıcı açıklamalar neden yapılsın?

Şimdi İhsan Arslan topun ağzında. BBC Türkçe’ye verdiği mülakat sebebiyle MYK’da ismi masaya yatırılmış, ardından da Parti Disiplin Kurulu’na verilmiş.

İhsan Arslan’ın hatıraları Aklımda Kalan ismiyle iki cilt halinde yayınlandı. Ayşe Karabat’ın yayına hazırladığı kitap, aslında hem Yola beraber çıkmışlığı hem de farklılaşmaları anlatan, ilgiyle okunan metinlerden oluşuyor.

İhsan Arslan aslında Tayyip Erdoğan’a çok yakın bir isim. O kadar yakın ki, kitaptan öğrendiğimize göre partinin kuruluş safhasında Ankara’ya gelişlerinde Arslanlar’ın Çankaya’daki evlerinde kalıyor. s. 299)

İki dönem milletvekilliği yapıyor. Kürt açılımının en etkin isimlerinden. Oğlu Mücahit milletvekili ve Tayyip Bey’in en yakınlarından.

Kitapta, partinin kuruluş safhasındaki rollere, Milli Görüş çizgisinden nasıl farklılaşıldığına, Tayyip Erdoğan’ın - Abdullah Gül’ün kişiliğine, tabii ki Kürt sorunu’na, Çözüm süreci’ne, Kuzey Irak ve Suriye’deki gelişmeler bağlamında “Dış Kürtler”le ilişkilere, FETÖ’nün devlette nasıl etkinlik kazandığına, bu noktada partinin sorumluluğuna, 15 Temmuz günü “çocukluğundan beri tanıdığı” MİT Başkanı Hakan Fidan ile birlikteliğine, “Hakan Fidan’ı kaçırma ihbarı”nın nasıl darbe yorumuna yol açmadığına dair yakın dönemi yorumlama imkanı veren pek çok not var.

Ben, buraya o notlardan belki bugünleri de değerlendirme imkanı verecek kimi alıntılar yapmak istiyorum. O bölümün başlığının “Ortak Akıldan Kutsal Akla, İstişareden İstihareye” olduğunu yazarsam, değerlendirmelerin içeriğine ilişkin de ipucu vermiş olurum.

“Kanun çıkarma makinası gibi çalıştık. Bunların bazıları aceleye geldiği için bazen bir değiştirdiğimizi altı ay sonra yeniden değiştirmek zorunda kalıyorduk. Bunların iyi niyetli olanları da vardı. Ama itiraf edeyim yanlış olanları da vardı. Mesela 2003’te ilk kez yürürlüğe giren ihale kanunu 186 kere değiştirildi. Bence ayıp oldu. Orada iyi niyet aramıyorum” (s. 357)

“Parti içinde tartışmayı da çok hızlı bıraktık diyebilirim. İlk bir iki yıldan sonra belki.” (s. 357) ….. Her hafta konuların istişare edildiği grup toplantıları sona erdi. Başbakanın ya da genel başkanın hitap ettiği ve bol alkış aldığı bir formata dönüştü. Doğru değildi ama kimsenin de buna hayır deme şansı olmadı…..Yaşanan süreç istişarelerimizin kurumsal olmaktan çıkmasına neden oldu. Hiç mi istişare yapılmıyordu? Elbette yapılıyordu ama daha dar bir çevrede. (s. 358)

“İki kere refüze edildiğinizde üçüncü kere konuşmaz oluyorsunuz. Eğer o koltuklara tekrar oturmak istiyorsanız munis olmak durumundasınız. Bizde demokrasi böyle işliyor. “ (s. 360)

“Halka karşı değil liderine karşı sorumlu olduğunu düşünen insanlardan fazla hayır gelmez. “ (s. 361)

“….lider ara kademeleri de by-pass ederek genel müdürü direk atıyorsa, hiyerarşi zinciri kopuyor. Bir bakanın ‘efendim uygun değil’ deme şansı yok. Başbakanın ‘ben bunu imzalamıyorum deme şansı yok. Bu hale gelince bütün kuvvetler tek kişide birleşmiş oluyor, bunun da adına demokrasi diyoruz. “ (s. 362)

“İktidar olduğunuzda, insanların kaderini belirlemeye başladığınızda, bunun çok rahat olduğunu fark ettiğinizde bu kere hırsınız artıyor. Daha daha yapma ihtiyacı hissediyorsunuz. Orada kuralları bir kenara bırakıyorsunuz. ….Yozlaşmanın sebeplerinden biri budur. Kendinizi kurallara bağlı hissetmemeye başlıyorsunuz. “ (s. 362)

İhsan Arslan bu araya bir yere “Şahıslardan, partilerden bağımsız olarak değerlendirmeye çalışayım“ notunu düşüyor ve devam ediyor:

“Doğruları tekelinizde görmeye başlıyorsunuz.“ (s. 363) “Kurallara düşman olmaya başlıyorsunuz çünkü onlar sizin keyfi yönetiminizi engelliyor. “ (S. 363)

İşte böyle. “Yola beraber çıktığınız arkadaşlar”ınız tarafından çekilmiş bir fotoğraf. İçerdekiler buruk buruk bakarlar bu değerlendirmelere. Ta ki bir gün dışarıya çıkıncaya kadar. Belki de İhsan Arslan “Dost acı söyler” diyecektir bütün yargılamalar karşısında.

…..

Emine Hanım’ın çıkışı:

Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan, “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Televizyon Dizilerinin Rolü” konulu programa video kanalı ile gönderdiği mesajda şunu söylemiş:

“Ne olur insanlık onurunu reytinge kurban etmeyelim. Katiller, mafya babaları, zorbalar rol model gibi lanse edilmesin.”

Ne denir? Bu mesajı eşini öldüren suç örgütü liderlerinden “Dava arkadaşı” seçen siyasetçiler de okumalı.