1-Teori/Teoloji
İslam’da özel mülkiyet rızık, nimet, lütuf olarak Allah’ın insanlara ikramıdır. Seküler-hümanist kapitalizmde olduğu gibi, mutlak olarak insanın kendine ait değildir; emanettir. Devlet mülkiyeti (hazine-beytu’l-mal) savaş durumlarında elde edilen “ganimet-fey” ve vatandaşların ödediği vergilerden (zekât, haraç-öşür) oluşur. İnfak ve sadaka, bireylerin birbirlerine ödemesi gereken gönüllü vergilerdir. Özel mülkiyet hibe, miras, emek/alın teri-üretim, icat ve ticaret gibi “helal” yollardan elde edilir. Hırsızlık ve gasp, haramdır.
Çalışma yolu ile
kazanç elde etmek asıldır (53/39). Kur’an şöyle der: “Mallarınızı aranızda
haksız yollarla yemeyin. Mallarınızı/mülkiyetinizi, -bilebile kötülük yaparak-
güçlülere/egemenlere/ yöneticilere yedirmeyin.” (2/188). “(Tüyü bitmemiş)
yetimlerin haklarını yiyenler, ancak karınlarını dolduran ateş yemiş olurlar ve
onlar korkunç bir ateşe girecaklerdir.”(4/10). “Hırsızlık yapan erkek ve
kadınların ellerini, -yaptıklarının cezası olarak- kesin.” (5/38).
Hırsızlığın
tanımı, İslam hukukçuları tarafından sahibi olan koruma altındaki mukavvim
(dayanıklı) bir özel mal/emtia ve mülkiyetin birileri tarafından gizlice
alınması olarak tanımlanmıştır. El kesme cezası, genellikle bu tür adi
hırsızlık suçlarına uygulanmıştır. Kamu/devlet malının ve mülkiyetinin devlet
ricali (siyasetçi ve bürokrat) tarafından “kitabına uydurularak”, hile-i
şeriyye” ler yani hukuk kılıfında –vicdanı kandırarak- “fetva” veya “kanun”lar
veya alenen çalınması, tanımlanmış-hukuki “suç” olarak nitelenmediği gibi;
bunlara el kesme cezası da uygulanmamıştır.
Bir suçun veya
günahın büyüklüğünü ve küçüklüğünü belirleyen iki unsur vardır: 1- Fiilin etki
alanı/müteaddiyeti yani mağdurların sayısı. 2- Suçun veya günahın yarattığı,
sebebiyet verdiği zararın, acının, sıkıntının büyüklüğü ve yoğunluğudur.
Hırsızlık suçuna uygulandığında bu suçun haramlığının büyüklüğünü ve
küçüklüğünü belirleyen unsurlar: 1- Çalmanın yarattığı mağdurların sayısı yani
mülkiyet-hak sahiplerinin sayısı. 2- Çalınan malın, kaynağın, toprağın kıymet
ve değeridir. Zararın büyüklüğü ve küçüklüğüdür.
Bu tip girişimlere
Hz. Muhammed tarafından müsamaha gösterilmemiştir. Örneğin, İbnu’l-Utbiyye
isimli sahabe, Süleymoğulları kabilesine zekât memuru olarak tayin edilmiş, bu
şahıs, zekât mallarını getirdiğinde bir kısmının kendine “hediye” olarak
verildiğini söyleyerek ayırmıştır.
Bunun üzerine Hz.
Muhammed, bir hutbe irad ederek bu kişiyi isim vermeden sert bir şekilde
eleştirmiş ve kamu otoritesini temsil (bürokrasi) yetkisi/nüfuzu olmasaydı, ona
bu hediyelerin verilmeyeceğini ileri sürerek, bunun cezasını ahirette mutlak
olarak çekeceğini söylemiştir (Buhari/Sahih, Ahkâm, 24). Başka bir Hadiste ise
Hz. Muhammed, zekât memurlarına verilen hediyelerin devlet malına hıyanet
olduğunu söylemiştir. (Ahmed. b. Hanbel/Müsned,V/424; Şevkâni, VII, 338)
Hz. Ömer de, eşine
hediye gönderen Basra valisi Ebu Musa el-Eş’ari’yi bunun, kendi nüfuzunun
doğurduğu bir “iltima”s anlayışına yol açabileceği gerekçesiyle sert bir
şekilde eleştirmiş ve hediyeyi reddetmiştir. (M. Azimli, Hz. Ömer, Ank. 2019,
s. 43) Yine o, Bahreyn valiliğine atadığı Ebu Hureyre’nin getirdiği malların
çokluğunu görünce: “Ey Allah’ın düşmanı! Allah’ın malını mı çaldın?” deyince,
Ebu Hureyre: “Ben Allah’ın düşmanının düşmanıyım” demiş; fakat Hz. Ömer, ona
bir daha görev vermemiştir. (Azimli, Hz. Ömer, s. 58). Özetle İslam, adi
hırsızlığı yasaklamış olduğu gibi; devlet dolayımı ile doğan nitelikli “Nüfuz
Hırsızlığı”nı da yasaklamıştır.
Aynı toplumda
yaşayan birilerinin veya bir kesimin hırsızlık yapması, misilleme olarak
mü’min/müslümanların da onlara: “onlar bize yaptı; biz de onlara yapalım” diye
“misilleme” veya “kısas” yolu ile hırsızlık yapmalarını meşrulaştırmaz. Zira
Kur’an: “Kötülük ve düşmanlıkta birbirinizle işbirliği/dayanışma yapmayın.” (5/2)
der. Bir fıkıh usulü kaidesi ise: “Batıl, makisun aleyh (kendisine kıyas
yapılacak şey) olamaz” der.
2- Tarihsel
Pratik
Hz. Ömer,
“Fütuhat” ile elde edilen toprakları, gazilere “Çiftlik Ağası” olmasınlar,
topraklar üzerinde yaşayan erkekler köle, kadınlar cariye olmasın ve Arapların
savaşma kabiliyetleri zayıflamasın diye, devlet mülkiyetine geçirerek topraklar
üzerinde yaşayanlardan “Haraç (vergi)” alma geleneğini başlatmıştır. Bu
uygulama, bütün İslam tarihine egemen olmuş; devlete ait topraklar, Sultan
tarafından Ikta, Tımar, Has, Zeamet, Miri Malı, Arpalık… olarak halka
kiralanmıştır. Toprak mülkiyeti, “Devlet” dolayımı ile Abbasiler döneminde din
üzerinden Allah’a (Kamuya) mal edilmiş; kullanımı da, Allah’ın yeryüzündeki
gölgesi (Zıllullah) olan sultanlara/halifelere verilmiştir.
Beytü’l-Mal
(Hazine), böylece üçlü bir sahipliğe dönüşmüştür: Allah-Devlet-Sultan. Bunun
pratiğe yansıması, “Herkesin Malı” ve “Hiç kimsenin Malı” olmuştur. Hazine
gelirlerinin, ahaliden/reayadan alınan
vergiler bölümünün harcanması, ahali tarafından denetlenemediği, bir hukukunun
oluşmadığı gibi; savaşla ganimet/gasp
edilen toprakların, bürokrasi ve siyasal erk tarafından tasarrufunda da
saltanat ailesine ve bürokrasiye bir keyfilik yetkisi vermiştir: Üretim ve
ticaretten daha ziyade, “Ganimet Ekonomisi”. Bu durum, ahalide “Herkesin” ve
aynı zamanda “Hiç kimsenin” olan “Devlet Malı”na karşı bir duyarsızlık
oluşturmuştur: “Haydan gelen, huya gider.” “Devlet malı deniz; yemeyen
keriz/domuz”. “Bal tutan, parmağını yalar.” “Harmana koşulan öküzün önünden
alaf esirgenmez.”…
Avrupa’da toprak
mülkiyeti önceleri Kilise’ye, Feodal
Derebeylerine, Kraliyet ailesine aitti. Burjuva sınıfının yükselmesi, Fransız
Devrimi ile birlikte “Ulus Devlet” yapısı ortaya çıkınca, Toplum sözleşmesi ve
Anayasa kavramları ile birlikte devlet, hukuki bir organizasyon olarak belirdi.
Özel mülkiyet, hukuki garanti altına alındığı gibi; devletin gelirleri “Vergi
Hukuku” ile sınırlandırıldı ve demokrasi ile birlikte vatandaşlara ve
muhalefete vergilerin hakkaniyete uygun olarak harcanması hususunda “denetleme”
yetkisi verildi. Böylece bir “Kamu Hukuku” oluştu.
3- İslam
Dünyası
Osmanlı
İmparatorluğunun yıkılmasından sonra İslam Dünyasında ortaya çıkan/kurulan ve
çoğu totaliter olan modern Ulus Devletlerin üzerinde İmparatorluk dönemlerinde
“ganimet” ile oluşan toprak mülkiyeti/devlet malı “hukuksuzluğunun” hayaleti
dolaşmaktadır. Devlet aygıtını işleten siyasal ve bürokratik ekip, genellikle
“kitabına uydurarak” ve “hile-i Şeriyye”ler (Kanunlar) ile –ve fakat
“hukuksuz/adaletsiz” bir şekilde- devlet/kamu mülkiyeti üzerinden
nitelikli-nüfuz hırsızlığı yapmaktadırlar. “Hahamlardan ve papazlardan birçoğu,
(Tanrıdan devşirdikleri nüfuzla) insanların mallarını haksız yere
yedikleri”(9/34) gibi; siyaset ve bürokrasi ekibi ise, “Devlet” üzerinden
devşirdikleri nüfuz ile hırsızlık yapmaktadırlar.
Kapitalizmin
küresel egemenliğinde tüketim tutkusu körüklenmiş; fakat üretimi-ekonomisi
zayıf, işsizlik ve istihdam sorunu olan ülkelerde iktidarlar, kolayca
taraftarları için örgütlü rant, çıkar dayanışması ve iş-işçi bulma kurumlarına
dönüşmektedir. Aslında “Herkesin (Tüyü bitmemiş yetimin) “ ve “kul hakkı” olan
kamu/devlet arazilerini, yeraltı kaynaklarını ve hazinesini egemen aile, ordu
veya parti, çoğunlukla kendi yandaşlarına “peşkeş çekmek” tedirler.
Başkaları, ordular
ve şirketler aracılığı ile kendinden olmayanları sömürebilirken; İslam ülkeleri,
devlet (siyaset-bürokrasi) üzerinden kendi vatandaşlarını sömürmektedir. Kendi
vücudunun etini yemektedir. Nitelikli-nüfuz hırsızlığı yapmaktadır. Aynı şeyi
fırsatını bulan sıradan vatandaşların bir kısmı da yapmaktadır. Adi hırsızlığı
herkes suç sayıp lanetler iken ve devlet yakalayıp cezalandırırken; kamu
(herkes) malından nitelikli hırsızlığa kimse ses çıkarmamaktadır.
Türkiye’de
–kuruluşundan beri- gecekondu olayı, merdiven altı üretim, “Emsal” yolu ile
emlak rantçılığı, özel vakıflara kamu mülkiyetinde en
mal-mülk tahsisi, kamuya hizmet veren vakıf mallarının özel mülkiyete
transferi, ihale yolsuzluğu, korsan kitapçılık, vergi kaçakçılığı, masum olmayan hemşeri dayanışması, haksız etnik
asabiyet ve mafyöz ilişkiler… ile kamu malından/kul hakkından/tüyü bitmemiş
yetimlerin hakkından yani “herkesin” hakkından -“hiç kimsenin” olduğu
zannı/vehmi ile- hırsızlıklar yapılmaktadır. Özetle, Kamu hukluku bağlamında
Avrupa, -kendi içinde- İslam Dünyasından daha adaletli ve ahlaklıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.