İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, akademik çalışmalarını yürütmek için Almanya’ya giderken veda mesajında “Artık gidelim. Yerli ve milli tımarhanede herkese ruh sağlığı dilerim. Doktora tez danışmanlıklarımı Cübbeli ile Sakarya’daki tacizci Nurullah’a devrettim. İlahiyat işleri artık onlara teslim” demişti.
Türkiye şu günlerde yoğun olarak tarikatçı amirali,
kokain çekerken görüntülenen AKP çalışanını, harp okullarına öğrenci alırken
kaldırılan “irticai faaliyete karışmamış olma şartı”nı konuşuyor.
Tartışmalar 103 emekli amiralin bildirisine de yansıdı. Bize de Gülen cemaati
için ilk “haşhaşi” benzetmesini yapan, dini referanslı cemaatlerin etkinliğini
en sert dille eleştiren, siyasal İslamcı çevrelerin, dini yapılanmanın
hedefindeki Prof. Dr. Öztürk’e sormak kaldı.
- Dindarlık profesyonelleşince ikiyüzlülük oluyor.
Bezirgânlık oluyor. Din üzerinden rant, iktidar devşirmek oluyor. Din üzerinden
her türlü melaneti yapıp dinle onun üzerini örtme girişimi oluyor.
- Tarikat ve cemaatlerin en son derdi din. Onların
derdi, kolundan, bacağından, parmağından, etkili bir uzvundan devlete kene gibi
yapışmak, devlet içinde devletçikler kurmak, bir iktidar hırsıyla oraya
abanmak.
- Necip Fazıl zihniyeti, İslamcılığın 1970’lerden
sonraki dünya görüşünü büyük ölçüde şekillendirmiştir. Buradan baktığınızda bir
rövanş alma iradesi var mı yok mu, bunu artık siz takdir edin…
- 17-25 Aralık sürecinde “haşhaşi” tanımlaması da
dahil, çok ağır sözler ettim. Konuşmam dönemin AKP’li milletvekillerinin pek
hoşuna gitmedi. Oradaki görevim konuştuktan sonra son buldu.
- Biz milletçe bu pisliği temizlemekten bıktık. Artık
devlet seçim pazarlığı için oracıkta hazır duran bir milyon oyluk potansiyele
iştah kabartıp bunlarla ivaz - garaz ilişkisine girmesin. Maliyetini 15
Temmuz’da gördünüz.
- Gençliğe “Niye dindarlaşmıyor, niye ahlaki bir
hassasiyetleri yok” sorusunun cevabı burada… “Pudraşeker çekiyordum” diyen
gençlik, bin bir çeşit haksızlık, vicdansızlık manzarasına tanık oluyor.
- Ayasofya imamına, “Sen konuş” diyerek muhafazakâr,
dindar İslamcı çevrelerin tabiri caizse içini coşturacak tweet’ler attırıyorlar.
Yarın bir gün “Biz hilafet de istiyoruz” derlerse şaşmayın.
- Muhafazakâr kitleler hayatın zevklerini yeni
öğrendiler. Yarın mesela, dindarlaşma yönünde bir pratik olarak “zina haramdır”
diye yasa çıkarsalar, o alışkanlıklarından vazgeçemedikleri iş, “çokeşliliğe de
izin ver” noktasına gelecektir.
- Ben bu İslamcı, milliyetçi, mukaddesatçı,
muhafazakâr siyasi iktidarın, Türkiye’nin geleceğini sekülerizme teslim
edeceğine inanıyorum
- “Yerli ve milli tımarhane” diyerek ülkeyi terk
ediverdiniz; nasılsınız?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir sözü var: 1961 yılının 21
Ağustosu’nun günlüğünde yazar: “Türkiye beni yedi. Onun için kendisinden
istediğim gibi söz edemiyorum” der. Bir de meşhur başka bir sözü var: “Türkiye,
evlatlarına kendisiyle meşgul olmaktan başka imkân vermiyor.” Buraya
böyle bir atmosferde geldim. “Tımarhane” sözünü genel olarak
bütün Türkiye’nin insanlarına, toplumuna demedim. Spesifik olarak kendimle
ilgili söylemiştim, çünkü paylaşımımda “Yerli ve milli tımarhanede
herkese ruh sağlığı dilerim” dedikten sonra bir not düşmüştüm. “Doktora
tezi danışmanlıklarımı Cübbeli Ahmet’e falan devrediyorum, çünkü artık ilahiyat
işleri onlara teslim” diye. Bu da aslında tımarhanenin ne anlama
geldiğini, benim dünyam açısından gösteriyor. Türkiye’nin geçmişinde bu tabiri
kullanan başkaları da oldu. Mesela rahmetli Erbakan, dönemin CHP’si ile
koalisyon kurup, af çıkarıp komünistleri serbest bırakınca Necip Fazıl, “Erbakan’ın
tımarhanesinde yaşayanlara acıyorum” demiştir. Ama ben özel olarak
kendi yaşadıklarım çerçevesinde kullandım. Sabah gazetesinde yazan, ATV’nin
kanallarından senelerdir Sultanahmet Meydanı’nda ajitasyon yaparak nutuk atan,
din adına tepeden tırnağa hurafe anlatan bir şahsın Bilim ve Teknoloji
Üniversitesi’ne rektör olması, benim ilahiyat dünyam açısından ortalığın
tımarhaneye döndüğünün kanıtıdır. Burada huzurluyum, sakinim, fakat sükûnetimi
buraya ayak basar basmaz bozdular.
- Bozanlar?
10’uncu köye geldim, rahat ederim zannetmiştim ama
beni geçmişten beri kendileriyle kan davalısı olarak gören “FETÖ’cü
kalemşörler” var. Bakın FETÖ lafını her gelenin birbirine yapıştırdığı bir
etiket olarak söylemiyorum. Kimlikleri o kadar meşhur isimler ki bunlar, mesela
Adem Yavuzaslan, Cevheri Güven... Ben buraya ayak basar basmaz bunlar “Turkish
minute” gibi bazı internet mecralarında, gazetelerde yıllar önce
antisemitik söylemler ürettiğim, Yahudilere karşı bir düşmanlık beslediğim,
onlara karşı insanları kışkırttığım yönünde makaleler yazdılar. Aynı zamanda
üniversiteyi ve Alman hükümetini kışkırttılar, çünkü burada başka yerden
tutturamazsınız.
- Ortada bir kan davası mı var?
Paralel devlet yapılanması (PDY) denen çatı
iddianamesinin bilirkişi raporunu yazmıştım. Yaklaşık 200 sayfa. Keza bu 17-25
Aralık sürecinde “haşhaşi” tanımlaması da dahil, çok ağır sözler ettim.
Meclis Darbe Komisyonu’ndaki rapor heyetinde de vardım. Fakat o komisyondaki
konuşmam dönemin AKP’li milletvekillerinin pek hoşuna gitmedi. Oradaki görevim,
konuştuktan sonra son buldu.
- Çok mu ağır konuştunuz?
“Devlet ve siyaset, dini grup ve yapılarla kapalı
kapılar arkasında seçim üzerine kirli pazarlıklar ve alışverişe girme huyundan
lütfen vazgeçsin” demiştim.
Birini yakamızdan güç bela silkiyoruz, öbürü çok geçmeden paçamızdan asılıyor.
Yani biz milletçe bu pisliği temizlemekten bıktık. Artık devlet seçim pazarlığı
için oracıkta hazır duran bir milyon oyluk potansiyele iştah kabartıp bunlarla
ivaz - garaz ilişkisine girmesin. Bunun maliyetini 15 Temmuz’da gördünüz.
- Aslında son günlerin tam da ana gündem konusuydu.
Bir amiralin makam arabasıyla gittiği tarikat evinde, askeri üniforması
üzerindeki sarık ve cüppe ile fotoğrafları ortaya çıktı...
Bugünkü tablo hiç akıllanmadığımızı gösteriyor. Öyle
görünüyor ki siyaset, işine yaradığı, bunları sevk ve idare ettiği sürece
siyasi pragmatizmin icaplarına uyarak bu yapılarla alışverişini hâlâ
sürdürüyor. Bunu da sürdürmek durumunda.
- Neden?
Bugünkü siyasi oy dengelerine bakıldığında artık
tabiri caizse 51’lik bir mengeneye sıkışmış siyasi iktidarın havadan geçen
kuşa, yüzde 0.5’lik oya bile çok acil ihtiyacı var. Bu yapıların karakteristik
özelliği şudur: Başlarındaki kişiyi razı ettiğinizde, arkadaki kitle kaç yüz
bin ise onlara bir işaret, bir tavsiye kâfidir. Dolayısıyla tek tek insanları
ikna etmeye çabalamak yerine bir kişiyi, amiyane tabirle kafaladığınızda on
binlerce kişiyi sandığın başına aynı istikamette yönlendirebiliyorsunuz.
- Mustafa Bey, Türkiye 15 Temmuz’da bir darbe girişimi
yaşadı. Geçenlerde Cumhuriyet’in ortaya çıkardığı haberi izlemişsinizdir. Harp
okulları ile astsubay meslek yüksekokullarına öğrenci alımına ilişkin yapılan
değişiklikle irticai faaliyete karışmamış olma şartı kaldırıldı. AKP döneminde
tarihinin en büyük darbesini alan silahlı kuvvetlerde yeniden tarikatlara,
cemaatlere kapı mı açılıyor?
Bu bir facia. Bunu kaçınılmaz bir gidişatın yine
kaçınılmaz bir icraatı olarak görüyorum. Demokrasi dediniz, özgürlük dediniz,
açılım yapacağız dediniz; baktınız toplumda yaprak kımıldamadı, kimse oralı
olmadı, çünkü insanlar inanmıyor. İktidarın küçük ortağı MHP kanadını
düşünelim. Cumhurbaşkanı açılım adımı atacak bir söylem ürettiğinde, arka
taraftan “HDP kapatılsın” diye bir ses geliyor. Dolayısıyla atacağınız adımı
aşağı çekiyor. O iş bitti mi, bitti. Konsolide edilecek neresi kaldı? İşte
orası İstanbul İl Başkanı’nı getirdiğiniz mecra... Yani Milli Görüş tabanı.
Efendim, Milli Görüş’ün temsil ettiği partinin kapısından giremiyorsanız
Oğuzhan Asiltürk bacasından giriyorsunuz. İstanbul İl Başkanı’nı eski Milli
Görüş tandansından seçiyorsunuz. Ayasofya imamına “Tavşan kaç, tazı tut”
misali, “Sen konuş” diyerek muhafazakâr, dindar İslamcı çevrelerin
tabiri caizse içini coşturacak tweet’ler attırıyorsun. E, orayı bir tür gayri
resmi şeyhülislamlık makamı gibi konumlandırıyorsun, sonra cemaatlerin önünü
açıyorsun falan... Bütün bunların sebebi, dindar-muhafazakâr kitleleri
konsolide etmek... Şimdi yarın bir gün “Biz hilafet de istiyoruz” derlerse
şaşmayın.
- Kaldı ki bunu dile getirenler de oldu…
Bunlar, bir zümreyi elde avuçta tutmak için onların
üst üste gelen taleplerine boyun eğmek demek. Burada boyun eğmenin yanı sıra
isteyerek, bilerek yapma iradesi de var mı, vallahi ondan tam emin değilim!
- Şunu mu diyorsunuz: Aslında bir ‘din devleti’ kurma
ideali yok, her şey oy için…
Bugünkü siyasi iktidar elitlerinin dünya görüşünün
arka planını büyük ölçüde bir kişi dolduruyor: Necip Fazıl Kısakürek.
Milli Türk talebe birliklerine nutuk çektiği dönemlerinde onun en hararetli
takipçilerinden oluşan bir kadroyla karşı karşıyayız. Necip Fazıl, 1930’larda
Atatürk ve Cumhuriyet hayranıdır. “Atatürk dirilecektir” diye
makale yazar. Oradaki dirilecek sözü manevi, ruhani bir dirilme değil, maddi ve
hakiki âlemde dirilmek anlamındadır. Gene o yıllarda Kubilay olayı üzerine
Ankara Türk Ocakları’nda verdiği bir konferansta “Bu yobazların,
mürtecilerin yeşil kanları bu ülkenin nüfus kâğıdından silinmedikçe bu devrim
ağacı yeşermez…” der. Hatta 1932’deki bir çalışmasında “Bu
softalık dediğim şey zamanın akışına direnen, eskide ısrar eden bir zihniyettir.
İslam geldiği zaman o dönemin softaları putperestlerdir, bugün ise insanlığın
ve bu milletin ilim, irfan yolunda ilerlemesinin önündeki softalık İslamın ta
kendisidir” sözü vardır. 1940’larda CHP’den milletvekili adaylığı oluyor. İsmet
İnönü reddediyor. 1946’ya doğru -ki Demokrat Parti kurulmuş, Türkiye
Amerika’nın dümen suyuna girmeye başlamıştır- CHP düşmanlığına evriliyor dili.
Menderes’e “Köleniz olmayı kabul buyurun efendim” diyor. 1954-1960
arası borç batağına düştükçe, parası bittikçe ajitasyonlu mektuplar yazarak
Menderes’ten tam 147 bin liralık örtülü ödenek almış ve bunun karşılığında
Atatürk’e, Cumhuriyet’e, devrimlere karşı pozisyon almıştır. Sonra Erbakan’a
yaslanıyor. Erbakan CHP’yle iktidar ortağı olunca bu kez milliyetçi kanattan
Erbakan’a sövüyor; hem de ne sövme! 1975’te, Atatürk’ün olur da benim olmaz mı
dediği bir gençliğe hitabesi var. Orada “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin,
evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik…” diyor.
- Bugünkü “kindar ve dindar gençlik” tanımı yani…
Aynen… Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’ten o güne kadarki
serencamını ahlaksızlık, kokuşmuşluk, fuhuş, kumar, içki ile tanımlayan, bunun
mutlaka rövanşının alınması gerektiğini gençliğe vasiyet olarak dikte eden bir
hitabe… Bu Necip Fazıl zihniyeti, bu faşizan dil, İslamcılığın 1970’lerden
sonraki dünya görüşünü büyük ölçüde şekillendirmiştir. Buradan baktığınızda bir
rövanş alma iradesi var mı yok mu, bunu artık siz takdir edin…
TARİKATLARIN DERDİ DEVLETE KENE GİBİ YAPIŞMAK
- Tarikat ve cemaatlerin derdi ne?
Onların ilgili oldukları en son, en ehemmiyetsiz konu
din ve milletin dindarlığı. Onların derdi, kolundan, bacağından, parmağından,
etkili bir uzvundan devlete kene gibi yapışmak, devlet içinde devletçikler
kurmak. Her insanda, her grupta olduğu gibi bir iktidar hırsıyla oraya abanmak.
Bu noktada din, cumhuriyet ve laiklik karşıtlığı kitleleri o hedefe yöneltmede,
kışkırtmada bitmez tükenmek, sembolik bir sermaye. Bizim halkın da okumak,
sorgulamak gibi bir derdi olmadığı, sükseli retoriklerle coşmaya yatkın olduğu
için arkaları sıra sürüklüyorlar. Peki, bu iktidar neye evrilecek? Burada
ilginç olan şu: Devlet, bu yapıların resmi olarak tanınması koşuluyla pazarlığa
girişse bile kabul etmeyecekler, çünkü resmiyet demek, şeffaflaşmak demek.
Şimdi öyle değil ki… Her yerde varlar, etkililer ama sorumluluk söz konusu
olduğunda hiçbir yerde yoklar. Maliyet doğuran hiçbir hasarı kabul etmiyorlar.
Şu anda her biri sermaye toplama sektörü gibi çalışıyorlar. Dolayısıyla kendi
tabanlarını da dinle, imanla tutmuyorlar, saadet zinciri şeklinde
oluşturdukları menfaat ilişkisi içinde tutuyorlar.
- Yani kazan kazan dedikleri..
Bu ilişki iki türlü oluyor: Birincisi maddi menfaat.
Yani işadamıysanız o cemaatin hinterlandı içinde iş kurup işinizi
büyütebiliyorsunuz; ihaleler alabiliyorsunuz. Devletin bir bakanlığına çöküp, o
bakanlığın bütçesini de istediğiniz şekilde yönlendirebiliyorsunuz. Sonuçta
kazan-kazan oluşuyor. Devlette tasallut da mali iktidar arzusuyla oluşan bir
şey.
- Ya ikincisi?
O da bürokrasiye atanmalarda, akademik kadrolarda,
rektör, dekanlık atamalarında akreditasyon mercii oluşturmak. Mesela bugün
neredeyse yükseköğretim kurumunun tüm birimlerinde belli bir cemaate aidiyet,
akreditasyon belgesidir. Bunlar benim bilirkişi raporu olarak yazdığım, sonra “Din
Sermayesinden İktidar Devşirmek” diye kitaba dönüştürdüğüm FETÖ yapılanmasının
tıpkısı.
SEKÜLER HAYATIN TÜM ZEVKLERİNİ YAŞIYORLAR
- Din/para ilişkisine, şatafatlı yaşama gelirsek: Bir
AKP çalışanının lüks arabada kokain çekerken ya da bir lüks otelde sefa
sürerken fotoğrafları yansıdı… Şaşırdınız mı?
Beni şaşırtmadı, küçük bir şey gördük. Bu gençliğe o
kadar abanılıyor da “Niye dindarlaşmıyor, niye ahlaki bir hassasiyetleri
yok” sorusunun cevabı burada… “Pudraşeker çekiyordum”
diyen apolitik sandığınız bu gençlik, bin bir çeşit haksızlık, vicdansızlık
manzarasına tanık oluyor. Muhafazakâr kitleler, o çocuk örneğinde olduğu gibi
yaşam standartlarında birkaç eşik atladı. Son 15 senedir alıştıkları yaşam
tarzları dindarlaşma yönündeki siyasi icraatlara müsaade etmeye ya da bundan
hoşnut olmaya izin vermiyor. Onlar şu anda seküler hayatın bütün zevklerini
adeta soğurtarak yaşıyorlar. Dolayısıyla toplumun dışına yansıyan “Türkiye
giderek teokratik bir yere doğru mu sürükleniyor” sorusundan bizatihi
siyasi iktidarın alt kadrolarındaki insanlar hiç hoşnut değiller. Hayatın
zevklerini yeni öğrendiler, hiç de bırakacaklarını zannetmiyorum. Yarın mesela,
dindarlaşma yönünde bir pratik olarak “zina haramdır” diye yasa
çıkarsalar, o alışkanlıklarından vazgeçemedikleri iş, “çokeşliliğe de izin ver”
noktasına gelecektir.
- Siz “Tarikat profesyonel dindarlıktır” dersiniz…
Dindarlık profesyonelleşince, karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor?
İkiyüzlülük oluyor. Bezirgânlık oluyor. Din üzerinden
rant, iktidar devşirmek oluyor. Din üzerinden her türlü melaneti yapıp dinle
onun üzerini örtme girişimi oluyor.
- Çocuklarımız tarikatların pençesinde… Onları nasıl
bir tehlike bekliyor, aslında Türkiye’yi nasıl bir tehlike bekliyor?
Ben bu İslamcı, milliyetçi, mukaddesatçı, muhafazakâr,
siyasi iktidarın Türkiye’nin geleceğini sekülerizme teslim edeceğine inanıyorum.
İstediğiniz kadar “Dindar nesil yetiştireceğiz” diye bağırın,
istediğiniz kadar imam hatip açın, istediğiniz kadar televizyonlarda Nihat
Hatipoğlu gibilerine vaaz ettirin, gelinen yer öyle bir yer ki doğanın akışında
Türkiye sekülerizmi keşfedecek. sekülerizmin baharı olacak. Kurumsal din, büyük
ölçüde itibarını yitirecek ve o itibarı da kısa sürede tamamlayamayacak. Bunlar
benim tespitlerim.
- Peki, böyle düşündürten argüman?
Din toplumsal alana en çok ahlak olarak yansıtılır.
Ahlakın da pratik çıktıları, atıyorum bu toplumun daha merhametli, daha
şefkatli olması… Dolayısıyla dindarlığın sürekli empoze edildiği bir ülkede,
çalmasından çırpmasına, kadına şiddette gözle görünür şekilde eskiye oranla bir
iyileşmenin sonuç vermesi gerekir. İstatistikler elinizde. Bundan 25 yıl önce
sorun teşkil eden problemler boşanmalar, kadın cinayetler, aile yapısında
çözülmeler, adi suç oranları, cinayetlere bakın, bir de bugüne bakın. Bu tablo
insanlarda dindarlıktan yana bıkkınlık üretti. Bu duygu, tırnak içinde kurumsallaşmış
yapılardan yaka silkmelerine neden oldu.
- Nereden anlıyoruz?
Ateizme, deizme kayıyor diye bir hikâye var ya, bu
çocuklar felsefi olarak deizmi, ateizmi okuyup ben bunda karar kıldım demiyor
ki. Şu andaki mevcut yapılara ilgisizliğin adını öyle koydular. Bugün
bıktıkları için, soğudukları için uzaklaştılar, adını da böyle koydular.
Protest bir tavır olarak okuyorum. Bu yüzden, dönemin dindarlık üzerinden
yaptığı yıkımın doğal neticesi olarak sekülerliğin keşfedilmesi ve bir bahar
olarak yaşayacağına dair öngörüm var.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANI AYLARCA SUSTU, ŞİMDİ KÜKRÜYOR
- Marmara İlahiyat’ın eski dekanı Prof. Dr. Ali
Köse’nin itirazı çok önemliydi. Ama genel olarak ilahiyatçı akademisyenlerin
pek çoğu sesini çıkarmıyor… Neden?
Ali Hocam ne der bilmiyorum ama o da o sözü
söyledikten sonra ödülünü aldı. Ben emeklilikle ayrıldım, Ali Bey’in de “Bir
FETÖ gider bin FETÖ gelir” dedikten sonra dekanlık görevi
sonlandırıldı. Böyle çıkışlar ödüllü oluyor, herkes ödül almak istemiyor. Bir
de ilahiyat fakültelerindeki hocalarımızın genel düşünce yapıları “Bana
değmeyen yılan bin yaşasın” yapısıdır. Bu çok ahlaki bir şey değil. FETÖ ile
kavga başladığında siz hiç ilahiyatçı sesi duydunuz mu? Duymadınız. Bugünkü
Diyanet İşleri Başkanı’ndan aylarca bir tek beyan duyulmuş mudur? 17-25
Aralık’tan darbeye kadar geçen sürede ne kadar konuşmuştur, bakın… Ama şimdi
kükrer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.