104 emekli amiralin 4 Nisan gecesi marjinal bir mecrada yayınlanan açıklaması sivil asker ilişkilerini yeniden gündeme taşıdı. Türkiye’de sivil-asker ilişkileri, 15 Temmuz’un ardından yoğun şekilde tartışıldıktan sonra, son 2-3 yıldır gündem dışı kalmıştı.
Son olay sonrasında açıklamanın bir darbe
çağrısı olup olmadığı, silahlı kuvvetler içerisinde nasıl ve ne ölçüde bir
rahatsızlığa tekabül edip etmediği ve bildirinin ortaya çıkış süreci
tartışıldı. Nihayetinde savcılığa sevk edilen amiraller, biri hariç, serbest
bırakıldılar, konu da gündemin alt sıralarına indi. Son durumda olup biteni
yorumlamak ve sivil-asker ilişkilerine dair bazı gözlemlerimizi yazmak daha
mümkün hale geldi.
EMEKLİ SUBAY SİYASETİ
Bildiriye dönersek; bildirinin emekli
amirallerden gelmiş olması onu önemsiz kılmıyor. Ordularda kurumsal bağ çoğu
zaman ve yerde emeklilik sonrası da devam eder. Bazen emekli generallerin
etkisi bunun da ötesine geçebilir; bir baskı grubu işlevi görebilirler, komuta
kademesi üzerinde baskı oluştururlar.
AK Parti’nin ilk yıllarında, eski
Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın
hükümeti uyarıcı tonda yaptığı sert bir konuşmadan sonra mealen ‘rahat bir
nefes aldıklarını’ belirtmişti. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde başlayan
Cumhuriyet Mitinglerinde emekli generallerin oynadıkları rol bir başka örnek
olarak verilebilir. Emekli subaylar İran’da 1953, Fransa’da 1961, Türkiye’de
1963 darbe girişimlerinde olduğu gibi darbelerde de rol oynayabilirler.
Emekli generaller/amiraller siyasi
açıklamalar yaptıklarında bunun muhakkak bir ölçüde orduyla karşılıklı
etkileşim içinde olacağını söyleyebiliriz. Emekli subayların bir şekilde
ordunun tamamından kopuk bir düşünceyi yansıtacakları fikrini kabul etmek zor
çünkü orduyla yakın bağları var ve gözlem yapma kolaylığına sahipler; onların
ordudan aksettirdikleri fikirlerse yeniden orduya dönüyor, muvazzaf subaylar
arasında alıcı buluyor veya tepki çekiyor.
Şu da doğru tabii; bu kişiler nihayetinde
emekliler, ellerinde emir verebilecekleri subaylar veya askerler yok. Onlarla
rütbece çok daha alt seviyede subaylar arasındaki ilişki haliyle bir emir
komuta zinciri değil. Bırakalım darbeyi, siyaset hakkında açıktan kendi
çevresinde konuşmayı göze alacak herhangi bir subay bile cesaretini emekli
amiraller açıklamasından almaz; bu tarz bir cüretkâr kararda, hele ki
Türkiye’de 15 Temmuz sonrası, ordu içinde muhtemelen derin bir güvensizlik ve
ketumluğun hüküm sürdüğü bir ortamda, daha kompleks dinamikler geçerli olur.
Açıklamaya imza atan emekli amiraller,
darbelerde asgari rol oynayan deniz kuvvetlerine mensuplar ve çok keskin, net,
ulusalcı gruptan geliyorlar. Fikirleri silahlı kuvvetlerde yankılansa bile
diğer kuvvetler ve hele İçişleri Bakanlığına bağlı, 15 Temmuz sonrası darbe
kalkanı kuvvet olarak konumlandırılan Jandarma’da ne kadar destek bulacakları
muamma. Dolayısıyla, emekli amirallerin yaptıkları bu açıklamanın olası kalıcı
etkilerini değerlendirirken ne tamamen küçümsemek ne de fazla önem atfetmek
gerek.
Emekli subayların son dönemde ironik
şekilde bu kadar gündem olmasının da hükümetin de bir eseri olduğunu söylemeli.
Son kertede ‘Mavi Vatan’ fikrinin bu denli popülerleşmesi ve hiç ummayacağınız
kimselerin dilinde sorgulanmadan tekrar edilir hale gelmesi, Doğu Akdeniz’deki
gelişmelerin sonucu olduğu kadar ulusalcı emekli subaylara ana akım medyada bu
kadar yer verilmesinin de eseri.
Mavi Vatan fikri, kökeni 2000’lerin başına gitse de, son yıllarda
hükümetin bu yaklaşıma resmi söyleminde yer vermesi sayesinde bu ölçüde
meşruiyet kazandı. Ancak hükümet şu kritik hususu unuttu veya görmezlikten
geldi: Mavi Vatan yalnız bir askeri perspektif, ‘Türkiye’nin ihmal ettiği deniz
gücünü hatırlaması’ ve ‘uluslararası sularda egemenlik haklarını savunması’
gerektiği gibi bir fikirden ibaret değil. Mavi Vatan, onu dile getirenler
nezdinde içeride de belirli bir yönetim tarzını, azınlıklara bakışı, sıkıntılı
bir demokrasi anlayışını ifade eden bir paket.
15 Temmuz darbe girişimine özellikle
ulusalcı askeri kanattan gelen direnişin nedeni darbenin anti-demokratik
olmasından ziyade, darbeyi kimin yaptığı ile alakalıydı. Yani onların bence
önemli bir kısmı darbeye, darbelere karşı oldukları için değil, darbe teşebbüsünün
failinin FETÖ olması motivasyonuyla direndiler.
HÜKÜMETİN TEPKİSİ
15 Temmuz sonrası Türkiye’de sivil-asker
ilişkilerinde atılan tüm adımların (Genelkurmay Başkanlığının ve kuvvet
komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı (MSB)’ye bağlanması, kışlaların şehir
dışına taşınma kararı, askeri liselerin kapatılması vb.) en somut sonucu,
ordunun kontrolünün Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a emanet edilmesi oldu.
Ali Bayramoğlu’nun da not ettiği üzere,
süreç bizleri güçlendirilmiş bir sivil MSB yerine, askerileştirilmiş bir MSB’ye
götürdü. MSB Akar neticede ordu içerisinde kontrolünü sağlarken, fazla
sivrildiğini düşündüğü komutanları tasfiye etti. Önce Suriye’deki
operasyonlardan sonra isimleri popülerleşen Zekai Aksakallı ve İsmail Metin
Temel, son olarak Doğu Akdeniz ve Mavi Vatan kavramlarının popülerleşmesini
sağlayan Cihat Yaycı emekli edildi. Bu bakımdan emekli amiraller bildirisi de
Hulusi Akar’ın pozisyonunu açıkça pekiştirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 27 Nisan’da
muhtırasında olduğu gibi benzer gelişmelere geçmişte verdiği sert, orduyu açık
açık veya dolaylı olarak vesayet unsuru olarak konumlandırılan tepkilerinin
aksine yaptığı ılımlı açıklama, bildirinin emeklilerden gelmiş olması, MSB
Akar’ın verdiği bilgilere binaen bildiriye gereksiz bir önem atfetmekten
kaçınmış olması şeklinde yorumlanabilir. Ancak bence bunun iki nedeni daha
var.
İlk olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan uzunca
bir süredir orduyu artık karşısında değil, yanında konumlandırmak istiyor.
Silahlı kuvvetler artık hükümete karşı vesayetin bir parçası olarak
konumlandırılmıyor. İkinci neden ise daha stratejik olabilir; hükümet bir
yandan benzeri bir olayda idari yaptırımlara izin verecek düzenlemeler için
harekete geçerken, diğer taraftan bu açıklamanın ortaya çıkış süreci ve sonrasında
ordu içerisindeki izlerini, amirallerin bağlantılarını araştırmayı daha
akıllıca bulmuş olabilir.
Yine de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu olayı
tam olarak nasıl okuduğunu, ne ölçüde tehdit olarak gördüğünü gelecek Ağustos
ayındaki Yüksek Askeri Şura toplantısından sonra göreceğiz. O toplantı sonrası
verilecek terfi, ihraç, emekliye sevk gibi kararlar bize geriye dönük olarak
hükümetin bu açıklamayı nasıl gördüğünü anlama imkânı sağlayacak.
POST-EMPERYAL ORDU EGOSU?
Türkiye’de mevcut yoğun kutuplaşma ortamı,
orduda FETÖ gözaltılarının hız kesmeden devam ediyor olması ve amiraller
açıklaması da dahil olmak üzere Türkiye siyasetindeki genel kutuplaşma silahlı
kuvvetlerle hükümet arasındaki ilişkide mutlaka bir baskı unsuru oluşturuyor.
Ancak hükümetin silahlı kuvvetlerle
ilişkisini yönetmekte elindeki en büyük kozun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 14
Nisan’daki açıklamasında da, bildiriye Vatan Partisi cephesinden gelen
itirazlarda da görülen, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatları, Libya
müdahalesi, S-400’lerin ABD muhalefetine rağmen satın alınması, yerli silah
sanayiindeki gelişmeler ve son olarak Dağlık Karabağ müdahalesi ile anılan
‘bağımsızlıkçılık’ta, daha bağımsız dış politika algısında olduğunu
düşünüyorum.
Türkiye’de bundan sonra siyasetle silahlı
kuvvetler arasındaki ilişkiyi düşünürken de Türkiye’nin post-emperyal devlet
egosunun post-emperyal ordu egosu ortaya çıkarıp çıkarmadığını ve bunun
hükümetlerle olan ilişkilere bugün cari ve gelecekte olası etkilerini
değerlendirmek gerekecek.
Türkiye’nin Suriye ve Libya operasyonları,
Doğu Akdeniz’de donanma varlığı, Somali ve Katar’da kurulan askeri üsler,
Dağlık Karabağ müdahalesi gibi sınırları ötesinde gösterdiği askeri aktivizm
bir yandan silahlı kuvvetleri yeterince meşgul ederken, bir post-emperyal ordu
egosu ortaya çıkarıp çıkarmadığını da sorgulatıyor.
Post-emperyal ordu konusu şimdiye dek
‘post-emperyal ordu sendromu’ olarak ele alınmış duruyor. Bu da özellikle
Charles De Gaulle dönemi, post-kolonyalizm sancıları içinde Fransa ve Sovyetler
Birliği sonrası Rusya’dan bahisle, ordunun iç ve dış siyasette yeni rolünü
keşfetmesi, bu keşif sırasında yaşanan sorunlar ve orduların aslında
zayıflaması vesilesiyle ele alınmış.
Türkiye gibi ulus-devlete geçiş sürecinde
ordunun ulus-devlet ordusu olarak şekillendiği, hırslarını
daralttığı/körelttiği ve yayılmacı amaçları bilinçli şekilde reddettiği
yerlerde ise, reel sınır dışı askeri aktivizm, silah sanayiindeki gelişmeler ve
bunlara eşlik eden ‘Büyük Türkiye’ söyleminin post-emperyal ordu egosunu
besleyip beslemediği ve bu sürece paralel olarak kadroları yenilenen ordunun
post-emperyal egosuyla post-emperyal ülke egosu arasındaki
insicamın/uyumsuzluğun sivil-asker ilişkilerini bugün nasıl etkilediğini ve
gelecekte nasıl etkileyeceğini de hesaba katmak gerekecek.
ÖMER ASLAN NEDİR?
2008 yılında Bilkent Üniversitesi Siyaset
Bilimi bölümünü bitirdi. Uluslararası ilişkiler alanında yüksek lisansını
London School of Economics’te bitirdi. Doktora derecesini Bilkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi bölümünden 2016 yılında alan Aslan, Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’da ordu ve siyaset ilişkileri, dış aktörler ve askeri darbeler, Pakistan
dış politikası ve terör ve radikalleşme alanlarında çalışmalar yapıyor.
Halihazırda Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
bölümünde öğretim üyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.