AK PARTİ NEDEN İDEOLOJİK ORTAKLARA İHTİYAÇ DUYUYOR?
Bu sorunun cevabı için siyasi ve ideolojik ağırlık
ayrımına gitmemiz gerekebilir. Demokrasiye 1950’lerde geçişimizle halkın
oylarıyla gelen iktidarlar ülkeyi yönettiler. Ancak asker ağırlıklı atanmış
kurumsal güvenlik bürokrasisi de, özellikle MGK üzerinden devletin sivil
yöneticiler üzerindeki kırmızı çizgilerini belirlediler.
Sivil alan, bir bakıma bazıları açısından
politikacıların ekonomi ve rant ağırlıklı yönetebilecekleri kendilerine
devredilmiş alandı. Devletin başta dış ve iç güvenlik siyasetini, devletin
1914’lerden buyana gelen geleneksel varsayılan değişemeyen kurucu ideolojisi
belirliyordu.
HALKTAN OY ALABİLME YETENEĞİ
Bu muvacehede detaylara geçmeden, siyasetin (Ak parti)
ülkeyi yönetebilmek amacıyla halktan oya ihtiyacının olduğunu, güvenlik
bürokrasisinin de tarihsel ve kurumsal bir geleneğin devamı olarak da bunun
ideolojisi ile var olabildiğini ifade edebiliriz.
Bugünkü anlamda Ak parti oy alma kapasitesiyle
siyaseti, ittifaktaki iki parti ise derin ideolojiye sahip temel bürokrasiyi
temsil ettiklerine inanmaktadırlar denilebilir. Böyle bir ittifak da ülkemizin
böylece yaşanan sistem krizlerinden sonraki yönetim modelini oluşturmakta.
STATÜKONUN DIŞINA TAŞMAYA ÇALIŞANLAR
Doğrusuyla ve yanlışıyla, demokrasi tarihimizde oy
alabilme gücü etkin olan Adnan Menderes, Demirel, Özal, Erbakan, Gül ve Erdoğan
ideolojik statükoyu zorlayıp aşmaya çalışmışlardır. Bunun en somut
örneklerinden birisi merhum Özal’ın Musul Vilayetini ülkenin sınırlarına
federasyon olarak katma çabasıdır denilebilir. Özal kendi ifadesi ile baba
Bush’u ikna edebilmiş ancak bizim bürokrasiyi ikna edememişti.
OSMANLI’NIN REFORMLARIYLA YÖNETEMEME SORUNU
Bugünün beka versiyonu derin ideolojinin oluşmasında
19.Yüzyılın başlarında devleti aliyemize karşı gerçekleşen etnik isyanlar ve
ardından ayrılmaların rolü büyüktür. İmparatorluk artık toprağa dayalı iaşe ve
ibate gelir sistemiyle ekonomisini sürdüremiyordu.
Sanayi ve ticaret devrimi lojistiği ve savunmayı
yeniden tanımlıyordu. Bunun temelinde de ne kadar yıkıcı olsa da aydınlanma
düşünce devriminin matematik-fizik dönüşüm modeli olarak da sahaya yansıması
vardı. Devleti-aliyemizin muhterem yöneticileri ise işin bu tarafını hep ihmal
etmişlerdi. Osmanlı’ya karşı başlayan sonradan da etnik niteliğe dönüşecek
isyanların çoğu idari adaletsizliklere karşı tecelli etmiştir.
Sırp isyanı iki ayrı adalet talebinin sonucu sıradan
bir domuz çobanı Kara Yorgiyi halk kahramanından, dış yapının müdahalesi ile de
ulusal bir kahramana dönüştürmüştür. Müslüman masum Türk ve Kürtlere
işkenceleriyle tarihe geçen Antranik paşa lakaplı Şebinkarahisarlı Osmanlı
Ermenisi bir yük işçisiydi. Onun da etnik bir katliamcı milliyetçi isyancıya
dönüşme hikayesi benzerdir.
Osmanlı hukuk ve idari reformları ile merkezileşmeye
çalıştı. Bu reformları bu kadar geniş topraklarda taşıyabilecek ekonomiyi
üretemedi. Tersine başarılı reformların bir kısmı yolsuzluklarla heba oldu.
Sonunda da zaten iş, devrin devlet adamı ve alimi Ahmet Cevdet paşanın
“Maruzat” ında yazdığı gibi, etnik grupların imparatorluk içinde eşit statü
istemeleri ve hak taleplerinin bir tür baş kaldırı olarak değerlendirilip
bastırılması gereken bir eylem olarak belirlenme noktasına gelinmişti.
OSMANLININ NİTELİKLİ GAYRİMÜSLİMLERİ
İşin bir başka yönü de nitelikli sermayenin ve
zanaatın Osmanlı Hıristiyanları, Yahudileri ve Dönmelerinde olmasıydı. Bunların
çoğu askerden muaf batı eğitim kurumlarında eğitim almışlar, dil bilirler ve
yabancı dünya ile iyi ilişkiler kurabiliyorlardı. İmparatorluğun dış dünya ile
ticaret ve üretim rekabetinde bu sınıf yegâne şansıydı. Ancak pek iyi
değerlendirilemediler. Üretim ve ticaretten ziyade faizli borç finansman
modelinde öne çıktılar.
Özellikle Abdülhamit döneminde eğitim, lojistik ve
hizmet altyapısına yönelindi. Belki de Cumhuriyetimizin alt yapı kurumları
oluşturuldu. Ancak imparatorluğun iddialarını taşıyabilecek bir ekonomik düzen
yine oluşturulamadı.
DERİN İDEOLOJİ OLUŞURKEN
İttihat Terakki Cemiyetinin 1907’lerde illegal Selanik
kongresinde imparatorluğun planlı tasfiyesini kararlaştırmıştı. Türk ve Kürt
ana Müslüman unsurun Anadolu’ya esas olan güvenli alanına misakı milli adı
sonradan verilecekti. Enver, Talat ve Cemal’in oluşturduğu icra merkezini
ideolojik olarak Ziya Gökalp, Bahattin Şakir, Dr. Nazım ve sonradan bu gruptan
pişman olup ayrılan Ahmet Rıza beylerin oluşturduğunu görebiliyoruz.
Bu karar mekanizması güvenli alanda artık Hıristiyan
unsur istemiyordu. Tek vatan, artık tek ulus ve tek dine doğru yol alıyordu.
Böylece bugünlere uzanan ideolojik yaklaşımın nüvesi belli oluyordu. M. Kemal
Atatürk devleti kurarken bu miras kendisine zorunlu kaldı. Kendi vizyonu
doğrultusunda bu mirası yorumlamaya dengelemeye çalıştı. Osmanlı Hıristiyanları
tehcir, mübadeleler veya karşılıklı acılarla tasfiye edilmeseydi bugün ülkemiz
ne ve nasıl olurdu?
Bunun cevabı oldukça hipotetik ve zor olabilir. Ama
bugünlere kadar hala belirleyiciliği ortadan kalkmamış bir tartışmadır da bu.
İki tezinde insani yönünü bir tarafa bırakırsak tutarlı yönleri olabilir.
Allah’ın yaratılışta ve özgür iradede de farklı kıldığı ve tercih hakkı
tanıdığı alemde yeknesak bir siyasi düzenin hep sürdürülebilirliği de ayrıca
kolay cevaplanamayacak bir konudur.
KURUCU FELSEFE
13. Yüzyılın sonlarında Balkan ve Anadolu’nun kaos
ortamında Orta Asya kolonizatör dervişlerinin insan sevgisiyle kurulan,
Osmanlının kurucu felsefesi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” üzerineydi.
Özellikle Balkan ve Anadolu Hıristiyanları üzerine kurduğu rıza üretme
mekanizması bunun üzerineydi. Siyaset yapma tarzımız ne kadar kutuplaştırıcı ve
ayrıştırıcı olursa olsun, Anadolu topraklarında 1000 yıllık insan sevgisinin
izleri derinlerde hala mevcuttur.
Bugün Türkiye 20. yüzyılın başındaki Türkiye değildir.
Tüm iç ve dış sorunlarına rağmen ülkemiz, dünyanın ilk 20 ekonomisi içindedir.
Yumuşak ve sert güç caydırıcılık potansiyeli açısından da bölgesel belirleyici
aktördür. Bugünün şartlarında artık kurucu ideolojinin ülkenin bedenine artık
uyamayacağına dair ısrarlı güçlü bir azınlık dışında genel bir sessiz toplumsal
bir mutabakat mevcuttur.
1914’ün mutasyona uğramış olan ideolojisi, deneyimlerini göz ardı etmeksizin artık 1000 yıllık bir kurucu felsefeyi taşıyamamaktadır. Belki de ideolojiyi ve bekayı devletin derinliklerinde aramak yerine önümüzde çok açık duran kurucu felsefeyi milletin ve halkın vicdanında keşfetmek tek çıkış yolu olarak önümüzde durmaktadır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.