Meşhur darb-ı-meseldir: Konstantinopol, Osmanlı padişahı II. Mehmed komutasındaki ordu tarafından ele geçirilirken dönemin Hristiyan uleması meleklerin cinsiyetini tartışmaktadır. Bizans son demlerinde ortalık zaten karışıkken ehl-i-ilmin, ön cephede olmasalar bile olanlara moral destek vererek vaziyet almak yerine –var olup olmadıkları ayrı bir tartışma konusu olan- meleklerin bir de biyolojik cinsiyetlerine odaklanmaları ilk duyduğunda herkeste kekremsi bir tat bırakmaktadır. Belki bugün tartışıyor olsalardı meleklerin toplumsal cinsiyetine hatta cinsel tercihlerine kadar, tartışmanın spektrumunu da genişletebilirlerdi.
Bu anektodun
gerçek olup olmaması bir yana, her zaman alaycı bir dille anlatılması hep
dikkatimi çekmiştir. Çünkü vatanlarını canları pahasına kanlarının son
damlasına kadar savunmak üzere topyekûn bir seferberliğin parçası olması
beklenen bu teologlar, ezberleri bozarak aslî işleri teolojik tartışmalarını
sürdürmeleriyle bu beklentiyi boşa çıkarmışlardır.
Bundan kelli
mevzubahis ilahiyatçılar işlerine otantik sadakatleriyle hafife değil ağıra
alınacak bir tablo çizmektedirler zira bu din alimleri şehir düşmüş hatta
imparatorluk yıkılmış olsa bile işlerini en iyi şekilde yapmanın
gayretindedirler. Belki de bu alimler, nasıl olsa Müslümanlar şehri ele geçirse
bile kadim savaş hukukun gereği din adamlarına dokunulmayacağının bilgisini
haiz olmanın getirdiği rahatlıkla da hareket etmiş olabilirler.
BİLGİNİN
GÜCÜ ADINA...
Bu yazı artık her
an maruz kaldığımız bilgi bombardımanının bizatihi kendisi bilgiye ulaşmamızın
önünde bir engele dönüşürken, her birimizi herhangi bir konudaki sahih bilgiye
ulaşmak için birer veri madencisi ve/ya editör kıldığına dair farkındalığı
paylaşmaya dairdir.
İster
konvansiyonel medyada ister sosyal medyada ya parçası ya da en azından
seyircisi olduğumuz tartışmaların yazının girişindeki gibi uzmanlık gerektiren
bir teolojik tartışmanın bırakın işin ehlince bir köşeye çekilip yapılmasını,
her şeyin her düzeyde tartışılmasının getirdiği sis, gölge hatta karanlık ile
karşı karşıyayız. Günümüzde tecrübe ettiğimiz bilgi çokluğunun ve kolay
ulaşımının sağladığı şeffaflığın aslında bir manipülasyona dönüştüğünün altını
çizmek isterim.
Bilgi astronomik
bir şekilde arttıkça ve bilgiye ulaşım da bir o kadar kolaylaştıkça, enflasyona
maruz kalan her fenomen gibi değersizleşmesi bir tarafa, bu manipülatif süreç
ışık kirliliğinde olduğu gibi bilgiyi kirletici de kılmaktadır. İşte bu yüzden
asıl şimdi bilmeye cesaret etmemiz (Sapere aude!) gerektiğinden yeni bir
Aydınlanmaya muhtacız.
BİLGİ
GERÇEĞİ SAĞLAMIYORSA NE İŞE YARAR?
Bilgi bir iktidar
aracı olduğundan bunu tekelinde tutan muktedir Yunan mitolojisindeki ateşi
çalan Prometheus’a reva görüldüğü gibi bu bilgiyi dağıtan/lar/ı en ağır şekilde
cezalandırılacaktır. Dikkat ederseniz herhangi bir bilginin iktidarından
faydalananlar bu bilgiye değilse bile bu bilginin sağladığı imkânlardan uluorta
faydalanılmaması için sınavlar geçilerek alınan diplomalar ve payelerle erişilen
çeşitli engeller koymuşlardır.
Bu minvalde,
George Orwell’in 1984’deki distopyasında totaliter yönetimlerin bilgiye ulaşımı
olabildiğince kısıtladığı bir dünyadan daha ziyade Aldous Huxley’un Cesur Yeni
Dünya distopyasındaki gibi gerçeği yasak bölgeye geçerek aramak zorunda
kaldığımız bir hakikat sonrası (post-truth) ile karşı karşıyayız. Hatta bir
adım daha ileri gidersek, gerçeklik muktedirlerce tersyüz edilip biteviye
üretilirken bizden de her üretime iman tazelememiz ve mankurt troller gibi sahip
çıkmamız hatta uğruna cansiperane mücadele etmemiz beklenmektedir. Bilgi
gerçeği sağlamıyorsa ne işe yarar? Bilgi olarak sunulanın teşhirciliğinin
yanında kitlesel üretimle endüstrileşmiş bir bilgi pornografisi sunulmaktadır.
Bu da Habermas’ın dediği gibi moderniteyi tamamlanmamış bir proje kılmaktadır.
Modernite
yaşadığımız zamanı hızlandırmış ve algılarımız da bu hıza ve ivmeye göre
şartlandırılmıştır. Öncelikle elimizdeki yaklaşık iki asırlık istatistiklerden
biyolojik anlamda ömrü uzayan insan, kadim zamanlardaki hemcinslerinin kısa
ömrüne sığmayacak kadar çeşitli bilgi ve olaya şahit olmaktadır. Örneğin,
kahramanlar hızla şeytanlaşmakta şeytanlar hızla kahramanlaşmakta ve bu döngü
namütenahi tekrar etmektedir.
Eskiden bu
döngünün en fazla birine ömrünüz yetse kendinizi şanslı saymanız gerekirken Z
kuşağı da erken gelen bu olgunlaşmayla duyarsızlıkla nihilizm arasında gidip
gelmektedir. Öncelikle bilgi diye sarıldıklarımızın büyük bölümü artık çöptür
ve hoşunuza gitmese bile çöpleri ayıklamak hangisinden enerji üreteceğiniz
hangisinden geri dönüşümde faydalanacağınız size kalmıştır ama bu da bir
seçkicilik gerektirmektedir.
Muktedirlerin hem
istisna koyma eylemini hem de ters yüz etmesini sadakatle savunan Gramsciyen
“organik aydınlar” hep olacaktır ve nihayetinde onlar da fıkrada dendiği gibi
patlıcanın dalkavuğu değillerdir. Böylece bu organik aydınlar Firavunun
büyücüleri gibi bilginin ontolojisini tahrip ve tahrif ederek aydınlığı
karanlığa tahvil ederler ve zulüm de
ilanihaye payidar olmasa da böyle neşet eder.
PANDEMİNİN
ÖĞRETTİKLERİ
Bütün bu şahit
olup anlattığımız karanlık pandemi sürecinde berraklaşmıştır. Hepimiz
yayınlanan vakıa veya ölüm sayılarının ne kadar manipülatif olabildiğini
hakk-el-yakîn müşahede ediyoruz. İnsanın temelde biyolojik bir canlı olmasından
hareketle de ulus-devletler için bedenler üzerinde muktedir olmak siyasetin
temeline yerleştikçe Foucaltian anlamda bir biyoiktidar mücadelesi olduğu
kristalleşmektedir. Böylece küresel siyaset uluslararası hukukla zenginleşeceğine
güçlü olanın güçsüz üzerindeki tahakkümünü gerçekleştirdiği en ilkel haline
gerilemektedir.
Dünya Sağlık
Örgütü (DSÖ) COVİD-19’u pandemi olarak ilan ettikten sonra ulus-devletlerin
yekdiğerinden önce maske ve havalandırma cihazı edinmeye hatta askeri jetlerle
bu ticari malları korumaya varan süreç bugün hepimizin gözü önünde yerini aşı
savaşlarına bırakmıştır. DSÖ Genel Direktörü Dr. Tedros Adhanom’un 18 Ocak
2021’deki kurumunun 148. Yönetim Kurulu toplantısındaki sözlerine kulak
verelim:
Şimdiye kadar en
az 49 yüksek gelirli ülkede 39 milyon dozdan fazla aşı uygulandı. Düşük gelirli
bir ülkeye ise sadece 25 doz verildi. 25 milyon değil, 25 bin değil, sadece 25.
Açık konuşmam gerekiyor, Dünya feci bir ahlakî başarısızlığın eşiğinde. Bu
başarısızlığın bedeli de dünyanın en yoksul ülkelerinde insan hayatı ve geçim
kaynaklarıyla ödenecek.
Bu örnek bile tek
başına “bir kişiye dokuz pul, dokuz kişiye bir pul” dağıtan kapitalist sistemin
en net görüntüsünü vermeye yetiyor da artıyor, hem de küresel düzeyde. Elbette
aşılarla ilgili fikrî mülkiyet haklarından dolayı böyle hayatî bir meselenin
ticarileşmemesi gerektiğini savunmak sabun köpüğü bir trajikomediden daha
fazlası değil.
Zira kapitalizm
her fenomeni “tecime elverişli” kılmakla kalmaz kâr maksimizasyonunu ve
bundan doğan sermaye temerküzünü de içerir. Haliyle, AR-GE çalışmalarına
milyarlarca yatırım yapan ilaç şirketleri sırf insanlar ölüyor diye aşıyı
babalarının hayrına piyasa sürmelerini beklemek naiflik değil düpedüz
salaklıktır -bu da başka bir timsah gözyaşı manipülasyonu değilse tabii.
Hepimizi editör
kılan, mesela bu pandemiyle gelen ölüm rakamlarını herhangi bir ülkenin son on
yıldaki doğum ve ölüm istatistiklerine ulaşabildiğimizde manipülatif olup
olmadığını tespit edebilmemizdir. İşte her birimizi birer istatikçiye
dönüştüren de ulus-devletin biyoiktidarına karşı kendi sahih bilgimizi üretme
ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Ne yapalım? İçine doğduğumuz çağdan hissemize
düşen bu.
Değil mi ki sabah
kalktığımızda uyurken dünyanın hangi borsasında ne kadar bir düşüş veya artış
oldu, hangi konvansiyonel veya kripto para birimi değer kazandı veya kaybetti
ya da ulusal düzeyde Resmi Gazete’ye bakıp hangi atamalar ve/ya görevden
almalar yaşandı diye erinmeden bakıyoruz hatta uyumayıp ekran karşısında
bekliyoruz; bu da öyle bir iş yükü işte.
Aslında ilkel
insandan pek bir farkımızın kalmadığı veya hiçbir zaman da olmadığı aşikâr hale
geldi. Dahası kendi kendimize ne kadar geliştiğimizi ispat için ilkel insana
ihtiyaç duyduğumuz gibi gelişmiş ülkeler de “en az gelişmiş ülkeler”
ve/ya “gelişmekte olan ülkeler” sınıflandırmasına muhtaç.
Sözün özü, bu
ilkelliğimiz gizlemek için, şehrimiz değil zihinlerimiz işgal edilirken biz de
hayatta kalmak için asli işimizi yapıyor ve meleklerin cinsiyetini
tartışıyoruz. Bu bilgi karanlığında yeni bir Aydınlanma ihtiyacımız
belirginleşiyor zira Hegel’in dediği gibi “Minerva’nın baykuşu ancak
karanlık çöktükten sonra havalanır.”
MURAT
ÇEMREK KİMDİR?
ODTÜ Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi
ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı.
Bilkent, Atatürk Alatoo (Kırgızistan) Selçuk, El Farabi (Kazakistan)
Üniversitelerinde ve Polis Akademisi’nde dersler verdi. Ahmet Yesevi
Uluslararası Üniversitesi’nin (Kazakistan) Avrasya Araştırma Enstitüsü’nün
Kurucu Müdürlüğünü yaptı. Halen Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde Bölüm
Başkanlığı yürütmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.