Geçen haftanın en önemli konusu ‘dislike’ faciası idi.
Artık ‘tweet, facebook, youtube, whatsapp’ ve daha ne kadar ‘gayri milli’ erişim ortamı varsa hepsi vatana
ihanet suçu işlemiş sayılacaklardı. Onlara yaptırım zor olsa da, onu
kullananlara yaptırım ‘yerli ve milli düşünce’ye pek uygundu.
‘Yerli
ve milli’ bir erişim hattı ve/veya sathı bulunana kadar böylesi gayri milli
unsurların moralimizi bozmasına izin verilemezdi.
Bir
yandan dislike faciası, diğer yandan baroların bölünmesini sağlayacak adımların
atılması, öte yandan yine önceleri yerli ve milli ama sonra sadakat ve biat
müessesesini tarumar eyleyip gayri milli addedilen eski dostların açtığı
üniversitenin kapatılması gündemi teşkil ederken; bütün bunları hazmedeceği
sanılan ‘z kuşağı’nın istikbalimize dair güven vermeyişi, atılan bu adımların
‘korku ve içgüdü faslı’nın gemi azıya aldığının işaretleri olsa gerek.
Köy yerinde don giymeyi hayli geç öğrenen ama toprağa pek yakın duran
göbellerin en sevdikleri oyunlardan biri de ‘rüzgâra karşı işemek’tir.
Bu
yarışmanın pek galibi olmasa da çocuklar hayli eğlenir ve ebeveynlerinden
zılgıt yememek için çayda çimdikten sonra evlerine dönerlerdi.
Belki
de büyüyene kadar rüzgâra karşı işemenin ne kadar sakat bir anlayış olduğunu
öğrenmeğe çalışırlardı.
İbrahim
Kiras’ın, ‘iktidarın tweet işini ciddiye almağa başladığını’ yazdığının
üzerinden bir yıl mı geçti? Bir yıl içinde bir hayli mesafe almış olsalar
gerektir. Yani sosyal medyayı da bir kısım medyayı kullanabildiği gibi kullanma
beceresi gösterecektir, diye beklerken meğerse Kiras’ın yazdığının üzerinden
sadece bir hafta geçtiğini öğreniyoruz.
Birdenbire nasıl oldu da sosyal medya barolar gibi çözümsüz addedilip
karşı cepheye itildi?
Bu
işin içinde FETÖ ayağı yoksa FATO ayağı vardır.
Demek
ki, Koronavirüs demlerinde kimileri yorgun ve bitap düşmüşler…
Gündem
o kadar hızla değişiyor ki, bir mesele vuzuha kavuşmadan diğeri arz-ı endam
ediveriyor ve o da eskiyip ya çöpe ya da ilerde ele alınmak üzere rafa
atılıyor.
Baroların bölünüklüğü meselesinin ne getirip götüreceği, arkasında
hangi korku ve içgüdünün yattığı doğru dürüst ele alınmadı. Mesela denmedi ki,
bu süreç, kesinlikle Diyanet’in de çokbaşlılığını temin edecek bir devri
hazırlayacaktır.
Türkiye
‘milletleşme vetiresi’ni kâmil anlamda tamamlayamadan modern devlete geçti. Yüz
yıl öncekilerin daha büyük meseleleri halledişlerindeki ‘basiret ve feraset’
bugün adese ile aranıyor.
Umulurdu
ki, demokrasi yolunda hayli badirelerden geçtikten sonra bugünkü toplum ve
siyasal yapılarına erişen gelişmiş ülkelerden daha az kan ve ter dökerek biz de
çağdaş dünyada yerimizi alalım.
Fakat yüz yıl öncesinde kendi korku ve içgüdüleri sebebiyle kendi
kendini muhalefete çeken İslamcı siyasal akımlar, 1970’li yıllarda buldukları
iki metod ve hareket planı ile hazmedemedikleri bir iktidara kavuştular.
Birincisi siyasal kanat, ikincisi ise cemaat…
Her ikisinde de korku ve içgüdü egemendi. Kendileri dışındakiler ya
Müslüman değillerdi, ya kâfirlerin değirmenine bilerek ya da bilmeyerek su
taşıyorlardı.
Daha
yakın zamanda hem de bu iktidar zamanında Basın İlan Kurumu’nda bir yönetim
toplantısındayız. Her kesimden temsilci var. Üniversitelerden, gazeteciler
cemiyetinden, basın kurumlarından, TRT’den vs…
O
sıralarda iktidar medyasının ana organından bir temsilci, çekine çekine
toplantıdaki katılımcıları süzüyor. Bu psikolojiyi bilirim. Aileden değillerse
hepsi düşman… Tesadüf mescitte karşılaştık. Çıkar çıkmaz sokuldu yanıma,
“bunların içinde Müslüman var mı?” Soruya bakar mısınız? İşte Madımak faciasına
yol açan korku ve içgüdü davranışı…
Ben
de sinirli sinirli: “hepsi Müslüman!” diye haykırdım.
İşte iki damarın Türkiye’yi getirdiği durum!
Güya
‘düşmanın silahıyla silahlanınız’ telaşı… Güya ‘harp hiledir’ düsturu… Güya
‘önce cemaat, sonra cemaatin davranış kodlarını cemiyete tatbik’ teorisi…
Hepsi
korku ve içgüdü asrının Müslümanlardaki siyasal ve toplumsal davranış kodlarına
egemen olan hastalığın müsebbipleri…
Ya
muhalefete ne demeli?
‘Z
Kuşağı’nın bile ne idüğünü bilmeyen bir muhalefet iktidarın ancak tayiniyle o
koltuklarda oturduklarının şuurundan başka bir şuurlanma sürecini; bırakınız
cemiyete tatbik etsinler, kendileri dahi yaşayamıyorlar…
O
yüzden de muhalefet dışında bir muhalefet arayışı gündemde asıl.
‘Demokratik
Değişim Hareketi’nden tutun ‘z kuşağı’nın farklı varyantları sivil inisiyatif
geliştirmeğe çalışacaklar yakın zamanda…
Ekonomi
çöküyorsa her ülkede geçerli olan bir şey var! Bu çöküş psikolojisi,
‘despotizm’in hemen her projeye, çözüm önerisine egemen olmasına yol açıyor.
Siyasal merkezin de korku ve içgüdüsü zaten ‘varlık meselesi’ olduğundan buna
sarılmaktan başka çaresi yok.
Önemli
olan henüz demokrasinin kırıntısı varken bu yolla çözümü vazedecek bir
muhalefetin olmasıdır ki, ülkemizde eksik olan budur. Zira ‘tayin edilmiş
muhalefet’, despotik çözüme mahkûm olan siyasal merkezin baştan aldığı bir
tedbirdir. Sivil inisiyatif muhalefeti dönüştürmedikçe ve ona alternatif olması
yolunda irade aşılamadıkça mevcudun idamesi ‘beka sorunu’ gibi algılanmaya
devam eder.
İşin
özeti kanaatimce budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.