29 Temmuz 2020 Çarşamba

Romantik Osmanlıcılıktan Halifelik Devşirmek Prof. Dr. İsrafil BALCI/29 Temmuz 2020


Ayasofya’nın ibadete açılışı ile beraber Osmanlı’nın ihya edildiğini sanan kimi çevreler iyice havaya girmiş olacak ki, var olduğu zaman bile tamamen bitmiş, tükenmiş, iflas etmiş ve dahi ölmüş olan bir kurumu/halifeliği geri getirmek için kolları sıvamış!
Nitekim halifelik için toplanma çağrıları yapanlar oldu. Ne diyelim herkes her şeyi düşünmek, söylemek, istemek ve konuşmakta serbesttir.
Bir yandan kılıçla hutbeye çıkan Diyanet İşleri Başkanı’na Şeyhulislâm rolü verilirken, bir yandan da halifelik naraları atmak olsa olsa Osmanlı romantizminin hayalperestliği olabilir.
Hadi içinizden bir Şeyhulislam çıkardınız ve bu rolü Diyanet İşleri Başkanına verdiniz, halife ilan edeceğiniz adam kim olacak?
Zira Kur’an’dan sonra en otorite kaynak olarak sunulan Buhârî ve Müslim başta olmak üzere tüm hadis kaynaklarında “halife Kureyş’ten olmalı” görüşü kayıtlıdır. Sözü edilen kesim hadisleri nas gibi gördüğüne göre, buna aykırı düşmemek için şimdiden bir Kuryeşli aramak/bulmak zorundadır. Samimiyet ve tutarlılık bunu gerektirir.
Halifelik beklentisinde olanlar bu çatı altında Müslümanların bir araya geleceği hayalinden henüz uyanmış değiller.
Oysa halifelik hiçbir dönemde Müslümanlar arasında birleştirici olmamıştır. Aksine çoğunlukla kanlı iktidar çatışmalarının en önemli muharrik unsuru haline gelmiştir. Gücü ele geçiren kendisini halife ilan ederek rakip veya muhaliflerinin adeta celladı olmuştur. Müslümanların tarihi bunun acı tecrübeleri ile doludur.
Halifelik kurumu birleştirici unsur ise, ilk önce bir evin çocukları olan Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki mücadeleyi (Cemel Savaşı’nı) izah etmek gerekir. Keza Hz. Ali ile Muaviye arasındaki iktidar savaşını, Hz. Ali’den kopan Hariciler’i ya da halifelik iddiasıyla ortaya çıkan sair muhalifleri nereye koyacağız?
“Hakem olayından” sonra Muaviye, kedi hakemi tarafından halife ilan edilince, kararı tanımayan Hz. Ali halifeliğini sürdürmüştür. Böylece iki ayrı halife ortaya çıktığı gibi, Hz. Ali’den ayrılan Hariciler de kendi içlerinden birisini halife seçmiştir. Sonuçta henüz sahabe döneminde üç ayrı halife çıkmıştır. Buyurun birleştiricilik!
Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra rakipsiz kalan Muaviye halifeliği saltanata dönüştürürken, aynı zamanda servis edilen içi boş iddiaları hadis diye sunup halifeliği/idareyi Kureyş tekeline özgü bir yapıya dönüştürmüştür.
Emeviler, yönetimi tekelde toplamış gibi gözükse de 90 yıllık iktidarları içinde muhalifler hiçbir zaman eksik olmamış ve birçok kanlı isyan çıkmıştır. Yürek yakan Harre olayı, Hz. Hüseyin ve Kerbela, Abdullah b. Zübeyr’in kurduğu halifelik, kanlı Harici isyanları ve sair isyanlar... Nerede kaldı birleştiricilik?
Bugün İslâm dünyası Sünnî ve Şiî olmak üzere iki ana kola ayrılmış ve tamamen birbirlerinden kopmuştur. Emeviler döneminde atılan nifak tohumları ile beraber ayrışan bu iki dünya, o gün bu gündür asla birleşememiş, birleşme şansı da kalmamıştır.
Şiîler imameti/idareyi/yönetimi Ehl-i Beyt’e sabitlerken, Sünnî gelenek Şîa’nın bu yorumundan esinlenip onlara alternatif olarak Kureyşilik tezini ortaya atmış ve idarenin Kureyş’de olması gerektiğini savunmuştur. Hatta tıpkı Şîa gibi bunu inanç doktrinine dönüştürmüştür.
Saltanatı Emeviler’den devralan Abbâsiler Kureyşlik kriterini aynen benimserken, ilaveten halifeyi/halifeliği dinî statüye büründürmüşler ve ona belli bir kutsiyet atfetmişlerdir. Böylece halifeler otoritelerini ilahi güce dayandırıp iktidarlarını tahkim etmeyi hedeflemişlerdir. Hâlbuki İslâm’da bir kişi veya zümreye kutsallık atfedilmez veya ruhbanlık sınıfı yoktur.
Abbâsî halifeleri, hilafet makamına böyle bir rol vermişse de, ihtilalin ilk gününden itibaren kanlı isyanların ardı arkası kesilmemiştir. Mevali ve Arap isyanları, Ali evladı isyanları, Harici isyanları vs isyanlar… Zulüm, kan, gözyaşı ve ayrışmalar hiç mi hiç bitmemiştir.
Abbâsiler’in ilk asrına kadar halifeler bir şekilde krallık gibi tek otorite görüntüsündeydi. Ancak bu süreçten sonra halifelerin gücü giderek tükenmiş, kimisi darbe ile kimisi suikastla makamdan edilmiş, kimisi ise muktedir komutanlar veya hanedanlar elinde kukla olmuştur.
Dikkat edilirse Abbâsiler zamanında Bağdat ve Endülüs’te iki ayrı sünni halife bulunurken, ayrıca Mısır’da ise Şiî Fatımî halifesi ortaya çıkmış, İslâm dünyası uzun asırlar bu üç başlı yönetimle idare edilmiştir. Arada çıkanların ise sayısı belli değildir.
İlhanlı hükümdarı Hülâgü’nün 1258’de Bağdat’ı işgali ile beraber Abbâsi halifeliği yıkıldıktan sonra, Memlükiler Moğolları Aynicâlût’da (1260) durdurunca, idareyi ele geçiren Baybas halifeliğin siyasi gücünden faydalanmak için tüm Müslümanların hamisi olma adına Mısır’da kukla Mısır-Abbâsi halifeliğini kurmuştur.
Yaklaşık 310 yıl kadar süren bu sözde halifelik, 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı ele geçirmesi ile son bulmuş ve Osmanlı İslâm dünyasının tek hakimi olmuştur. Keza halifeliğin hiçbir fonksiyonelliği kalmadığı için, bu kurumu yeniden ihya etme gereği duymamıştır. Edemezdi de, zira halife Kureyş’ten olmalıydı.
Çöküş döneminde II. Abdulhamit halifeliği yeniden ihya etmeye çalışmışsa da, Osmanlı’nın ve halifeliğin gücü tüm Müslümanları birleştirmeye yetmemiştir. Nitekim padişahın çağrılarına rağmen Arapların çoğu halifenin değil İngilizlerin peşinden gitmiştir.
Diğer yandan hilafet kurumunun hiçbir dinî mahiyetinin olmadığını da hatırlatayım. Zaten yapı itibarıyla saltanat ve krallıktan farkı yoktur. Oysa Kur’an Neml suresinde krallığı yermektedir (Neml 34).
Sözün kısası halifelik tamamen siyasî bir kurumdur ve Araplar’ın benimsediği bir yönetim biçimidir. Üstelik bugün onların bile böyle bir arayışı veya talebi yoktur.
Diğer yandan halifenin seçimi konusunda da hiçbir kriter getirilememiştir. Kim halife olacak diye bir tartışmanın zemini oluşturmak kimseye bir şey kazandırmaz. Eş’ârî kelamcısı İmam Harameyn el-Cüveynî’nin ö. 478/1085) dediği gibi, gücü ele geçiren kendisini halife ilan etmiş veya edebilir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de birileri kendi halifesini ilan edip bir nevi monarşik idare isteyebilir. Neticede hayalperestliğin sınırı yoktur, ancak unutulmasın ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nizamı bellidir. Gerisi beyhude çabadan başka bir şey değildir.
Müslümanların bu tür içi boş arayışlara değil, bilimin aydınlık rehberliğinde ilerlemeye, teknolojiye, hukukun üstünlüğüne, ileri demokrasiye ve özgürlüklere ihtiyacı vardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.