Ayasofya’nın ibadete açılışı ile beraber
Osmanlı’nın ihya edildiğini sanan kimi çevreler iyice havaya girmiş olacak ki,
var olduğu zaman bile tamamen bitmiş, tükenmiş, iflas etmiş ve dahi ölmüş olan
bir kurumu/halifeliği geri getirmek için kolları sıvamış!
Nitekim halifelik için toplanma çağrıları
yapanlar oldu. Ne diyelim herkes her şeyi düşünmek, söylemek, istemek ve
konuşmakta serbesttir.
Bir yandan kılıçla hutbeye çıkan Diyanet
İşleri Başkanı’na Şeyhulislâm rolü verilirken, bir yandan da halifelik naraları
atmak olsa olsa Osmanlı romantizminin hayalperestliği olabilir.
Hadi içinizden bir Şeyhulislam çıkardınız
ve bu rolü Diyanet İşleri Başkanına verdiniz, halife ilan edeceğiniz adam kim
olacak?
Zira Kur’an’dan sonra en otorite kaynak
olarak sunulan Buhârî ve Müslim başta olmak üzere tüm hadis kaynaklarında “halife
Kureyş’ten olmalı” görüşü kayıtlıdır. Sözü edilen kesim hadisleri nas gibi
gördüğüne göre, buna aykırı düşmemek için şimdiden bir Kuryeşli aramak/bulmak
zorundadır. Samimiyet ve tutarlılık bunu gerektirir.
Halifelik beklentisinde olanlar bu çatı
altında Müslümanların bir araya geleceği hayalinden henüz uyanmış değiller.
Oysa halifelik hiçbir dönemde Müslümanlar
arasında birleştirici olmamıştır. Aksine çoğunlukla kanlı iktidar
çatışmalarının en önemli muharrik unsuru haline gelmiştir. Gücü ele geçiren kendisini
halife ilan ederek rakip veya muhaliflerinin adeta celladı olmuştur.
Müslümanların tarihi bunun acı tecrübeleri ile doludur.
Halifelik kurumu birleştirici unsur ise,
ilk önce bir evin çocukları olan Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki mücadeleyi
(Cemel Savaşı’nı) izah etmek gerekir. Keza Hz. Ali ile Muaviye arasındaki
iktidar savaşını, Hz. Ali’den kopan Hariciler’i ya da halifelik iddiasıyla
ortaya çıkan sair muhalifleri nereye koyacağız?
“Hakem olayından” sonra Muaviye, kedi
hakemi tarafından halife ilan edilince, kararı tanımayan Hz. Ali halifeliğini
sürdürmüştür. Böylece iki ayrı halife ortaya çıktığı gibi, Hz. Ali’den ayrılan
Hariciler de kendi içlerinden birisini halife seçmiştir. Sonuçta henüz sahabe
döneminde üç ayrı halife çıkmıştır. Buyurun birleştiricilik!
Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra rakipsiz
kalan Muaviye halifeliği saltanata dönüştürürken, aynı zamanda servis edilen
içi boş iddiaları hadis diye sunup halifeliği/idareyi Kureyş tekeline özgü bir
yapıya dönüştürmüştür.
Emeviler, yönetimi tekelde toplamış gibi
gözükse de 90 yıllık iktidarları içinde muhalifler hiçbir zaman eksik olmamış
ve birçok kanlı isyan çıkmıştır. Yürek yakan Harre olayı, Hz. Hüseyin ve
Kerbela, Abdullah b. Zübeyr’in kurduğu halifelik, kanlı Harici isyanları ve
sair isyanlar... Nerede kaldı birleştiricilik?
Bugün İslâm dünyası Sünnî ve Şiî olmak
üzere iki ana kola ayrılmış ve tamamen birbirlerinden kopmuştur. Emeviler
döneminde atılan nifak tohumları ile beraber ayrışan bu iki dünya, o gün bu
gündür asla birleşememiş, birleşme şansı da kalmamıştır.
Şiîler imameti/idareyi/yönetimi Ehl-i
Beyt’e sabitlerken, Sünnî gelenek Şîa’nın bu yorumundan esinlenip onlara
alternatif olarak Kureyşilik tezini ortaya atmış ve idarenin Kureyş’de olması
gerektiğini savunmuştur. Hatta tıpkı Şîa gibi bunu inanç doktrinine
dönüştürmüştür.
Saltanatı Emeviler’den devralan Abbâsiler
Kureyşlik kriterini aynen benimserken, ilaveten halifeyi/halifeliği dinî
statüye büründürmüşler ve ona belli bir kutsiyet atfetmişlerdir. Böylece
halifeler otoritelerini ilahi güce dayandırıp iktidarlarını tahkim etmeyi
hedeflemişlerdir. Hâlbuki İslâm’da bir kişi veya zümreye kutsallık atfedilmez
veya ruhbanlık sınıfı yoktur.
Abbâsî halifeleri, hilafet makamına böyle
bir rol vermişse de, ihtilalin ilk gününden itibaren kanlı isyanların ardı
arkası kesilmemiştir. Mevali ve Arap isyanları, Ali evladı isyanları, Harici
isyanları vs isyanlar… Zulüm, kan, gözyaşı ve ayrışmalar hiç mi hiç
bitmemiştir.
Abbâsiler’in ilk asrına kadar halifeler
bir şekilde krallık gibi tek otorite görüntüsündeydi. Ancak bu süreçten sonra
halifelerin gücü giderek tükenmiş, kimisi darbe ile kimisi suikastla makamdan
edilmiş, kimisi ise muktedir komutanlar veya hanedanlar elinde kukla olmuştur.
Dikkat edilirse Abbâsiler zamanında Bağdat
ve Endülüs’te iki ayrı sünni halife bulunurken, ayrıca Mısır’da ise Şiî Fatımî
halifesi ortaya çıkmış, İslâm dünyası uzun asırlar bu üç başlı yönetimle idare
edilmiştir. Arada çıkanların ise sayısı belli değildir.
İlhanlı hükümdarı Hülâgü’nün 1258’de
Bağdat’ı işgali ile beraber Abbâsi halifeliği yıkıldıktan sonra, Memlükiler
Moğolları Aynicâlût’da (1260) durdurunca, idareyi ele geçiren Baybas
halifeliğin siyasi gücünden faydalanmak için tüm Müslümanların hamisi olma
adına Mısır’da kukla Mısır-Abbâsi halifeliğini kurmuştur.
Yaklaşık 310 yıl kadar süren bu sözde
halifelik, 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı ele geçirmesi ile son
bulmuş ve Osmanlı İslâm dünyasının tek hakimi olmuştur. Keza halifeliğin hiçbir
fonksiyonelliği kalmadığı için, bu kurumu yeniden ihya etme gereği duymamıştır.
Edemezdi de, zira halife Kureyş’ten olmalıydı.
Çöküş döneminde II. Abdulhamit halifeliği
yeniden ihya etmeye çalışmışsa da, Osmanlı’nın ve halifeliğin gücü tüm
Müslümanları birleştirmeye yetmemiştir. Nitekim padişahın çağrılarına rağmen
Arapların çoğu halifenin değil İngilizlerin peşinden gitmiştir.
Diğer yandan hilafet kurumunun hiçbir dinî
mahiyetinin olmadığını da hatırlatayım. Zaten yapı itibarıyla saltanat ve
krallıktan farkı yoktur. Oysa Kur’an Neml suresinde krallığı yermektedir (Neml
34).
Sözün kısası halifelik tamamen siyasî bir
kurumdur ve Araplar’ın benimsediği bir yönetim biçimidir. Üstelik bugün onların
bile böyle bir arayışı veya talebi yoktur.
Diğer yandan halifenin seçimi konusunda da
hiçbir kriter getirilememiştir. Kim halife olacak diye bir tartışmanın zemini
oluşturmak kimseye bir şey kazandırmaz. Eş’ârî kelamcısı İmam Harameyn
el-Cüveynî’nin ö. 478/1085) dediği gibi, gücü ele geçiren kendisini halife ilan
etmiş veya edebilir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de birileri
kendi halifesini ilan edip bir nevi monarşik idare isteyebilir. Neticede
hayalperestliğin sınırı yoktur, ancak unutulmasın ki Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin nizamı bellidir. Gerisi beyhude çabadan başka bir şey değildir.
Müslümanların bu tür içi boş arayışlara
değil, bilimin aydınlık rehberliğinde ilerlemeye, teknolojiye, hukukun
üstünlüğüne, ileri demokrasiye ve özgürlüklere ihtiyacı vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.