Ayasofya’nın yeniden cami olması
Türkiye’deki dindar/milliyetçi kesimlerin en büyük özlemlerinden biri ve aynı
zamanda Türk muhafazakarlığının “öze dönüş” idealinin en önemli sembolü
olagelmişti.
Minarelerinde yeniden ezan okunan, içinde
yeniden namaz kılınan bir Ayasofya hayali, bu yönüyle Türkiye’nin “Batı
dünyasının tahakkümünden bağımsızlaşması” ve “kökleriyle yeniden
buluşması” tasavvurunu temsil ediyordu. Çünkü İstanbul’un cami-i kebirinin
müze yapılması Batı karşısındaki yenilgimizin kabulünün ve içselleştirilmesinin
tezahürü olarak görülüyordu.
Diğer yandan, son dönemde Batı dünyası
karşısındaki entelektüel, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda uğradığımız
mağlubiyeti unutturacak veya önemsizleştirecek kadar şan ve haşmet dolu olan
tarihimizin hatırasıydı Ayasofya. Bir gün yeniden o haşmetli maziyi ihya etme
ümidimizin de sembolüydü.
(Bugünkü perişan halimize bakmak yerine
geçmişteki güzel günlerin hatırasıyla avunmak elbette sağlıklı bir psikolojinin
tezahürü değil. Keza diyelim ki Süleymaniye’yi inşa etmiş olmakla değil,
Ayasofya’yı ele geçirmiş olmakla övünmek de sağlıklı bir yaklaşım değil. Ama
toplumdaki bu yaklaşımı var eden dinamikleri anlamaya çalışmak olmalı
aydınların görevi, kınamak değil. Bu durumu, sözgelimi, mağlubiyet travması
yaşayan toplumun bilinçaltındaki “geri dönüş” özlemiyle izah edip
buradan bir çıkış yolu aramak yerine, “fetihçi zihniyet” veya “şanlı
tarih takıntısı” edebiyatıyla kendi toplumunu aşağılamaya odaklanmak da çok
sağlıklı ve fayda getirecek bir tutum sayılmaz.)
***
Türkiye’nin “kökleriyle yeniden
buluşması” tasavvurunu bugünkü neslin önceki nesillerle aynı derecede veya
hiç değilse aynı semboller üzerinden benimseyip benimsemediği hususu işin başka
bir boyutu… Bu tasavvurun -ve dayandığı düşüncenin- gerçekçi olup olmaması da
ayrı bir mesele… Önemli olan ortalama Türk insanının zihninde tuttuğu yerin
gerçekliği.
Günümüzde sosyalist, liberal veya Kemalist
aydınların ekseriyetinin toplumsal zihniyetimizin genel karakteristiğiyle
ilişkisini pek fark edemedikleri bu tasavvur aslında Türk toplumunun zihniyet
kodlarının tezahür ettiği sembol değerlerin ifadesidir. Bugün yapılan
anketlerde Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasını istediğini söyleyenlerin
oranının, konunun siyasete alet edildiğine ilişkin algıya ve ayrıca laiklik
hassasiyetine ve Atatürk’le ilgili boyutuna rağmen, CHP’liler arasında bile yüzde
yirminin üstünde olması bu açıdan anlamlıdır. Bugünkü CHP yönetiminin diğer
muhalefet partileriyle birlikte Ayasofya konusunda gösterdiği yaklaşımın
anahtarı da bu realitedir zaten.
***
Siyasetin Ayasofya’sına gelince... Geçmiş
yıllarda milliyetçi/mukaddesatçı denilen, şimdi muhafazakâr dediğimiz geniş
toplum kesimlerinin hassasiyeti elbette -CHP’nin o günlerdeki elitizmi
karşısında temel karakteri popülizm olan- sağ siyasetin de doğal gündem maddesi
oldu hep. Dolayısıyla bu yolda zaman zaman girişimlerde bulunuldu. Ancak her
defasında bazı engellerle karşılaşıldı. Bu yüzden 1980’li yıllara kadar konuyla
ilgili ciddi adımlar atılamadı.
Ancak... Ayasofya’nın yeniden ibadete
açılması arzusunun önündeki engel hiçbir zaman “uluslararası tepkiler” olmadı.
Bu konunun, Ortodoks kiliseleri haricinde dünyanın pek umurunda olmadığını,
“küresel sisteme yönelik bir tehdit” olarak görülmediğini kabullenmek biz
Türkler için zor ama gerçek bu.
Ayasofya’nın yeniden cami olmasının
önündeki asıl engel bunu “Atatürk’ün hatırası” ve “rejimin sembolü” olarak
gören askerî bürokrasinin rasyonel olmayan hassasiyetiydi. Rasyonel değildi bu
hassasiyet çünkü sonucu sebep olarak görüyordu.
Atatürk’ün müze kararı, ikinci dünya
savaşının ayak seslerinin işitilmeye başlandığı o günkü siyasi konjonktür
içinde Avrupa kamuoyuna “dostluk mesajı vermek”, daha doğrusu Türkiye’nin
“irredandist” bir politikaya yönelme niyetinin bulunmadığını gösterme
ihtiyacıyla alınmış bir karardı. (Bu mesajın ne ölçüde etkili olduğunu
söyleyebilecek durumda da değiliz üstelik.) Savaştan sonra ise Kore’ye asker
göndermek gibi “daha somut” mesajlarla “dostluğunu” gösterip NATO içinde yer
almış bir Türkiye’nin artık böylesi jestlere ihtiyacı kalmadığı gibi,
müttefiklerimizin de dış politikamızı değiştirmediğimiz sürece Ayasofya’nın
cami mi müze mi olacağıyla fazla ilgilenmeyecekleri ortadaydı.
Ama “asker kafası” biraz farklı çalışıyor
galiba. Kışlanın birinde yeni boyandığı için kimse oturmasın diye başına
nöbetçi dikilen bankın önünde yıllarca nöbet beklendiğini unutmayın. Ayasofya
gibi konulara da “bank nöbeti” gibi bakar asker. Ayasofya’yı laikliğin sembolü
sayma yanlışının kökleşmesinin sebebi büyük ölçüde askeri zümrenin kendisine
hamlettiği rejim bekçiliği misyonu çerçevesinde sürdürdüğü bank nöbetidir.
Ülkenin yönetiminde asker ağırlığı olduğu
dönemlerde bu yüzden Ayasofya konusunda siyaset adım atamadı. Ama buna “dış
güçlerin” engel olduğunu düşünmek herkesin işine geldi.
Bugünkü noktaya ise aşama aşama gelindi.
Bu doğrultuda 1950’lerde ve sonra 1960’larda gerçekleşen ilk teşebbüsler
askerin hışmını çekerek gündemden kalktı. 1970’ler boyunca da zaman zaman
gündeme gelen bu konuda en önemli gelişme Süleyman Demirel’in başbakanlığı
sırasında -ve devletin başında bir asker cumhurbaşkanının bulunmadığı sırada-
Ağustos 1980’de gerçekleşti. Ayasofya’da ezan okunmaya ve Hünkâr Mahfilinde
Cuma namazı kılınmaya başlandı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra
restorasyon bahanesiyle ara verilen Cuma namazları “sivil cumhurbaşkanı” Özal
döneminde tekrar başlatılıp 1991’den bugüne kadar aralıksız devam ettirildi.
Ancak Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp tümüyle ibadethane statüsüne
kavuşturulması talepleri de kesilmedi.
AK Parti devrinde askerin yönetimdeki
ağırlığının tamamen ortadan kalkması Ayasofya gibi konularda siyasi iktidarın
elini rahatlatmış oldu. Buna rağmen bunca uzun süre boyunca beklenen adımın
atılmamış olması iktidarın bu konuyu ele alışındaki pragmatizmle açıklanabilir
gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.