Birkaç ay önce Medyascope’de Ruşen
Çakır’la yaptığımız söyleşide Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hutbesinde bahsi
geçen eşcinsellik ve LGBT meselesiyle ilgili olarak İstanbul Sözleşmesi’nden
söz etmiş ve “Siyasi irade bu sözleşmeye attığı imza konusunda bugün ne
düşünüyor, bilmiyorum…” demiştim.
Ancak son günlerde bu sözleşmenin ciddi
bir tartışmaya konu olmasından ve Numan Kurtulmuş’un “Farklı kesimlerden
İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olumsuz tepkiler var. Her gün halkın içinde olan
birisiyim, gittiğimiz her yerde karşımıza çıkıyor. Biz buna karşı duyarsız
kalamayız. Gerekirse, nasıl girildiyse o şekilde İstanbul Sözleşmesi’nden
çıkılır” şeklindeki beyanatından anlaşıldığı kadarıyla, İstanbul
Sözleşmesi muhafazakâr mahallenin bazı lokasyonlarında aile kurumunu imhaya
yönelik sinsi bir proje olarak tanımlanmakta ve hatta bazı köşe yazarları bu
sözleşmeyi İstanbul’un fethine yönelik bir intikam girişimi olarak okumaktadır.
Bu bağlamda, her melanetin kökenini
Batı’da arama ve Batı dünyasına ait her şeyi şeytanlaştırma yönündeki
paranoyaklığın artık kabak tadı verdiğini belirttikten sonra ailenin
parçalanması ve boşanmaların artması gibi multifaktöriyel sorunları bir
sözleşme metnine bağlayarak izaha kalkışmanın ciddiye alınacak bir tarafının
bulunmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Bununla birlikte
kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin yine bir sözleşme metniyle
ortadan kalkacağını düşünmek de ahmaklık olsa gerektir. Haddi zatında
aileyi parçalayan da, kadını şiddete maruz kalmaktan koruyan da sözleşme metni
veya kanun maddesi değil, sevgi, şefkat, merhamet, insaf ve iz’andan yeterince
nasiplenmiş/ nasiplenmemiş vicdanlardır. Bu sebeple, insan malzememizin
kalitesini, insani ve ahlaki değerlerle ilişkimizin sığlık ve derinliğini ölçüp
tartmadan ve bu konuda kendimizi adamakıllı sorgulamadan, sözleşme metinleri,
yasa maddeleri ve hatta bazı kadın dernekleriyle didişip durmanın ve beylik
laflarla oraya buraya taş atmanın âlemi yoktur.
Daha açık söylemek gerekirse, “11
Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan ve Avrupa Konseyi üyesi 20 ülke
tarafından onaylanan İstanbul Sözleşmesi yuvaları yıkmaya devam ediyor!”
gibi sözde tespitler laf-ı güzaftan ibarettir. Zira bugün Türkiye’de sık sık
kadın cinayetleri işleniyorsa, sayısız kadın şiddete maruz kalıyorsa ve
boşanmalar günden güne artıyorsa, bütün bu sorunların İstanbul Sözleşmesi’ni
baştan sona okuyup adamakıllı analiz ettikten sonra durumdan kendine vazife
çıkaran nobran erkeklerin marifeti olarak ortaya çıktığından dem vurmak, Batı
alerjisine bağlı obsesyon ve paranoyadan başka bir şey değildir. Kaldı ki bir
kamuoyu araştırmasında “İstanbul Sözleşmesi’ni hiç duymadım”
diyenlerin oranının yüzde 67.9,
“Duydum ama okumadım” diyenlerin
oranının 16.3’e tekabül etmesi aile, kadın ve şiddet gibi sorunlardaki artışın
bu sözleşmeyle alakasız olduğunu göstermeye kâfidir. Şu halde, son on yıllık
rakamlara göre ortalama her altı evlilikten birinin boşanmayla sonuçlanmasını
veya TÜİK’in yayınladığı son verilere göre boşanan çiftlerin sayısının 2018’de
yaklaşık % 11 artmış olmasını İstanbul Sözleşmesi’ne bağlamak, yolda
yürürken tökezleyip düşen bir İslamcı’nın “Kahrolsun Siyonizm” diye
tepki vermesinden pek farklı değildir.
İstanbul Sözleşmesi ile ilgili bazı
raporlarda, “Bu sözleşme toplumsal cinsiyet eşitliği kavramıyla cinsiyet
algısını silmeyi ve toplumu cinsiyetsiz hela getirmeyi hedefliyor. Sözleşme
kadınların daha maskulen, erkeklerin ise daha feminen bir davranış şekline
kaymasına yol açıyor. Sözleşme toplumun din, kültür, örf, töre, namus, edep
gibi yüksek değerlerinin değersizleştirilmesini amaçlıyor” gibi kesin
yargılarda bulunulması, “İslam’da kadın baş tacıdır. Bizim kadın diye bir
sorunumuz yoktur. Şayet bugün böyle bir sorundan söz ediliyorsa, bu modernizm
ve sekülerizmin başımıza sardığı bir sorundur” gibi beylik ezberlerle
kendini ifade eden zihniyetin gayet etkin biçimde iş başında olduğunu gösterir.
Bu ataerkil zihniyetin temsilcileri, kendilerini muhtemelen sosyolojik vakumda
yaşıyor zannettiklerinden olsa gerek, müslümanlık tecrübesinde kadınla ilgili
herhangi bir sorunun mevcudiyetine inanma taraftarı değildir. Batı’nın bize
bakmasından hareketle bizim kendimize bakmamızı zül addeden, dolayısıyla modern
çağın ortaya çıkardığı sosyolojik olguları da reddeden bu zihniyete göre dinî
gelenekte ne varsa hepsi yerli yerindedir; bu sebeple kadınla ilgili çağdaş
sorular/ sorunlar fıkhî-ictihadi tadilata bile konu olacak bir önemi haiz
değildir. Fakat gerçekte kadın konusu -en son yaşanan Pınar Gültekin
cinayetinin bir kez daha gözler önüne serdiği üzere- kanayan yara gibidir. Bu
yaranın sürekli kanamasının temel sebeplerinden biri, toplumdaki namus ve şeref
algısının büyük ölçüde maçoluğu besleyen feodal ve patriyarkal kalıp yargılarla
bezenip dine refere edilmesi ve din üzerinden erkeklik kodlarının
pekiştirilerek kadın üzerinde mutlak egemenlik kurulmasıyla ilgilidir. Nitekim
ataerkil dinî söylemde ırz, namus ve iffet gibi ahlaki değerler kadının
hanesine kodlanmış haldedir. Bu kodlama uyarınca söz konusu değerlerin
muhafazası kadına, kadının bekçiliği ise erkeğe aittir. Ahlaki bekçiliği onur,
haysiyet ve şeref kodlarıyla da pekiştirilen erkek nezdinde kadının ciddi bir
tehlike ve tehdit öğesi olması kaçınılmaz hale gelir. Ne var ki toplumsal
cinsiyet bağlamında erkek cinsinin mutlak hegemonyasını teyit ve tebcile
yönelik bütün bu kabuller bize göre genel insanlık normları açısından arızalı
ve sakıncalı bir zihniyetin göstergesidir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.