Yeteri kadar derdimiz yokmuş gibi, 24 Nisan’da yayınladığı mesajda Başkan Biden’ın 1915’te yaşanan tehcir olayını ‘soykırım’ olarak tanımlamasıyla şimdi yeni bir sorunumuz daha oldu. Biden, farklı bir yoruma kapıyı kapatmamak amacıyla açıklamasının giriş ve sonuç bölümlerinde iki kez ‘soykırım’ ifadesini kullandı. ‘Medz Yeghern’ ifadesini de tâli bir destek olarak yanda tuttu. ‘Suçlayıcı olmadan, yüzleşme ve arınma’ ifadesini öne çıkardı. İktidarıyla muhalefetiyle tüm siyaset erkânı ve ‘sivil toplum’ erbabı derhal seferber olup, birbirinin peşi sıra kınama mesajları yayınladık; birikip taşan toplumsal öfkemizi boşalttık. Oysa, daha geçen hafta “Türkiye’nin bu konuda rahat ve komplekssiz olması gerektiği” yetkililerimiz tarafından televizyonda ifade edilmişti
Televizyon kanallarımız bu konuyu şimdilik
gündemde tutuyor, kadrolu ‘müdavim uzmanlar’ bir kanaldan
diğerine koşarak yorumlar yapıyorlar. Kamuoyunda ABD’nin bu açıklamasına
karşılık verilmesi talebiyle ilgili olarak zengin bir çeşitlilikte heyecan
verici görüşler dile getiriliyor. Bir zamanlar Amerikan yerlilerine uygulanan
soykırım ve Afrika’dan getirilen kölelere reva görülen muameleyle başlayan,
Vietnam ve dünyanın dört bir yanında yapılan katliamlarla devam eden bu liste
üzerinden Meclisimizde karar alınması, bu konulara ders kitaplarında yer
verilmesi, aslında her 24 Nisan’da gündeme taşınan görüş ve taleplerin tekrarı
olmaktan ileri gitmiyor. Yani, aslında tepkiselliğimiz yeni unsurlar taşımıyor.
Ama, bilinç altımızda yaşayan bir “Pembe İncili Kaftan” sendromuyla
karşı karşıyayız. Kendimizce rahatladığımızı düşünürken, sorun tüm haşmetiyle
önümüzde duruyor.
ABD’nin 1915 olaylarıyla ilgili bu
tavrının yeni olmadığını biliyoruz. Başkan Reagan da ABD Kongresi tarafından
kurulan Holokost Müzesi’nin açılışı vesilesiyle 22 Nisan 1981 tarihinde
yayınladığı Başkanlık Açıklaması’nda “Medeniyetin ne denli değerli,
özgürlüğün ne denli önemli ve insanlık ruhunun ne denli kahramanca olduğunu
ilelebet hatırlamalıyız. Öncesinde Ermenilerin, sonrasında ise Kamboçyalıların
hedef oldukları soykırımlar ve daha çok sayıda insanın maruz kaldıkları
zulümler gibi, Yahudi Soykırımı’ndan çıkartılan dersler asla unutulmamalıdır” ifadelerini
kullanmıştı. ABD Başkanlarının 24 Nisan günü açıklama yapmaları Clinton
döneminden itibaren gelenekselleşti. Meselenin ABD Kongresi boyutu da 1980’li
yıllardan itibaren aynı zeminde gelişti. Türkiye’nin yoğun emek ve
girişimleriyle ABD Başkanlarının açıklamalarında dengeyi gözetmeleri
sağlanırken, ABD Kongresi’nin her iki kanadında bu şekilde bir karar alınması
yaklaşık 40 yıllık süre boyunca önlendi. Bu girişimlerimiz sırasında ‘Türkiye-ABD
ilişkilerinin stratejik önemi’ argümanı sıklıkla kullanıldı; muhataplarımız
da bunu kabul ederek, girişimlerimizi desteklediler. Ancak tüm bu
girişimlerimiz, 2019’da Temsilciler Meclisi ve Senato’nun ‘Ermeni soykırımı’nı
tanıyan kararları kabul etmelerini önleyemedi. Aşağıda tartışacağımız konular
arasında Türkiye’nin aşınmaya yüz tutan ‘stratejik önemi’ tam da bu
nedenle yer alacak.
Avrupa’da da Rusya, Almanya,
İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin
aralarında bulunduğu sayısı 30’u aşkın ülkenin parlamentolarının farklılaşabilen
düzeyde ve içerikte, ancak son tahlilde benzeşen kararlar aldıklarını
biliyoruz. ‘Soykırım’ suçunu evrenselleştirirken geriye yürütmeyen 1948
Sözleşmesi’nin etkisiyle uluslararası mahkemelerin Ermeni iddialarını
destekleyen kararının bulunmamasına rağmen, yasama organlarında alınan bu
‘siyasi’ içerikli ve maksatlı ‘tanıma’ kararlarının ülkemizin itibarını
ve yaslandığı ahlaki üstünlük zeminini aşındıracağı kuşkusuz. 1948
Sözleşmesi’ne atıfla bu tür karar ve açıklamaların hukuki sonucu olmayacağını ileri
sürüyor olsak da, meselenin hukuktan ibaret olmadığı ve önümüzdeki dönemde
başımızın ağrıyacağı, diplomasimizin daha uzun yıllar mücadeleye devam edeceği
anlaşılıyor. Bu yazıda, konunun tarihi, siyasi ve hukuki boyutlarının
tartışmasına girmeden bugün geldiğimiz aşamada, konunun güncel ve geleceğe
dönük taraflarını irdelemek istiyorum.
Bu noktaya nasıl geldik?
Burada kendimize sormamız gereken
ilk soru şudur:
Bu kadar yıldan sonra, bu konuda çok hassas olduğumuzu bildiği halde
Amerika neden Türkiye’yi karşısına alma kararı verdi? İkili ilişkilerin
taşıdığı stratejik değer mi zemin kaybetti, dünya konjonktüründe önemli
değişiklikler mi oldu, veya Türkiye’nin sahip olduğu stratejik önem mi azaldı?
Yoksa, bir şekilde son yıllardaki gelişmeler mi bizi bu keskin dönemece
getirdi?
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD,
Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda uyguladığı içine kapanma/yalnızlık
politikasını terk ederek iki kutuplu dünyanın en önemli oyuncusu olarak yeniden
yerini almıştı. Avrupa’yla yakın ve özel ilişkiler geliştirilmiş; Atlantik
ittifakı oluşmuştu. İşte o yıllardan başlayarak, Batı ittifakının içinde yer
alma talebini gündeme getirmelerinin ardından, Türkiye ve Yunanistan 1952’de
NATO’ya üye oldular. Bu tarihten itibaren ABD Türkiye ve Yunanistan’la
ilişkilerinde daima denge ve eşitlik gözetti, ‘kayırmacı’ davranmadı.
Hatırlanacaktır, bu denge, ilk defa Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra bozuldu.
Harekattan sonra maruz kaldığımız silah ambargosunun ardından, başta askeri
yardımlar olmak üzere, ABD Kongresi’nin kararlarıyla Yunanistan ve Türkiye’ye
yapılan yardımlarda 7/10 oranı gözetilmeye başlandı; bu yeni denge uzun yıllar
göz önünde tutuldu.
Türk dış politikasında son yıllarda
yaşadığımız yeni arayışlara kadar geçen yarım yüzyılı aşkın süre boyunca
Türkiye, Batı ittifakı içinde ve NATO’daki önemli konumunu muhafaza etti. Bu
dönemde yaşanan irili ufaklı sorunlara, ülkemizdeki askeri darbelere, iki ülke
arasındaki görüş ayrılıklarına, uygulanan silah ambargolarına ve tanık olunan
karşılıklı tehditlere rağmen bu özel ilişki hep devam etti. Ama son yıllarda
gözlemlediğimiz gelişmeler bu özel ilişkileri yaraladı; onarılması hayli zor
olabilecek hasarlara yol açtı.
Başkan Biden’ın ‘Ermeni
soykırımı’nın ABD Yönetimi tarafından kabul edilmesiyle ilgili açıklamasının
anlamlı bir okumasının yapılabilmesi için belki son dönemde yaşanan arka plan
gelişmelerini sıralayıp topluca değerlendirmek yararlı olabilecektir.
1. Arap Baharı
sonrasında bölgemizde yaşanan gelişmeler, özellikle Suriye’deki iç savaşa, önce
Obama, daha sonra da Trump başkanlığındaki ABD Yönetimlerinin mesafeli
davranması bizi Rusya ile yakınlaştırdı. Bu gelişmeler sonucunda, adeta Batı
İttifakı dışına çıkarak, İttifak’ın muarızlarıyla Suriye’de kurumsallaştırılan
bir işbirliğine yöneldik; ABD’yle aramıza mesafe koyduk. Astana Süreci’ni bu
yorumla okuyabiliriz. Bu süreçte, ABD nazarında ‘müttefik olup, ortak olmayan’,
Rusya bakımındansa, ‘ortak olup, müttefik olmayan’ bir pozisyonda konumlandık.
2. Suriye’nin
kuzeyinde PKK etkisindeki Kürt grupların DEAŞ’la mücadelede ABD’yle işbirliğine
girmeleri ve Türkiye’nin güçlü itirazlarına rağmen ABD’nin PYD’yi desteklemeyi
sürdürmesi iki ülke arasındaki stratejik dokuya hasar verdi. Bu durumun
nedenleri etraflıca tartışılmayı hak eden ayrı bir yazı konusudur. Ancak, tam
da bu nedenle Suriye’nin kuzeyinde terörle mücadele operasyonlarımıza ABD’nin
desteğini alamadık; bu konu iki ülke arasındaki güven bunalımını gün geçtikçe
derinleştiren unsurlar arasına katıldı.
3. Batılı
müttefiklerimizden hava savunma sistemleri satın alınmasının başarısızlıkla
sonuçlanması yine ayrı ve kapsamlı bir yazı konusu olmakla birlikte, bu durumu
gerekçe gösterip ‘Avrasya Ekseni’ne yönelmemiz; önce Çin’den, sonra
Rusya’dan hava savunma sistemi alma kararı vermemiz yalnız ABD’yi değil diğer
Batılı müttefiklerimizi de fazlasıyla rahatsız etti. S-400 hava savunma sistemi
alındığında Amerika’nın tepkisi büyük olmakla birlikte, Trump ile kurulan özel
ilişkilerden dolayı bu anlaşmazlığın olumsuz sonuçlarını yaşamak Demokratların
dönemine kaldı. CAATSA yaptırımları ve eşzamanlı olarak F-35 projesinden
çıkarılmamız bizi hem siyasi yönden, hem askeri ve ekonomik olarak çok güç bir
duruma soktu. Teslimat aşamasında iki adet F-35 uçağımızı alamadık, ilave dört
uçağımız da alıkondu. 2003’ten bu yana toplam dokuz müttefik ülke arasında
üretim ortağı olduğumuz bu uçakların parçalarının imalatının stratejik
getirisinden mahrum kaldık. Dünyada ABD hariç tutulursa bu platformların tek
bakım-onarım üssü olmanın getireceği imkanlarla Avrupa’daki F-35 filolarının
bakımı projesi de sona erdi. Pek seslendirilmese de, tahmini hesaplamayla
gelecek on yıl boyunca 20 milyar dolar düzeyinde bir kazançtan ve ‘hiper
teknoloji’ye erişim imkanından mahrum kaldık.
Yine ayrı bir yazı konusu olmayı hak
eden F-35 meselesinde hatırlamamız
gereken belki de en önemli konu şudur: Türkiye’nin F-16 filoları eskimekte ve
harp üstünlüğünü kaybetmektedir. Bu hesapla, Türkiye filo yenilemesini F-35’le
yapmaya karar vermişti. Ancak, F-35 desteğinin yokluğunda, milli muharip
uçağımızı geliştirmekte geciktiğimiz her gün, bölgemizde hava üstünlüğü esasına
dayalı savunma mimarimiz hasar alacak, hava muharebesi yeteceğimizi kaybedeceğiz.
4. Önceki yıllarda
Türkiye’deki NATO askeri tesisleri ABD için büyük önem taşıyordu. Türkiye’yle
ilişkilerin bozulması bu tesislerin kapanmasına neden olabilir düşüncesi
ülkemizle ilgili alınacak kararlarda ABD bakımından önemli bir etkendi. Oysa
bugün bu kaygı önceki yıllardaki kadar önemli görünmüyor. Geçen zaman içinde
Türkiye’nin çevresindeki alanda Yunanistan’da, Romanya’da, Lübnan’da, Irak’ta,
Ürdün’de devreye giren esnek mimari anlayışına dayalı tesisler ABD’nin
bölgedeki mevcudiyetini güçlendirdi, bu konuda Türkiye’ye duyulan ihtiyacı da
hayli azalttı.
5. Bugüne kadar
ABD’deki ‘Musevi lobisi’ ülkemizle ilgili konularda hemen her zaman
bizim yanımızda olur, taleplerimizi desteklerdi. ‘Musevi lobisi’
bakımından belirleyici olan İsrail’in güvenliği olagelmiştir. İsrail’le
ilişkilerimiz ‘stratejik zemin’ kaybettiği için uzunca süredir Amerika’daki
etki alanı tartışılmaz olan bu lobinin desteğini alamıyoruz. Hatta, ‘Musevi
lobisi’ Türkiye gündeme geldiğinde karşımızda konumlanan refleksler gösteriyor
artık.
6. Son
yıllarda ülkemizin hukuk sistemindeki gerileme, insan hakları ve özgürlüklerin
aşınması, Trump döneminde iki ülke ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeye
başlamış olsa da, asıl tesiri Biden döneminde görmeye başladık. Seçilmesinden
sonra aradan beş ayı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen Biden’ın
Cumhurbaşkanımızla temastan kaçınırken, ilk görüşmesini ‘Ermeni soykırımı’nı
tanınma kararını duyurmak üzere yapmayı seçmesi Türkiye’yi yalnızlaştırıcı ve
iyice incitici bir yaklaşım oldu.
7. Yeni ABD
Yönetimi’nin Türkiye’ye bakışının yalnız Başkan Biden’ın kararıyla
şekillenmediğini biliyoruz. Dışişleri ve Savunma Bakanları ve Ulusal Güvenlik
Danışmanı başta olmak üzere, bugünkü Yönetim’in askeri, diplomasi ve güvenlik
bürokrasisinin tamamı Türkiye’yi ve bölgemizi Obama Yönetimi döneminden bu yana
çok yakından tanıyan kişiler. Bu da, ABD’nin ülkemize yaklaşımının bilinçli bir
kararla şekillendiğini gösteriyor.
8. Son zamanlarda
ekonomide yaşadığımız sıkıntılar Türkiye’yi uluslararası alanda daha kırılgan
ve tepkisizliğe mecbur eden duruma düşürdü. Aynı anda birden fazla ülkeyle
sorunlu angajmanların yaratacağı ekonomik zorluklar, kırılganlığı ileri safhada
kırılma ve kopma noktasına taşıyacak ve dış politikada bizi iyiden iyiye
yalnızlaştıracak düzeye geldi.
Buradan nereye gidebiliriz?
Yukarıda saydığımız nedenler kuşkusuz
çoğaltılabilir. Fakat, nedenlerden ziyade, mevcut duruma ve yakın geleceğe
odaklanmamız daha isabetli olacaktır. Bu halde göze çarpacak ilk tespit,
giderek karmaşık bir yumak halini alan sorunlu dış ilişkilerimizi daha fazla
zaman geçirmeden düzeltmek, eski dostlarımızı tekrar yanımıza almak olmalıdır.
Nitekim yöneticilerimizin son zamanlarda bu yönde gayret sarf ettiğini
görüyoruz.
Biden’ın bu yıl yaptığı 24 Nisan
açıklaması kuşkusuz bunca yıllık yoğun ve yakın ilişkisi olan her iki ülke için
de talihsiz olmuştur. Bu tespitin ABD başkentinde de yapıldığını düşünüyorum.
Sorun, nihayetinde bu yolun izlenmesinin seçilmesidir. Türkiye’nin
yalnızlığının yarattığı kırılganlığın dayattığı tepkisizlik hali ABD’ndeki
siyasa yapıcıları tarafından iyi okunmuş ve hesaba katılmış görünmektedir.
Dikkatinizi çekmiş olabilir: Önceki yıllarda olsaydı, böyle bir karar alındığı
haberi duyulduktan sonra aynı düzeyde karşılık vermek üzere mukabil kararlar
alır ve bunları uygulardık. Ancak yöneticilerimiz şimdilik sessizliği
koruyarak, tepkimizi sınırlı tutma kararı almış gibi görünüyorlar. Ankara’daki
ABD Büyükelçisinin Bakanlığa davet edilerek açıklama istenmesi herhalde ülkeler
arasında yaşanan ciddi sıkıntılarda verilecek, etkisi olmayacak en hafif
karşılıktır. Daha önceleri, Vaşington’daki Büyükelçimizin Ankara’ya çağırılıp
uzun süre görev yerine gönderilmemesinden tutun, ekonomik, siyasi ve hatta
askeri mukabil yaptırım kararlarının hayata geçirilmesine kadar uzanan bir dizi
önleme başvurulmaması bu karar sonrasında düşünülmemiş gibi görünüyor.
Bizim kamuoyumuzun hafızası maalesef güçlü
değildir. Diğer bir çok konuda olduğu gibi, tüm önemine rağmen yaşanan bu olayı
da kısa sürede unuturuz. Ama Dışişleri’nin uzun yıllardır üzerinde titizlikle
çalıştığı, Türkiye için saygınlık meselesi olan 1915 olaylarıyla ilgili dış
politika dosyasında diplomasimizin bundan sonra daha yoğun meşgul olmak zorunda
kalacağı anlaşılıyor. Ermeni diyasporasının ‘dört T’ talebi doğrultusunda,
‘tanıtma’ ve “tanınma’dan sonra şimdi ‘tazminat’ ve ‘toprak’ taleplerinin
karşılanması için girişimlere başlayacağını tahmin etmek zor değil. Bunlar
hemen olmasa, ABD Yönetimi bu aşamada cesaretlendirici ilave adımlardan kaçınsa
ve bunları ileri bir vadede kullanılabilecek elverişli bir araç olarak saklı
tutsa bile, ‘soykırım’ suçlaması gibi ağır bir ithama maruz kalmak ülkemizi
uluslararası alanda zor duruma düşürecek, dış politikada ahlaki üstünlük
anlayışına dayalı yumuşak gücümüz ve nüfuzumuz zayıflayacaktır. ABD’nin tutumu
başka ülkeleri de benzer kararlar almaya teşvik edici ve cesaretlendirici
olacaktır. Bu ülkeler bakımından referans alınan ‘ABD dalga kıranını’nın artık
ortada olmadığı açıktır. Nihayet unutulmamalıdır ki, dünyada ‘soykırım’
ithamına maruz kalarak yalnızlaşan pek az ülke vardır. Kendi tercihlerimizin de
rol oynadığı bu acı duruma sürüklenmemiz üzerinde herhalde düşünmemiz
gerekiyor. Daha önemlisi, bizden sonraki kuşaklara bir açıklama borcumuz
olacağını her zaman hatırda tutmamız gerekiyor.
Son dönemde büyük hasar gören ABD’yle
ilişkilerimizi yeniden rayına oturtma işi yine diplomasi kadrolarımıza kalacak
gibi görünüyor. Kırılan vazonun parçalarının ne denli başarıyla yerlerine
yapıştırılabileceği kuşkusuz ayrı ve kapsamlı bir tartışma konusudur. Umarım
yöneticilerimiz de ABD’yle ilişkilerimizde yeniden soğukkanlılık ve sağduyunun
hakim olacağı bir döneme girmenin önemini idrak ederler ve bu konuda Dışişleri
Bakanlığı’mızın profesyonel bürokrasisine güven tazelerler.