28 Nisan 2021 Çarşamba

Önümüzdeki dönemde ABD ile bozulan ilişkilerin tamirinde soğukkanlılık, sağduyu ve profesyonel diplomasi ön planda olmak zorunda Naci Koru-26 Nisan 2021

Yeteri kadar derdimiz yokmuş gibi, 24 Nisan’da yayınladığı mesajda Başkan Biden’ın 1915’te yaşanan tehcir olayını ‘soykırım’ olarak tanımlamasıyla şimdi yeni bir sorunumuz daha oldu. Biden, farklı bir yoruma kapıyı kapatmamak amacıyla açıklamasının giriş ve sonuç bölümlerinde iki kez ‘soykırım’ ifadesini kullandı. ‘Medz Yeghern’ ifadesini de tâli bir destek olarak yanda tuttu. ‘Suçlayıcı olmadan, yüzleşme ve arınma’ ifadesini öne çıkardı. İktidarıyla muhalefetiyle tüm siyaset erkânı ve ‘sivil toplum’ erbabı derhal seferber olup, birbirinin peşi sıra kınama mesajları yayınladık; birikip taşan toplumsal öfkemizi boşalttık. Oysa, daha geçen hafta “Türkiye’nin bu konuda rahat ve komplekssiz olması gerektiği” yetkililerimiz tarafından televizyonda ifade edilmişti

Televizyon kanallarımız bu konuyu şimdilik gündemde tutuyor, kadrolu ‘müdavim uzmanlar’ bir kanaldan diğerine koşarak yorumlar yapıyorlar. Kamuoyunda ABD’nin bu açıklamasına karşılık verilmesi talebiyle ilgili olarak zengin bir çeşitlilikte heyecan verici görüşler dile getiriliyor. Bir zamanlar Amerikan yerlilerine uygulanan soykırım ve Afrika’dan getirilen kölelere reva görülen muameleyle başlayan, Vietnam ve dünyanın dört bir yanında yapılan katliamlarla devam eden bu liste üzerinden Meclisimizde karar alınması, bu konulara ders kitaplarında yer verilmesi, aslında her 24 Nisan’da gündeme taşınan görüş ve taleplerin tekrarı olmaktan ileri gitmiyor. Yani, aslında tepkiselliğimiz yeni unsurlar taşımıyor. Ama, bilinç altımızda yaşayan bir “Pembe İncili Kaftan” sendromuyla karşı karşıyayız. Kendimizce rahatladığımızı düşünürken, sorun tüm haşmetiyle önümüzde duruyor.

ABD’nin 1915 olaylarıyla ilgili bu tavrının yeni olmadığını biliyoruz. Başkan Reagan da ABD Kongresi tarafından kurulan Holokost Müzesi’nin açılışı vesilesiyle 22 Nisan 1981 tarihinde yayınladığı Başkanlık Açıklaması’nda “Medeniyetin ne denli değerli, özgürlüğün ne denli önemli ve insanlık ruhunun ne denli kahramanca olduğunu ilelebet hatırlamalıyız. Öncesinde Ermenilerin, sonrasında ise Kamboçyalıların hedef oldukları soykırımlar ve daha çok sayıda insanın maruz kaldıkları zulümler gibi, Yahudi Soykırımı’ndan çıkartılan dersler asla unutulmamalıdır” ifadelerini kullanmıştı. ABD Başkanlarının 24 Nisan günü açıklama yapmaları Clinton döneminden itibaren gelenekselleşti. Meselenin ABD Kongresi boyutu da 1980’li yıllardan itibaren aynı zeminde gelişti. Türkiye’nin yoğun emek ve girişimleriyle ABD Başkanlarının açıklamalarında dengeyi gözetmeleri sağlanırken, ABD Kongresi’nin her iki kanadında bu şekilde bir karar alınması yaklaşık 40 yıllık süre boyunca önlendi. Bu girişimlerimiz sırasında ‘Türkiye-ABD ilişkilerinin stratejik önemi’ argümanı sıklıkla kullanıldı; muhataplarımız da bunu kabul ederek, girişimlerimizi desteklediler. Ancak tüm bu girişimlerimiz, 2019’da Temsilciler Meclisi ve Senato’nun ‘Ermeni soykırımı’nı tanıyan kararları kabul etmelerini önleyemedi. Aşağıda tartışacağımız konular arasında Türkiye’nin aşınmaya yüz tutan ‘stratejik önemi’ tam da bu nedenle yer alacak.

Avrupa’da da Rusya, Almanya, İngiltere  ve Fransa gibi ülkelerin aralarında bulunduğu sayısı 30’u aşkın ülkenin parlamentolarının farklılaşabilen düzeyde ve içerikte, ancak son tahlilde benzeşen kararlar aldıklarını biliyoruz. ‘Soykırım’ suçunu evrenselleştirirken geriye yürütmeyen 1948 Sözleşmesi’nin etkisiyle uluslararası mahkemelerin Ermeni iddialarını destekleyen kararının bulunmamasına rağmen, yasama organlarında alınan bu ‘siyasi’ içerikli ve maksatlı ‘tanıma’ kararlarının ülkemizin itibarını ve yaslandığı ahlaki üstünlük zeminini aşındıracağı kuşkusuz. 1948 Sözleşmesi’ne atıfla bu tür karar ve açıklamaların hukuki sonucu olmayacağını ileri sürüyor olsak da, meselenin hukuktan ibaret olmadığı ve önümüzdeki dönemde başımızın ağrıyacağı, diplomasimizin daha uzun yıllar mücadeleye devam edeceği anlaşılıyor. Bu yazıda, konunun tarihi, siyasi ve hukuki boyutlarının tartışmasına girmeden bugün geldiğimiz aşamada, konunun güncel ve geleceğe dönük taraflarını irdelemek istiyorum.

Bu noktaya nasıl geldik?

Burada kendimize sormamız gereken ilk soru şudur: Bu kadar yıldan sonra, bu konuda çok hassas olduğumuzu bildiği halde Amerika neden Türkiye’yi karşısına alma kararı verdi? İkili ilişkilerin taşıdığı stratejik değer mi zemin kaybetti, dünya konjonktüründe önemli değişiklikler mi oldu, veya Türkiye’nin sahip olduğu stratejik önem mi azaldı? Yoksa, bir şekilde son yıllardaki gelişmeler mi bizi bu keskin dönemece getirdi?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda uyguladığı içine kapanma/yalnızlık politikasını terk ederek iki kutuplu dünyanın en önemli oyuncusu olarak yeniden yerini almıştı. Avrupa’yla yakın ve özel ilişkiler geliştirilmiş; Atlantik ittifakı oluşmuştu. İşte o yıllardan başlayarak, Batı ittifakının içinde yer alma talebini gündeme getirmelerinin ardından, Türkiye ve Yunanistan 1952’de NATO’ya üye oldular. Bu tarihten itibaren ABD Türkiye ve Yunanistan’la ilişkilerinde daima denge ve eşitlik gözetti, ‘kayırmacı’ davranmadı. Hatırlanacaktır, bu denge, ilk defa Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra bozuldu. Harekattan sonra maruz kaldığımız silah ambargosunun ardından, başta askeri yardımlar olmak üzere, ABD Kongresi’nin kararlarıyla Yunanistan ve Türkiye’ye yapılan yardımlarda 7/10 oranı gözetilmeye başlandı; bu yeni denge uzun yıllar göz önünde tutuldu.

Türk dış politikasında son yıllarda yaşadığımız yeni arayışlara kadar geçen yarım yüzyılı aşkın süre boyunca Türkiye, Batı ittifakı içinde ve NATO’daki önemli konumunu muhafaza etti. Bu dönemde yaşanan irili ufaklı sorunlara, ülkemizdeki askeri darbelere, iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarına, uygulanan silah ambargolarına ve tanık olunan karşılıklı tehditlere rağmen bu özel ilişki hep devam etti. Ama son yıllarda gözlemlediğimiz gelişmeler bu özel ilişkileri yaraladı; onarılması hayli zor olabilecek hasarlara yol açtı.

Başkan Biden’ın ‘Ermeni soykırımı’nın ABD Yönetimi tarafından kabul edilmesiyle ilgili açıklamasının anlamlı bir okumasının yapılabilmesi için belki son dönemde yaşanan arka plan gelişmelerini sıralayıp topluca değerlendirmek yararlı olabilecektir.

1. Arap Baharı sonrasında bölgemizde yaşanan gelişmeler, özellikle Suriye’deki iç savaşa, önce Obama, daha sonra da Trump başkanlığındaki ABD Yönetimlerinin mesafeli davranması bizi Rusya ile yakınlaştırdı. Bu gelişmeler sonucunda, adeta Batı İttifakı dışına çıkarak, İttifak’ın muarızlarıyla Suriye’de kurumsallaştırılan bir işbirliğine yöneldik; ABD’yle aramıza mesafe koyduk. Astana Süreci’ni bu yorumla okuyabiliriz. Bu süreçte, ABD nazarında ‘müttefik olup, ortak olmayan’, Rusya bakımındansa, ‘ortak olup, müttefik olmayan’ bir pozisyonda konumlandık.

2. Suriye’nin kuzeyinde PKK etkisindeki Kürt grupların DEAŞ’la mücadelede ABD’yle işbirliğine girmeleri ve Türkiye’nin güçlü itirazlarına rağmen ABD’nin PYD’yi desteklemeyi sürdürmesi iki ülke arasındaki stratejik dokuya hasar verdi. Bu durumun nedenleri etraflıca tartışılmayı hak eden ayrı bir yazı konusudur. Ancak, tam da bu nedenle Suriye’nin kuzeyinde terörle mücadele operasyonlarımıza ABD’nin desteğini alamadık; bu konu iki ülke arasındaki güven bunalımını gün geçtikçe derinleştiren unsurlar arasına katıldı.

3. Batılı müttefiklerimizden hava savunma sistemleri satın alınmasının başarısızlıkla sonuçlanması yine ayrı ve kapsamlı bir yazı konusu olmakla birlikte, bu durumu gerekçe gösterip ‘Avrasya Ekseni’ne yönelmemiz; önce Çin’den, sonra Rusya’dan hava savunma sistemi alma kararı vermemiz yalnız ABD’yi değil diğer Batılı müttefiklerimizi de fazlasıyla rahatsız etti. S-400 hava savunma sistemi alındığında Amerika’nın tepkisi büyük olmakla birlikte, Trump ile kurulan özel ilişkilerden dolayı bu anlaşmazlığın olumsuz sonuçlarını yaşamak Demokratların dönemine kaldı. CAATSA yaptırımları ve eşzamanlı olarak F-35 projesinden çıkarılmamız bizi hem siyasi yönden, hem askeri ve ekonomik olarak çok güç bir duruma soktu. Teslimat aşamasında iki adet F-35 uçağımızı alamadık, ilave dört uçağımız da alıkondu. 2003’ten bu yana toplam dokuz müttefik ülke arasında üretim ortağı olduğumuz bu uçakların parçalarının imalatının stratejik getirisinden mahrum kaldık. Dünyada ABD hariç tutulursa bu platformların tek bakım-onarım üssü olmanın getireceği imkanlarla Avrupa’daki F-35 filolarının bakımı projesi de sona erdi. Pek seslendirilmese de, tahmini hesaplamayla gelecek on yıl boyunca 20 milyar dolar düzeyinde bir kazançtan ve ‘hiper teknoloji’ye erişim imkanından mahrum kaldık.

Yine ayrı bir yazı konusu olmayı hak eden  F-35 meselesinde hatırlamamız gereken belki de en önemli konu şudur: Türkiye’nin F-16 filoları eskimekte ve harp üstünlüğünü kaybetmektedir. Bu hesapla, Türkiye filo yenilemesini F-35’le yapmaya karar vermişti. Ancak, F-35 desteğinin yokluğunda, milli muharip uçağımızı geliştirmekte geciktiğimiz her gün, bölgemizde hava üstünlüğü esasına dayalı savunma mimarimiz hasar alacak, hava muharebesi yeteceğimizi kaybedeceğiz.

4. Önceki yıllarda Türkiye’deki NATO askeri tesisleri ABD için büyük önem taşıyordu. Türkiye’yle ilişkilerin bozulması bu tesislerin kapanmasına neden olabilir düşüncesi ülkemizle ilgili alınacak kararlarda ABD bakımından önemli bir etkendi. Oysa bugün bu kaygı önceki yıllardaki kadar önemli görünmüyor. Geçen zaman içinde Türkiye’nin çevresindeki alanda Yunanistan’da, Romanya’da, Lübnan’da, Irak’ta, Ürdün’de devreye giren esnek mimari anlayışına dayalı tesisler ABD’nin bölgedeki mevcudiyetini güçlendirdi, bu konuda Türkiye’ye duyulan ihtiyacı da hayli azalttı.

5. Bugüne kadar ABD’deki ‘Musevi lobisi’ ülkemizle ilgili konularda hemen her zaman bizim yanımızda olur, taleplerimizi desteklerdi. ‘Musevi lobisi’ bakımından belirleyici olan İsrail’in güvenliği olagelmiştir. İsrail’le ilişkilerimiz ‘stratejik zemin’ kaybettiği için uzunca süredir Amerika’daki etki alanı tartışılmaz olan bu lobinin desteğini alamıyoruz. Hatta, ‘Musevi lobisi’ Türkiye gündeme geldiğinde karşımızda konumlanan refleksler gösteriyor artık.

6. Son yıllarda ülkemizin hukuk sistemindeki gerileme, insan hakları ve özgürlüklerin aşınması, Trump döneminde iki ülke ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeye başlamış olsa da, asıl tesiri Biden döneminde görmeye başladık. Seçilmesinden sonra aradan beş ayı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen Biden’ın Cumhurbaşkanımızla temastan kaçınırken, ilk görüşmesini ‘Ermeni soykırımı’nı tanınma kararını duyurmak üzere yapmayı seçmesi Türkiye’yi yalnızlaştırıcı ve iyice incitici bir yaklaşım oldu.

7. Yeni ABD Yönetimi’nin Türkiye’ye bakışının yalnız Başkan Biden’ın kararıyla şekillenmediğini biliyoruz. Dışişleri ve Savunma Bakanları ve Ulusal Güvenlik Danışmanı başta olmak üzere, bugünkü Yönetim’in askeri, diplomasi ve güvenlik bürokrasisinin tamamı Türkiye’yi ve bölgemizi Obama Yönetimi döneminden bu yana çok yakından tanıyan kişiler. Bu da, ABD’nin ülkemize yaklaşımının bilinçli bir kararla şekillendiğini gösteriyor.

8. Son zamanlarda ekonomide yaşadığımız sıkıntılar Türkiye’yi uluslararası alanda daha kırılgan ve tepkisizliğe mecbur eden duruma düşürdü. Aynı anda birden fazla ülkeyle sorunlu angajmanların yaratacağı ekonomik zorluklar, kırılganlığı ileri safhada kırılma ve kopma noktasına taşıyacak ve dış politikada bizi iyiden iyiye yalnızlaştıracak düzeye geldi.

Buradan nereye gidebiliriz?

Yukarıda saydığımız nedenler kuşkusuz çoğaltılabilir. Fakat, nedenlerden ziyade, mevcut duruma ve yakın geleceğe odaklanmamız daha isabetli olacaktır. Bu halde göze çarpacak ilk tespit, giderek karmaşık bir yumak halini alan sorunlu dış ilişkilerimizi daha fazla zaman geçirmeden düzeltmek, eski dostlarımızı tekrar yanımıza almak olmalıdır. Nitekim yöneticilerimizin son zamanlarda bu yönde gayret sarf ettiğini görüyoruz.

Biden’ın bu yıl yaptığı 24 Nisan açıklaması kuşkusuz bunca yıllık yoğun ve yakın ilişkisi olan her iki ülke için de talihsiz olmuştur. Bu tespitin ABD başkentinde de yapıldığını düşünüyorum. Sorun, nihayetinde bu yolun izlenmesinin seçilmesidir. Türkiye’nin yalnızlığının yarattığı kırılganlığın dayattığı tepkisizlik hali ABD’ndeki siyasa yapıcıları tarafından iyi okunmuş ve hesaba katılmış görünmektedir. Dikkatinizi çekmiş olabilir: Önceki yıllarda olsaydı, böyle bir karar alındığı haberi duyulduktan sonra aynı düzeyde karşılık vermek üzere mukabil kararlar alır ve bunları uygulardık. Ancak yöneticilerimiz şimdilik sessizliği koruyarak, tepkimizi sınırlı tutma kararı almış gibi görünüyorlar. Ankara’daki ABD Büyükelçisinin Bakanlığa davet edilerek açıklama istenmesi herhalde ülkeler arasında yaşanan ciddi sıkıntılarda verilecek, etkisi olmayacak en hafif karşılıktır. Daha önceleri, Vaşington’daki Büyükelçimizin Ankara’ya çağırılıp uzun süre görev yerine gönderilmemesinden tutun, ekonomik, siyasi ve hatta askeri mukabil yaptırım kararlarının hayata geçirilmesine kadar uzanan bir dizi önleme başvurulmaması bu karar sonrasında düşünülmemiş gibi görünüyor.

Bizim kamuoyumuzun hafızası maalesef güçlü değildir. Diğer bir çok konuda olduğu gibi, tüm önemine rağmen yaşanan bu olayı da kısa sürede unuturuz. Ama Dışişleri’nin uzun yıllardır üzerinde titizlikle çalıştığı, Türkiye için saygınlık meselesi olan 1915 olaylarıyla ilgili dış politika dosyasında diplomasimizin bundan sonra daha yoğun meşgul olmak zorunda kalacağı anlaşılıyor. Ermeni diyasporasının ‘dört T’ talebi doğrultusunda, ‘tanıtma’ ve “tanınma’dan sonra şimdi ‘tazminat’ ve ‘toprak’ taleplerinin karşılanması için girişimlere başlayacağını tahmin etmek zor değil. Bunlar hemen olmasa, ABD Yönetimi bu aşamada cesaretlendirici ilave adımlardan kaçınsa ve bunları ileri bir vadede kullanılabilecek elverişli bir araç olarak saklı tutsa bile, ‘soykırım’ suçlaması gibi ağır bir ithama maruz kalmak ülkemizi uluslararası alanda zor duruma düşürecek, dış politikada ahlaki üstünlük anlayışına dayalı yumuşak gücümüz ve nüfuzumuz zayıflayacaktır. ABD’nin tutumu başka ülkeleri de benzer kararlar almaya teşvik edici ve cesaretlendirici olacaktır. Bu ülkeler bakımından referans alınan ‘ABD dalga kıranını’nın artık ortada olmadığı açıktır. Nihayet unutulmamalıdır ki, dünyada ‘soykırım’ ithamına maruz kalarak yalnızlaşan pek az ülke vardır. Kendi tercihlerimizin de rol oynadığı bu acı duruma sürüklenmemiz üzerinde herhalde düşünmemiz gerekiyor. Daha önemlisi, bizden sonraki kuşaklara bir açıklama borcumuz olacağını her zaman hatırda tutmamız gerekiyor.

Son dönemde büyük hasar gören ABD’yle ilişkilerimizi yeniden rayına oturtma işi yine diplomasi kadrolarımıza kalacak gibi görünüyor. Kırılan vazonun parçalarının ne denli başarıyla yerlerine yapıştırılabileceği kuşkusuz ayrı ve kapsamlı bir tartışma konusudur. Umarım yöneticilerimiz de ABD’yle ilişkilerimizde yeniden soğukkanlılık ve sağduyunun hakim olacağı bir döneme girmenin önemini idrak ederler ve bu konuda Dışişleri Bakanlığı’mızın profesyonel bürokrasisine güven tazelerler.

Hukuk ve ahlak siyasetin kapısından giremez! Mehmet Ocaktan-28/04/2021

İnsanoğlunun topluluklar halinde yaşamaya başladığı ilk çağlardan bu yana yönetenleri ve tek tek bireyleri bağlayan iki temel kavram esas olmuştur; hukuk ve ahlak…

İlk dönemlerdeki site devletlerinden modern devlete kadar geçen bütün süreçlerde ortaya çıkan farklı yönetim biçimlerinde, kendi çağlarının coğrafi, kültürel ve sosyolojik şartlarına paralel olarak hukuki metinler ve ahlaki ilkeler belirleyici olmuştur.

Modern devletle birlikte hukuki metinler daha evrensel bir norma kavuşmuş ve doğal olarak hukuk yönetenleri de, yönetilenleri de sınırlayan kurumsal bir nitelik kazanmıştır. Dolayısıyla “hukukun üstünlüğü” kavramı günümüzdeki demokratik hukuk devletlerinin vazgeçilmez bir vasfı haline gelmiştir.

Bu yüzden de günümüzdeki demokratik ülkelerin gelişmiş ülke olmalarını sağlayan temel dinamikler; hukuk, yüksek standartlara sahip özgürlükler, kaliteli demokrasi ve hesap verilebilirlik ilkeleridir… İnsanların en doğal hakları olan özgürlüklerini sağlamayı başaramamış, kuvvetler ayrılığı ve denge-denetleme prensipleriyle siyasal iktidarların sorgulanmasını, hesap vermesini sağlayamamış ülkelerin uzun vadede ayakta kalmaları ve halklarının refahını sağlamaları mümkün değildir.

***

Evet modern demokrasilerin temel vasıfları bu ilkelerdir, ancak Türkiye gibi henüz demokrasi kültürünü içselleştirememiş ülkeler için ne yazık ki hukuk da, ahlak da geçerli kriterler değildir. Denebilir ki Türkiye şu kadar yıldır eksik de olsa hukuk devleti vasfı olan, özgürlükler ve insan hakları konusunda belli mesafeler almış bir ülkedir. Dolayısıyla Türkiye’yi tümden demokrasi dışı ülkeler kategorisinde değerlendirmek haksızlık olur. Elbette Türkiye’yi hiçbir “hukuk devleti” vasfı olmayan despotik ülkelerle birlikte değerlendirmek mümkün değildir.

Ancak uzun bir demokrasi tecrübesine ve hukuk birikimine rağmen, demokrasi kalitesi her gün biraz daha eksilen, hukuk devleti vasfından giderek uzaklaşan bir Türkiye’nin bugün itibariyle geldiği yeri hukukla izah etmek mümkün olmadığı gibi, ortaya çıkan tablo ahlaken de tam bir çürümeye işaret etmektedir.

Bir hukuk devletinde ülkenin ticaret bakanı kocasının şirketinden kendi bakanlığına dezenfektan alımı yapabiliyorsa, bunun hukuki sonuçları olmak durumundadır. Yine aynı bakan, bakanlık imtiyazını kullanarak kendi şirketine sanayi bakanlığından 1.4 milyon liralık yatırım desteği alabiliyorsa siyasal etik açısından sorun var demektir. Eğer bir ülkede yönetim makamında olanlar, kendilerini hukukla bağlı hissetmiyorlarsa ya da hukuk onlara dokunamıyorsa o ülkede hukuk devletinden söz edilemez.

Maalesef bugün hukuk ve ahlak, siyasetin kapısından giremez hale geldiği için kripto para ticareti yapan bir tosuncuk 400 bin kişinin 2 milyar dolarını alarak kayıplara karışabiliyor. Bakanlarla fotoğraflar çektiriyor, bakan yakınlarıyla ortaklıklar kuruyor ama ne yazık ki hukuk imtiyaz duvarlarını aşmayı bir türlü başaramıyor.

***

Evlerine ekmek götürmekte zorlanan insanların ahlarının yükseldiği bir ortamda devletin en saygın şirketlerinin yönetimindeki isimler, eski bakanlar, eski vekiller yine devletin 10-15 şirketinden, banka yönetim kurullarından yüzbinlerce liralık maaşlar alıyorlar ama ahlak bu insanların mahallesine hiç uğramıyor.

“Pudra şekerci” AK Parti genel merkez elemanı milyon dolarlık lüks arabalarla kokain alemlerine dalıyor, ama hiçbir merci “bu değirmenin suyu nereden geliyor” diye soramıyor.

Bir televizyon kanalına çıkıp “Bizim aile şöyle elli kişiyi götürür” şeklinde tehditler savurarak açıkça kin ve nefret suçu işleyen bir hanımefendiye hukuk hiçbir şekilde işlemiyor, çünkü o siyaseten güçlü bir mahalleyi temsil ediyor.

Demokratik ülkelerde devleti yönetenler de, bireyler de layüsel değildirler. Çünkü hukuk devletinin kuralları herkes için geçerlidir, ama Türkiye hariç…

27 Nisan 2021 Salı

Biden nereye koşuyor? Abdurrahman Dilipak-27 Nisan 2021

Hemen söyleyeyim, bu kriz uzun sürecek. Erdoğan-Biden görüşmesi haziran ayında NATO toplantısında olacak. Türkiye, masaya soykırım iddiaları yanında, 15 Temmuz, PKK konularını da getirecek. Ama bir uzlaşı çok kolay değil. Tabii bu toplantı olursa! Toplantı olsa bile o zamana kadar yaşanacak olaylar, konuyla ilgili gelişmeler bu görüşmeyi imkansız hale getirebilir. Geçmişte de ABD ile birtakım sorunlar yaşandı. Kıbrıs harekatı, haşhaş ekimi gibi. Hatta iş ABD’nin 21 üssünün kapatılmasına kadar gitti. Sonra yine açıldı. O günlerde Türkiye’ye ambargo uygulayan ABD’nin 21 üssü kapatıldı. 5.000 Amerikan askeri ülkesine döndü ve sonra işler eski haline geri döndü. Amerikalılar geri geldiler, yine darbe yaptılar, yine teröre destek verdiler. “Muavenet”i vurdular ne oldu? Goliath’ı batıran geminin adını taşıyan Muavenet’e ABD savaş gemisi Saratoga’dan 2 füze fırlatıldı. ABD gelip Ege’de gemimizi batırdı ne oldu! Kaza! Eşref Bitlis’i kim, niçin öldürdü? FETÖ nerede yaşıyor, Fehriye Erdal’ı hangi ülke koruyor. Ya da PKK’ya kim destek veriyor.

Hamaset yüklü büyük laflar ediliyorsa, bu işten yine bir şey çıkmayacak demektir. “Laf ile bir sürü söz” yerine “az laf çok iş” daha önemlidir. “Ayinesi iştir kişinin laf’a bakılmaz”. Tabii öte yandan, “bekara karı boşamak kolay”. Eğer “reel politik” putunun sözlerine kulak verecekseniz, oturun oturduğunuz yerde. Ayran köpürtmeyin. Ama, Hz. Musa’yı hatırlayıp, diyorsanız ki, “Önümde deniz, arkamda Firavun’un orduları da olsa, Allah bana yeter” buyurun yürüyün o zaman. Eğer diyorsanız, Golyat’ın / Calud’un 100.000 kişilik ordusuna karşı, 300 inanmış adam yeter, hatta onlar, bir yandan istişare ederken, öte yandan ıslak elbiselerini sıkarken, çocukluktan gençliğe geçiş döneminde, elinde kılıcı, sırtında zırhı bile olmayan Davud sapan taşı ile bu işi bitirebilir, o zaman hadi! Onların fil orduları varsa, sizin için yardıma gelecek ebabil kuşlarınız var! Hani ramazanda bol bol hatim yapıyoruz da, okuduğumuz ve “amenna ve saddakna” dediğimiz ayetlerde böyle şeyler yazıyor da!

Sahi sizin mekteplerinizde insanlar böyle bir geçmiş ve gelecek, inanç, cesaret ve kararlılıkla mı hayata hazırlanıyorlar. İşte o zaman halimiz harab. O zaman “içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” diye düşünelim ve nerede yanlış yaptığımıza bakalım. Zira, biz kendimizi değiştirmeden, Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek. Bu aile hukuku, bürokrasisi, siyaseti, maarifi ile mi siz “Haydi yavrum haydi git, ya gazi ol, ya şehid” diye evlatlar yetiştireceğinizi mi, düşünüyorsunuz! Bu ETCEP ve Fulbright yönergeli okullardan mı çıkacak böyle nesiller. Oralardan yetişen Faruk’ları, Fatih’leri görüyoruz.

Bakın, ABD “soykırım”ı tanıdı. Bunun 2. aşaması tazminat talebi, ardından da toprak talebi olacaktır. Bakın bunun için ABD’de ve Uluslararası mahkemelerde yeni davalar açılacak, konu BM’nin gündemine getirilecektir. Zaten daha önce açılan davalar vardı, şimdi onlar beklemedeydi, derdest hale getirilecektir. FETÖ, PKK ve Türkiye karşıtları hepsi bu konuda lobi faaliyetleri yapacaklar. ABD yarın ambargo talebinde de bulunabilir. Halkbank, Zarrap konusunu da tekrar gündem yapabilir. Türkiye’de ve yurtdışında Türkiye aleyhindeki faaliyetlere destek verebilir.

Ben, öncelikle şu DSÖ ve dünya uzay ajansı, gıda ve ilaç, aşı anlaşmaları, iklim değişikliği, hayvan hakları gibi Global Reset çerçevesindeki projelerden, anlaşmalardan hemen vazgeçelim. Bakın “oltayı yutan balık yem istemez” Oltayı yuttuk mu, yutmak üzere miyiz bilmiyorum. Biz başka şeylerle uğraşırken, onlar “ıslah edicileriz” maskesi ile içeriye girip köşe başlarını tuttular bile. Bizi eve hapseden akıla ve içimizdeki Bill’in adamlarına dikkat!

“Başta İncirlik olmak üzere Amerikan üs ve tesislerini boşaltalım” sesleri yükseliyor. ABD’de artık Irak ve Suudi Arabistan topraklarına yerleşince en azından bazı tesisleri kapatabilir. Zaten askerlerini çektiği bölgelere paralı askerler ve paramiliter grubları yerleştiriyor. Şimdi bir de Humanoidler geliyor. Yani Siber ordular nöbeti devralıyor. RF ve Laser silahları ile uzayı da işgal ettiler, Radarlara da gerek kalmadı büyük ölçüde. Yeni sistemler denizaltını, yeraltını da tarıyor. 5G deseniz zaten tam bir intihar planı.

Bakalım Türkiye, BM ve Uluslararası Adalet Divanına konuyu taşıyacak mı? 15 Temmuz’daki İncirlik, İstanbul ve Ankara’daki ABD bağlarını gündem yapacak mı. 1914 sonrası batılı ülkelerin Ermeni, Rum birtakım unsurları silahlandırıp, dört bir yandan bu paramiliter grublar üzerinden ülkeyi kana bulamaya başlaması ile yaşanan mukatele gerçeğini dünyaya anlatabilecek mi? Ben anne tarafından Osmaniye baba tarafından Maraşlıyım. Fransızlar gelmeden, onların desteklediği bu unsurlar suikastlara başladılar. Gelince de zaten ellerinde Fransız silahları, sırtlarında Fransız asker elbisesi vardır. Bir de kandırıp ya da zorla getirdikleri Cezayirli ve Senegalli Müslümanlar vardır. Zorla savaşa sokulan bu insanlara yapılan bir insanlık suçu idi aslında. Bu olanlar bir savaş suçu idi.

Çanakkale’de Osmanlı’da Enver Paşa methiyesi vardı. Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal aldı Enver Paşanın yerini. Üzerine bir de hamaset şalı ve Anzak ayini perdesi örtülünce hakikat görünmez oldu. Oysa İngilizler Hindistan’dan getirdikleri Müslümanları, Fransızlar da Senegal’den getirdikleri Müslümanları karaya çıkarmışlardı büyük ölçüde. Ve bugün İngiliz ve Fransız mezarlıklarında yatanların önemli bir kısmı Hindistan Müslümanı ve Senegal Müslümanı ve onlar Halifeyi kurtarmak için geldiklerini düşünüyorlardı. Buyurun bunu dava konusu yapalım. Senegal ve Hindistan Müslümanlarının mezarlarını Hristiyan mezarlığından ayırıp gıyabi cenaze namazlarını kılalım. Bu utancı yüzlerine çarpalım.

NATO’ya CENTO’ya, RCD’ye bağlıyız değil mi? AB üyeliği için 40 yıldır kapıda bekletiliyoruz. AB üyesi Yunanistan ve NATO’dan müttefikimiz ABD, Türkiye sınır boyunda, bize karşı tatbikat yapıyor ve Yunan bakan gelip, ülkemizde söyleyeceğini söylüyor ama kınama, protestodan başka yapacak bir şeyimiz yok. Bu nesil MEİS gerçeğinden bile habersiz. Laiklik, çağdaşlık tartışmaları ile bu milletin dini, tarihi ve gelenekleri hep baskı altına alındı, hep yutkunduk. Bu Biden, bugünkü yönetime karşı muhalefete destek vereceğini söylüyor, bizimkiler “buradayım, buradayım” diye kendini göstermeye, beğendirmeye çalışıyor.

Sonuç ortada.

“Karanlık aydınlığın yokluğudur”.. Bize ışık gerek, kafası bilginin, kalbi imanının nurunu yayan dürüst, bilgili ve cesur insanlar..

Selâm ve dua ile

26 Nisan 2021 Pazartesi

Herkes ahlaklı olabilir ama Müslümanlar mutlaka olmalı Ali Bardakoğlu-25/04/2021

DİN İLE HAYAT ARASINDA BAĞLANTI NE ZAMAN KOPUYOR?

"Realist olmayıp tarihi, tarih olarak okumayıp da tarihi şahsiyetleri İslam'ı katıksız temsilci olarak sunmaya başlayınca din ile hayat arasında kopuş başlıyor ve insanlar 'Bu kişilere gibi olmak bizim ne haddimize' diye düşünmeye başlıyor. Halbuki din hayatın içindedir; Allah'ı Resul'ü hatasızdır onun dışında herkese bunun dinin mesajını alabildiği kadar alır, yaşayabildiği kadar yaşar.

Sahabe döneminde de savaşlar vardır, birbirini öldürmüşlerdi. Onlar da insandır. Dini biraz hayatta kopuk, pembe bir atmosfer sunmaya başlayınca iyilik ettiğimizi düşünürken, farkında olmadan insanları koparıyoruz. Ya tarihte kayboluyorlar ya da tarihte yalnızlaşıyor. İnsanlar tarih ve dinle yalnızlaşıyor. Halbuki din yalnızlaşma için değil, hayatın içinde Allah'ı mesajını, davetini yaşayarak yürüyen bir şey. Kanı, canı olan bir Müslüman olabilmek önemli."

"TARİHİ ANLATILAR İNSANLARA YETMEYE BAŞLIYOR"

'Tarihte yaşanmıştır, en güzel şekli ile yaşanmıştır. Ondan sonra giderek zaman kötüleşecektir. İslam'dan uzaklaşma olacak. Artık kıyamet alametleri gelecektir. Bir Mehdi gelecek ve kurtaracak' şeklinde bir mesaj verildiği vakit, insanlar dini kendi hayatları içinde, kendi gönülleri içinde aramayı bırakıyor. Daha çok tarihte aramaya başlıyor. Tarihteki kişileri de abartılı bir şekilde anlatınca o hayal dünyası insanlara yetmeye başlıyor."

Dinin tarihi ile Müslümanların tarihinin farklı olduğu ifade eden Bardakoğlu "Dinin tarihi ile Müslümanların tarihini iç içe yaparız. İngiltere ya da Almanya tarihi deriz ama bizdeki tarihe İslam tarihi deriz. İslam tarihi olunca, insanlar da İslam'ı arayınca tarihte buluyorlar. Tarihteki örnekleri zihinlerinde yaşatıyorlar. Ve hayatta kopuyorlar"

"HZ. ÖMER OLAMAYIZ AMA İLKELERİNİ YAŞATABİLİRİZ"

"İlahiyatta iki temel ilim vardır. Fıkıh ve kelam. Bunların yaptığı en önemli işlev; tarihi malzemeleri ayıklayıp onlardan uygulanabilir bir takım ışıklar çıkarmaktır. Hz. Ömer büyük bir sahabe. Fakat mesele Hz. Ömer olmak değil, onun çizgisini anlamak ve o ilkeleri hayatımıza indirmek zorundayız. Yaşanmış hayatı tekrar yaşamamız mümkün değil.

Ebu Hanife'yi, İbn-i Rüşti'yi, Gazali'yi elbet anlamalıyız fakat Gazali'nin tıpa tıp aynısı olamayız. Onun yaşadığı dönem ve olayları farklıydı. Tarihi tarihin içinde bir kesit olarak görmek, onun dinle bağlantısını ayıklamak ve alacaklarımızı bu tarafa getirmek gerekiyor. Örneğin, sünneti hayatımıza taşıyabilmek için Hz. Peygamber'i anlamak gerekiyor. Yoksa kerpiçten evler yapıp hasırda yatarak sünnet ihya olmaz. Hz. Peygamber de bizden böyle bir şey istemedi.”

"ZİHİNLERDE 'DİNDAR' VE 'SEKÜLER' BİRLEŞİMİ VAR"

“Hz. Peygamber'i koyduğu sistemi, hedefleri ve ilkeleri gerçekleştirebilecek bir canlılık içinde olunmalı. Çünkü İslamiyet dinamik bir din. Fakat Müslümanlar Hz. Peygamber'i bir türlü gönül dünyalarına indirmeyi başaramadılar. Sadece rivayetleri okuyarak o günkü mizanseni zihinlerinde yaşatıyorlar. Bu sefer zihinde iki bölüm oluyor. Birincisi tarihteki dinler yaşıyor. İkincisi ise Müslümanların bugün hayatı yaşıyor. Müslüman zihin dünyasında sekülerliği ve dindarlığı bir arada hiç birbirine dokundurmadan yaşatabiliyor. Ve böyle iki ayrı kimliği ve kişiliği de olabiliyor"

 HER DİNDAR AHLAKLI MIDIR?

 "Ahlakın kaynağı din değil, insan fıtratıdır. Dinden de önce insanın özü. Vicdan dediğimiz şey; odur zaten. Ama din, ahlakı tamamlanmak, güçlendirmek ve metafizik bir temek bulmak için gelir. Ahlaklı olmanın metafizik temellerini inşa eder. Böyle olunca da her dindar ahlaklı olmak zorundadır. Fakat bir insanın ahlaklı olması için dindar olması şarttır diyemeyiz. Bu doğru değildir. 'Dindarsa ahlaklıdır, dindar değilse değildir' son derece pratiğe aykırıdır ve doğru da değildir.

Din ile ahlak arasında bir paralellik vardır. İslam'ın özü ve temel dayanakları ile ilgili 3 şey sayarım. Birincisi inanç vardır temelde; Allah'ı tanıma ve bilme. Ondan sonra Allah'a olan şükran ve minnet duygularımızı, belli kural ve yasaklara uyarak yerine getirme. Üçüncüsü de ahlaktır. Hatta sosyal hayatta, aile hayatında dinin getirdiği kuralların, tavsiyelerin tamamı ahlak inşasına yöneliktir."

"Namazın, orucun bir şekli vardır. Ama sadece şekle kanmayın, bu şeklin içini doldurmak size aittir. Ne kadar doldurabilirseniz, ibadetlerin amacına da o kadar yaklaşırsınız. Ahlak deyince çok dar çerçevede düşünüyoruz.

Mesele sadece bir fakiri doyurmak değil, kamusal ahlak da var. İyi bir ahlak toplumu olmak için önümüzde engel var mı? Ahlaklı olmak için dini anlamam tarzımız burada önemli. Burada din adamlarımızı, aydınları ve vatandaşın kusuru var. Ve bu dinin başarısızlığı değil, bizim başarısızlığımız. Çünkü başarı dinlere ait olmaz, dinin aramızda yaşaması için özel bir polisi, jandarması, meleği var mı? Yok. Din hayata yansıyacaksa, kim yapacak bunu? İnsanlar yapacak?"

Ahlak inşası görevinin Müslümanlarda olduğunu hatırlatan Bardakoğlu "İslamiyet ile Müslümanı ayırmadığımız zaman ve bütün beklentiyi İslam'a yönettiğimiz vakit, o dini anlamadık demektir"

“ALLAH AFFEDER DİYE ANLARSAK ÇİZGİMİZ OLMAZ"

"Cihadı ve fetvayı 'Allah affeder' diye anlarsak, bırakın toplum ve ümmet olarak birey olarak bile çizgimiz olmaz. Müslüman o zaman her an, her şeyi yapabilen bir insan tipine dönüşür.

Müslümanlar kamusal ahlaka ve düzenli bir sosyal hayata alışmak zorundadır. Cihat anlayışı, Allah rızası anlayışı, ahirette Allah affeder anlayışı hiçbir zaman bizim dünyadaki ahlaklı davranışlarımızın altını oymamalı. Bizim tarihimizde isteyen istediği fetvayı seçsin anlayışı yoktur. Postmodern bir anlayış bu. Kim kendisine kolay fetva verecekse kapısını çalıp fetvayı alıyor. Böyle bir din olabilir mi?"

"Müslümanlar kamusal ahlaka ve düzenli bir sosyal hayata alışmak zorundadır. Cihat anlayışı, Allah rızası anlayışı, ahirette Allah affeder anlayışı hiçbir zaman bizim dünyadaki ahlaklı davranışlarımızın altını oymamalı. Bizim tarihimizde isteyen istediği fetvayı seçsin anlayışı yoktur. Postmodern bir anlayış bu. Kim kendisine kolay fetva verecekse kapısını çalıp fetvayı alıyor. Böyle bir din olabilir mi?

Başına İslam getirdiğimiz her şey sorun olabiliyor. Kısa bir ayet okuyup da bütün duygularını, öfkelerini, beklentilerini 'Allah diyor ki' diye söylemek büyük vebaldir. Eski kitapları okudukça hayattan kopma arttı ve insanların dini rehberlik yapma kabiliyetleri azaldı.

Allah'ın dini açık ve kolay. Öyle içine gizemler katmaya, kendi dünyamızın teferruatlarını katmaya gerek yok. Allah'ın dini belli. Helalleri belli, haramları belli. Suyun akışı kadar kolay.

Din diyeceğini dedikten sonra, başarı insana aittir. Allah dünyayı özgür irade ile yarattı. Bu özgür irade ile insanoğlu sürekli kötülük üretebilen bir tabiatta. Bunları sıfırlamak mümkün değil. Her şeyi dinden bekliyoruz. Neden?

Tarihi tecrübeleri, tecrübe olarak görmek ve dinin doğrudan içine yerleştirmemek gerekir. Bu çok önemli bir ilke. Müslümanların tarihindeki tecrübeler o günkü tarihe, coğrafyaya, bölgeye, şartlara aittir. İslam dindir. Bir siyasi rejim değil, bir ekonomik model değil. Dini din olarak anlamak lazım.

“İnsanlığın yaşadığı bütün tecrübeler, dinden rahmetini alabilir. İslam'ın rahmeti, adaleti, şefkati, ahlakı, bütün insani tecrübelere ayrı ayrı yansıma kabiliyetine sahiptir. Dinin evrenselliği ile bunu kastediyoruz. Evrensel bir din bu."

Atatürk Amerikalılara 100 yıl önce anlatmış Musa KESLER

‘Ermeni soykırımı’ iddiaları, yıllardır Türkiye karşıtı siyasetçilerin malzeme konusu. Bu gerçeği yıllar önce gören Atatürk hem uluslararası basına yaptığı açıklamalarda hem de Nutuk’ta bu iddialara cevaplar veriyor. Atatürk 3 Mart 1921’de Amerikalı gazeteciyle yaptığı mülakatta da 1915 olaylarını anlatıyor...

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, Ermeni iddialarına karşı mücadeleye iddialar ilk ortaya çıktığı günlerden itibaren başlamıştı. Cevap ve tepkilerini yabancı basın üzerinden dünyaya aktarıyordu. 3 Mart 1921’de Amerikalı gazeteci Clarence K. Streit ile röportajında da 1915 olaylarına ilişkin açıklamalar yapmıştı. Atatürk’ün yanıtları özetle şöyle:

Tarihçilerden Joe Bidena tepki: ABDnin kullandığı soykırım ifadesi hukuki değil, siyasiTarihçilerden Joe Biden'a tepki: ABD'nin kullandığı 'soykırım' ifadesi hukuki değil, siyasi

C.K.Streit: “Harbi Umumi esnasında yapıldığı ağızlarda dolaşan Ermeni katliam ve tehciri hakkında hükümetinizin resmi görüşü nedir?”

Atatürk: “Rus ordusu 1915’te bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada o zaman çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Ermeni Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. İkmal ve yaralı konvoylarımız acımasız şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu. Çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini bazı büyük devletlerin daha barış zamanından kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan istifade ederek büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinden yapıyordu.

‘TEHCİR MECBURİ KARARDI’

İngiltere’nin barış zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye kayıtsız bakan dünya, Ermeni ahalisinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve çoğu, şayet İtilaf devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi, evlerine dönmüş olurlardı.”

'AMERİKAN GENERALİ ŞAHİTTİ'

C.K.Streit: “Ermeniler ve Rumlar tarafından Türklere karşı vukuu rivayet edilen katliam hakkında ne dersiniz?”

Atatürk: “Gerek Umumi harp sırasında gerek Mütareke’den sonra Ermeniler ve Rumlar tarafından Müslüman ahaliye yapılan zulümler üzerinde durmak uzun bir hikâye olur. Brest-Litovsk Antlaşması’nın yapılmasını müteakip Rusların Doğu vilayetlerimizi tahliyeye başladıkları sırada Ermeni çetelerinin yapmış oldukları katliam ve tahribat herkesin malumudur. Sivas’ta benimle görüşen, daha sonra bu bölgeleri ziyaret edip Ermeni çetelerinin davranışları hususunda gözlemlerde bulunan Amerikalı General Harbord, Amerikan kamuoyunun malumat temin edebileceği bir şahidimizdir. Taşnaklar daha sonra da Kars ve Oltu bölgelerinde Alexandropol Antlaşması’na kadar cinayetlerine devam etmişlerdir.”

'ERİVAN'DAKİ MÜSLÜMANLARI KATLEDİYORLAR'

Atatürk’ün, TBMM’de 24 Nisan 1920’de, devam eden Ermeni çetelerinin katliamları hakkındaki açıklamaları özetle şöyle:

“Ermeniler, Erivan Ermeni Hükümeti bölgesi dâhilinde İslam ahaliyi imha etmekle meşguldür. Biz, İngilizleri, Amerikalıları aleyhimizde tahrik etmemek ve her nasılsa Harbi Umumi’de yapılmış olan vakanın tekrarlanmasına dair şüphe vermemek için bu malum bölge dâhilinde bulunan İslam ahalinin sınırımızı geçmek suretiyle alenen yardımlarına dahi koşmakta tereddüt ettik. Fakat oradaki İslam ahali her taraftan hamisiz kalınca kendi hayat ve namuslarını muhafaza ve müdafaada tereddüt etmediler.”

ANKARA'DA 26 GÜN

ABD’li gazeteci Clarence K. Streit, Public Ledger adlı gazete için çalışırken 1921’de Türkiye’ye geldi. Anadolu’yu gezdi, Ankara’da 26 gün kaldı. Yüzlerce fotoğrafla desteklediği notlarını ve Atatürk ile röportajını kitap olarak yayımlamak için bir araya getirdi. Bu kitap yıllar sonra Osmanlı tarihçisi Heath Lowry tarafından ‘Bilinmeyen Türkler’ adıyla yayımlandı.

NUTUK'TAKİ CEVAPLAR

Atatürk, Nutuk’ta Ermeni çetelerinin Anadolu’da yaptığı katliamları şöyle anlatıyor: “Şüphe etmemek gerekirdi ki, Ermeni katliamı konusundaki sözler, gerçeğe uygun değildir. Aksine güney bölgelerinde, yabancı kuvvetler tarafından silahlandırılan Ermeniler, gördükleri koruyuculuktan cesaret alarak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmaktaydılar. İntikam düşüncesiyle her tarafta insafsız bir şekilde öldürme ve imha siyaseti gütmekteydiler. Maraş’taki feci olay bu yüzden çıkmıştı. Yabancı kuvvetlerle birleşen Ermeniler, top ve ağır makineli tüfeklerle Maraş gibi eski bir Müslüman şehrini yerle bir etmişlerdi. Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi.

"Yirmi gün devam eden Maraş katliamında, Müslümanlarla birlikte şehirde kalan Amerikalıların, bu olay hakkında İstanbul’daki temsilciliklerine çektikleri telgraf, bu faciayı yaratanları, yalanlanamayacak bir şekilde ortaya koymaktaydı."

Adana ili içindeki Müslümanlar, tepeden tırnağa kadar silahlandırılan Ermenilerin süngülerinin baskısı altında her dakika öldürülmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Canlarının ve bağımsızlıklarının korunmasından başka bir şey istemeyen Müslümanlara karşı uygulanan bu zulüm ve yok etme politikası, uygar dünyanın dikkatini çekecek ve onları insafa getirecek nitelikteyken, aksinin yapıldığını iddia ederek ondan vazgeçilmesini isteme gibi bir teklif nasıl ciddi olarak kabul edilebilirdi?”

25 Nisan 2021 Pazar

Erol Güngör’de düşünme hürriyeti Taha Akyol-25/04/2021

Merhum Erol Güngör’ü vefatının 38. Yıldönümündeyiz. 24 Nisan 1983’te, 44 yaşında, en verimli çağında kalpten vefat etmişti. Ziya Gökalp’in vefatında Yahya Kemal’in söylediği, Erol Güngör’ün vefatı için de doğrudur: "Bir radyum olan beyin söndü."

Fikirlerin partizanlık seviyesine düştüğü günümüzde Erol Güngör gibi partiler-üstü bir sosyolog ve düşünürü hatırlamak fevkalade bir ihtiyaçtır.

Güngör daima fikirlerin kalitesine baktı; sloganlardan fanatizmden kaygı duydu. 1974 yılında felsefeci Hilmi Ziya Ülken vefat ettiğinde çok önemli bir makale yazdı. Artık Hilmi Ziya’nın eskisi kadar okunmamasından yakındı. 1960’larda ve 1970’lerde “maalesef, Türkiye’de fikir yerine ideolojiler ve siyasî sloganlar tam hakimiyetini kurmuş” olduğunu belirten Güngör şöyle diyordu: 

"Yeni nesiller sadece bedenî çalışmadan değil, zihnî çalışmadan da kaçıyorlar; eğitim yerine diploma, teori yerine reçete, kitap yerine broşür istiyorlar."1

Bugün fikir hayatımız nasıl? Bunu görmek için Erol Güngör’ün fikir kalitesine bakmak gerekir.

Erol Güngör kendi milliyetçiliğini Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan çizgisinde “sosyal bilimlere dayalı milliyetçilik” olarak tarif etmiştir. Hayallere, hamasete değil, “Türkiye’nin kültürü ve sosyal yapısı üzerinde temellenmiş bir milliyetçilik anlayışı"dır bu. 2

Milliyetçiliğe siyaset ve parti gözlüğüyle değil, “sosyal bilimler” gözlüğüyle bakmak…

HÜR DÜŞÜNCE VE SİYASET

Erol Güngör, vefatından bir yıl evvel genç Lütfi Şehsuvaroğlu’na verdiği mülakatta kendi fikir hayatını özetledi, çok önemli uyarılarda da bulundu:

"Fikir hürriyeti konusunda hiçbir sınırlamaya taraftan değilim... Fikir daima serbestlik, esneklik ve açıklık ister! Partizanlığın olduğu yerde fikir olmaz… Düşünce daima gelişmeye açık tutulmalıdır… Bunun için de dürüstlük, esneklik ve müsamaha ile hareket edilmesi şarttır. Gerçekten fikir sahibi olanlar bunun ne demek olduğunu çok iyi bilir; fikir adamı olmayanlara anlatmak ise hemen hemen imkansızdır." 3

Dış baskılara karşı düşünce hürriyeti, ama düşünmenin kendisinin de hür olması! Siyaset ayrı bir sahadır. Fikir sahasında ise düşünen bir beyin kendini parti emrine verebilir mi? Vefatından iki yıl önce Erol Hoca şöyle yazmıştı:

"Aydın olmanın gerektirdiği zihin disiplinini korumak isteyen kimse herkesin koşuşturduğu yere gözü kapalı dalacak yerde, sakin bir köşeye çekilerek bütün bu olup bitenlerin neden ibaret bulunduğunu düşünmeye çalışır. İyice bilir ki kendisi de kalabalığa karışıp kaybolduğu takdirde insanlara iyilik değil kötülük etmiş olur.

Aydınların pek çok şey karşısında menfi ve muhalif görünmelerinin esas sebebi işte budur. En cazip ve makul görünen şeyleri bile kolay kabul etmezler. Her şeyin ilk anda göze görülmeyen mazurlarını araştırırlar. Frenklerin espirit ctirique dedikleri bu ihtiyatlı ve tenkitçi tavrı kaybeden bir aydın artık ruhları karartmaktan başka işe yaramaz."

Hatta merhum Güngör, aynı yazısında, arkadaşlarından politikaya giren, parti disiplinine uyan akademisyenlerle arasının açıldığını bile anlatıyor:

"Aramızdan politika hayatına giren ve bir parti mensubu olan meslektaşlarımızla çok defa aramızın açılmasında bu tavır farkının önemli rolü vardır. Yahya Kemal’in hatıralarını okuyanlar, Ziya Gökalp gibi âlim ve faziletli bir insanın bile İttihat ve Terakki fırkasındaki rolü yüzünden bazen nasıl zihin esnekliğini kaybettiğini, hatalı yolda ısrar ettiğini görürler."4

Erol Güngör doğal olarak MHP camiasında çok okunurdu. MHP’ye fikren yakındı. Fakat “partizanlığın olduğu yerde fikir olmaz” diyen Güngör ‘partili’ olmadı. Onu hiçbir MHP toplantısında, MHP’li akademisyenlerin toplantılarında bile görmedim. Bana da parti faaliyetlerini bırakıp kendimi araştırmalara vermemi tavsiye ederdi.

Siyasal İslamcılığın da İslam düşüncesini kısırlaştırdığını çok erken görmüştür. “Medeniyeti politikacılar yaratmaz, medeniyet âlimlerle ve sanatkarların işidir” diyen Güngör İslam’ı siyasete bağlayanları şöyle uyarmıştır:

"İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır… İslam’ı kendi fırkalarının (partilerinin), kendi tefrikalarının doktrini halinde göstermek gibi sonu nereye varacağı bilinmeyen bir vebali temsil ediyorlar demektir." 5 

Bu noktada üstad Cemil Meriç’in yazdıklarını da hatırlatmak isterim:

"Neden İşçi Partisi’ne girmiyorsun? Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum."6

Günümüzde benim de gözlemimdir; "partiler kendi fikirlerini boğuyor." 7

MİLLİYETÇİ EROL GÜNGÖR

Tarihe sosyal bilimler gözüyle bakan Erol Güngör’de milliyetçilik anlayışının ağırlık noktası, Osmanlı tarihidir. Zira "Osmanlı imparatorluğunu iyi anlamadan Türk milletini iyi anlamaya imkan yoktur." 8

Neden?

Zamanın akışında kendimize daha yakın hissettiğimiz, Mehter marşlarını coşkuyla dinlediğimiz için mi? Osmanlı fetihleri hâlâ bize heyecan verdiği için mi? Böyle kültürel sebepler var fakat asıl sebebin ne olduğunu merhum Güngör şöyle anlatıyor:

"Osmanoğullarının siyasi dehası olmasaydı belki Anadolu Türk devleti de tıpkı Cengiz imparatorluğu veya Timur Bey’in imparatorluğu gibi dağılıp gidecekti ve belki biz bugün doğuda kalan amca çocuklarımızın kaderini paylaşacaktık." 9

Cengiz ve Timur’dan, göçebe imparatorluklarından geriye pek bir şey kalmadı. Halbuki Osmanlı bir yerleşik medeniyetti; Türkiye Cumhuriyeti’ne devlet devretti, kurumlar devretti. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün temel kurumlarının altında bir Osmanlı sultanının tuğrası vardır: Ordu, Meclis, adliye teşkilatı, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Maarif... Tanzimat’ın kurduğu bu müesseselerin de temelinde ferman ve kanunnameler, yani “kurumlaşmış devlet” bulunmaktadır. 

Erol Güngör tarihe bakışında "müesseseler"in bu büyük önemini vurgulamış, İngiltere ile mukayese etmiştir.10

Kurumlaşma tarihimizde Tanzimat’ın yeri çok önemlidir. Bizde inkılapçılar, solcular ve muhafazakârlar kendi açılarından Tanzimat’ı yerden yere vururlar. Erol Güngör ise şöyle diyor:

 

"Bizim Batılılaşma zaruretini (zorunluluğunu) hissedişimiz Tanzimat’tan da önce başlamıştır; Tanzimatçılar bu kaçınılmaz gidişin belli bir halkısını teşkil ederler... Batı’yı anlamakta kusurları olduğu söylenebilir, kendi şahsiyetlerinin birtakım kusurlarla sakat olduğu da söylenebilir. Fakat genel siyaset ve istikametleri hususunda onları ağır bir şekilde suçlamanın hiçbir manası yoktur..."11

Bugün siyasetin dilindeki hamasetten ne kadar farklı bir Osmanlı anlayışı, değil mi?

Düşüncenin evrimini Erol Güngör’ün şu satırlarında görebiliriz:

"Lisedeki milliyetçilik anlayışımla şimdiki arasında büyük bir fark vardır. Bir ilim disiplininden geçmiş olmak, yaş ve tecrübe, bilgi ve özellikle Batı ile temas insanı büyük ölçüde değiştiriyor." 12

Bu gelişimin yönü elbette demokrat, dünyaya açık ve “sosyal bilimlere dayalı” bir milliyetçi muhafazakarlıktır. 21. yüzyıl Türkiye’sinde ise miting meydanları hala “lisedeki milliyetçilik” heyecanlarıyla coşuyor.

Tabii bu meselenin en önemli yönü, tarih yazımıdır. Erol Hoca hamasete değil, soğukkanlı ve objektif bilgilere dayalı bir tarih yazımını savunuyordu:

"Tarih araştırmalarının süratle ilerlediği günümüzde objektif tarihin gerçeklerini bir tarafa bırakarak iyi veya kötü maksatlara hizmet edecek tarih görüşleri hiçbir geçerlik kazanamaz. Bunun yanlışlığı kısa zamanda meydana çıkınca, başlangıçta güdülen gayenin tam aksiyle karşılaşmak pek muhtemeldir...

Sağlam bir tarih şuuru verebilmek objektif tarih olaylarıyla sübjektif tarih anlayışını mümkün olduğu kadar birbirine yaklaştırmakla başarılabilecek bir iştir." 13

Erol Güngör geçmişe hayranlıkla bakma konusunda "müzeler güzeldir ama hayatın dışındadır" diye uyarıda bulunur.

Rahmetli Güngör bu satırları 1930’lardeki resmi tarih tezini eleştirmek için kaleme almıştı. İşte, 1930’ların "tarih tezi", bugünlere hiçbir akademik miras bırakmadan geçti gitti.

MUHAFAZAKÂR EROL GÜNGÖR

İnanmış bir Müslüman olan merhum Güngör’ün son iki eseri, İslami konular açısından fevkalade önemlidir: Biri İslam’ın Bugünkü Meseleleri, öbürü İslam Tasavvufunun Meseleleri. 14

Demek ki, İslam’ın "meseleleri", sorunları vardır, araştırılmalı, tartışılmalıdır. Mümtaz Turhan’nın talebesi olan Erol Güngör, “ilmi düşünce içinde zaman zaman dine aykırı görüşlerin belirtilmesi, hatta doğrudan doğruya din aleyhine teorilerin ortaya atılması Müslümanları rahatsız etmemelidir” diye yazar.14 Bugün din âlimlerinin "dinin ezeli ve ebedi değerlerini modern insana nasıl verebileceğini iyi bilmek zorunda" olduklarını vurgular; Âkif’nin "asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı" mısraındaki gibi…

İslam’ın meseleleri arasında fıkıh ya da İslam hukuku bilhassa önemlidir. İslam hukukuna "sosyal tarih açısından” bakan Güngör’ün belirttiği gibi 16. yüzyıla kadar İslam hukuku “o çağlarda mevcut bütün hukuk sistemlerinden daha üstün" durumdaydı fakat:

İslam dünyasındaki hukuk hareketleri modern hayata yetişememiştir. İslam cemiyeti elindeki hukuk kaynaklarını kullanacak yetişmiş insan gücüne bile sahip değildi. Bu gerilemenin üzücü neticeleri Mecelle mukaddimesinde de açıkta ifade edilmiştir." 15

Bu gerçeklere dikkat çeken Erol Güngör yaygın popüler muhafazakâr söylemden ayırılarak şu tespitini de belirtir:

"İslam ülkeleri Batı medeniyetine intibak etmek zorunda idiler. Bunun için neyi -doğru veya yanlış- zaruri ve acil gördülerse onu yaptılar..." 16

Fıkıh 19. Yüzyıldaki devletin ihtiyaçların karşılamanın gerisinde kaldığı içindir ki Tanzimatçılar Batı’dan kurumlar ve kanunlar aldılar… Kaldı ki, "İslam hukukunun bir ‘devlet hukuku’ olduğu söylenemez; daha ziyade hukukçular hukukuydu." 17

Muhafazakâr Güngör’ün diğer önemli bir konusu "inkılapçılık" eleştirisidir. Fakat çağdaşlaşmayı savunur.

Güngör “inkılab”ı eleştirirken aslında radikalizmi ve otoritarizmi eleştirir; devlet gücünü kullanarak toplum mühendisliği yapılmasını eleştirir. Bu yönüyle muhafazakâr filozof  Edmond Burke ile aynı perspektife sahiptir.

 

Erol Hoca’nın dil ve tarih inkılaplarını eleştirirken kaleme aldığı şu satırlar yeterince aydınlatıcıdır:

"En kıymetli yıllarımızı Batı medeniyetini ve kültürünü öğrenmek yerine bu medeniyetin uzak geçmişte hep Türkler tarafından yaratıldığını ispat etmekle geçirdik... Matematik kelimesinin Türkçe ‘matlamak’ kelimesinden geldiğini keşfetmek gibi!" 18

Bizde inkılaplara ilerici-gerici gözlüğünden bakılması, hem modernleşme zorunluğunun anlaşılmasını, hem otoriter radikalizmin yarattığı travmaların görülmesini engelleyen bir zihin darlığı oluşturdu. 

Bugün neredeyse tamamen siyasallaşmış milliyetçilik ve muhafazakarlık söylemlerinden çok farklı olarak, merhum Erol Güngör’ün sorgulayan, araştıran, sorunları ortaya koyan, çözümler düşünen ve siyasi hiyerarşi kabul etmeyen düşünce mirasına ne kadar muhtaç olduğumuzu söylemeye ihtiyaç var mı?

Yüksel Taşkın’ın Erol Güngör’ün "ilim adamı" vasfını ve "milliyetçi muhafazakâr ortodoksiyi aşma” girişimini vurgulaması gerçekçi bir tespittir.19

Hayatının en verimli çağında, 44 yaşında kaybettiğimiz merhum Erol Güngör ağabeyimi, hocamı rahmetle ve derin bir hürmetle anıyorum.

KAYNAKÇA

1- Doç. Dr. Erol Güngör, “Hilmi Ziya Ülken” için, Ortadoğu, 16 Haziran 1974.

2- Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları 1976, s. 20.

3- Erol Güngör, Töre Haziran 1983’ten Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s. 477-478. 

4- Erol Güngör, Yeni Sözcü, 5 Nisan 1981’den Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Yayınları, İstanbul 1993, s. 374.

5- Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları 2006, s.209-210.

6- Cemil Meriç, Jurnal, 26.1.1963’den Bu ülke, İletişim Yayınları2018, s. 50.

7- Karar, 17 Mayıs 2020.

8- Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Yayınları, İstanbul 1993, s. 421.

9- Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul 1975, s. 139.

10- Aynı eser, s. 143.

11- Erol Güngör, Dünden Bugünden, Mayaş Yayınları, Ankara 1982, s. 23, makalenin tümü için bkz. s. 19-25

12- Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 474

13- Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ankara 1980, s. 67-68.

14- Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 208.

15- Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 86-87.

16- A.g.e. s. 89.

17- Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri,  s. 83.

18- Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s. 300

19- Yüksel Taşkın, Milliyetçi Muhafazakar Entelijansiya, İletişim Yayınları 2007, s. 179 vd.

22 Nisan 2021 Perşembe

‘Bu ülkede yaşayamam’ diyen gençler haksız mı? İbrahim Kiras-22/04/2021

Şunlar Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın sözleri: “Bazılarının burayı yaşanmaz bulup yurtdışına gitmeyi söylediğini duyuyorum. Türkiye’de yaşamayan hele hele İstanbul’da yaşayamayan biri hiçbir yerde yaşayamaz. Bunların bilet paralarını verip göndermek lazım. Çünkü bunlar ülkemize yük.”

Evet, son zamanlarda özellikle gençler arasında “Bu ülkede yaşanmaz” diyerek yurtdışında bir hayat kurma fikrine kapılan çok fazla kişiye rastlanıyor. Çok üzücü, çok can sıkıcı, çok yürek yakıcı bir durum.

Peki, bu gençler ülkelerini sevmedikleri için mi başka yerlerde kendilerini bekleyen başka hayatların hayalini kuruyorlar?

Bu gençlerin bu ülkede kendileri için mutlu ve huzurlu bir gelecek ümitlerinin olmaması kimin suçu?

Bir ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenmiş siyasetçilerin o ülkenin gençlerine bir gelecek ümidi verememesi mi problemin kaynağı yoksa gençlerin bir gelecek ümitlerinin olmaması mı? Faiz mi enflasyon mu?

Türkiye’nin yaşanmaz hale geldiğini düşünenleri “kendi vatanlarından nefret eden kişiler” gibi görmek ve göstermek Türkiye’yi daha yaşanılır bir ülke haline getirir mi?

***

Unutmayın ki “Verin yetkiyi görün etkiyi” diye halktan onay alınarak Başkanlık rejimine geçtiğimiz günden bu yana cebimizdeki paranın değeri en az yarı yarıya azaldı. O gün iki ekmek alınabilen parayla bugün ancak bir ekmek alabiliyoruz.

Daha birçok şey azaldı… Hukuk azaldı, adalet azaldı, şeffaflık azaldı… Uluslararası endekslere göre eğitim kalitesi azaldı…

Olumsuzluklar ise aksine arttı. O günden bugüne uyuşturucu kullanımı arttı, cezaevlerindeki hükümlü sayısı arttı, işsizlik arttı, kadın cinayetleri arttı, yolsuzluk puanımız arttı… Siyasette hamaset arttı, toplumda kutuplaşma arttı…

Sonuç olarak, özellikle gençlerde karamsarlık arttı… En kötüsü, bu karanlık tablonun yakın zamanda düzelebileceğine dair bir ümit ışığı göremiyor gençler.

Ve siz gelecek ümidi veremediğiniz bu gençlere kapıyı gösteriyorsunuz.

Böyle bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

***

Başkanlık rejimi adı altında kurumların etkisizleştirildiği, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı, ülkenin ve milletin bütün istikbalinin tek bir kişinin iki dudağı arasından çıkacak bir lafa endeksli hale getirildiği bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Ekonomide, dış politikada, sanayide, tarımda, sağlıkta… aklınıza gelebilecek her alanda ortaya çıkan bütün problemleri, sorumlularının “Dış güçler saldırıyor. Ondan oluyor bunlar...” diyerek izah ettiği bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Dış politika konuları iç politika malzemesi olarak harcandığı için gerektiğinde milli çıkarları koruma yolunda işbirliği yapabileceği -Katar dışında- hiçbir müttefiki kalmayan bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Yatıp kalkıp Türklük ve Müslümanlık nutukları çeken bir iktidarın bütün dünyayı ayağa kaldıran Doğu Türkistan mezalimi karşısında suspus olduğu bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

İstanbul’un canına okuyacak devasa bir “lüks konut” projesinin “stratejik hamle” kılıfında pazarlandığı bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Merkez Bankası’nın döviz rezervindeki 128 milyar doların akıbetini sormanın suç sayıldığı bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Belediye seçimini kazanmak uğruna hazinenin 40 milyar liralık ihtiyat akçesi harcanıp bitirildiği için pandemide vatandaşın kendi haline bırakıldığı bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Yine o seçimi kazanmak uğruna “teröristbaşı”na mektup yazdırabilen birilerinin siyasi rakiplerini “terör destekçisi” ilan edebildiği bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Parti tabanının konsolidasyonunu sağlamak uğruna toplumdaki kutuplaşmaların, karşılıklı kuşkuların, öfkelerin ve nihayet düşmanlık duygusunun azdırıldığı bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

Ülkenin sorunlarını elbirliğiyle çözmeyi değil, ülkeyi ele geçirmeyi hedefleyen bir bakış açısının her kesimden insanı esir almış olduğu bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

***

Yöneticilerin halinden memnun olmayan vatandaşları için “Bunların bilet paralarını verip göndermek lazım” cümlesini kurabildikleri bir ülkede yaşamak istemeyen gençler haksız mı?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İşi o kadar çok ki Ahmet Taşgetiren-22/04/2021

Sayın Cumhurbaşkanı’ndan söz ediyorum. Evet,

-İşi o kadar çok ki…

-En sondan başlayalım: Kendi şirketinden kendi bakanlığına alım yapan Ruhsar Pekcan’ı düşünecek. Sonra hem Çalışma hem Aile Bakanlığı’nın yükü altında ezilen Zehra Zümrüt Selçuk’u düşünecek. Bakanlıkların ayrılmasını düşünecek.

Merkez Bankası başkanlarının laf dinlemezliğini düşünecek. Üst üste Merkez Bankası Başkanı değiştirmenin oluşturduğu imajı düşünecek. Merkez Bankası’na yeni isimler bulunacak. Onların yüksek faizle ilişkisini takip edecek. Bu arada faizin düşmemesini, dövizin tavanlarda dolaşmasını, ülkenin güven notunu, dışardan borçlanmaya ödenen astronomik faizleri düşünecek.

128 milyar dolar nerede sorusu ile nasıl mücadele edileceğini düşünecek. Muhalefetin kampanyasından toplumun etkileneceği riskini görecek ve Abdülkadir Selvi’nin verdiği bilgiye göre herkese “meydana çıkın konuşun” talimatı verecek. Acaba ağzı olan konuşunca işin daha da karmaşık hale gelebileceği ihtimalini de düşünecek mi?

“128 Milyar dolar nerede?” pankartlarının vinçlerle duvarlardan indirilmesinin yönetime nasıl bir imaj yüklediğini düşünecek.

Ekonomiden bahsetmişken patates – soğan dağıtımına karar vermeyi Sayın Cumhurbaşkanı’na sormamak olmaz. Ya da çiftçinin “patatesimiz depolarda çimlendi, soğanlarımız yeniden filiz vermeye başladı” feryadının Beştepe’ye ulaşmaması olmaz. Şu Ramazan gününde evine üç kuruş girmeyen işsizlerin, fakirin fukaranın feryadı da ulaşır mutlaka Beştepe’ye, o zaman dünyaya Türkiye’den “insanlar bir çuval patates – soğan almak için kamyonların çevresinde birbirini çiğniyor” manzarasını vermenin ne anlama geldiği de masaya yatırılmıştır Beştepe’de.

Dış politika başlı başına bir meşgale alanı. Evet bir Dışişleri Bakanı var ama, asıl yük gene de Cumhurbaşkanı’nın omuzlarında. Ne de olsa “Lider diplomasisi” uygulanıyor ve iktidar çevresinde herkes “Lider diplomasisi”nin yüksek kalitesine inanıyor. Böyle olunca da, Amerika’dan beklenen telefon da O’nun dünyasında karşılık buluyor, Putin’in Ukrayna’da Kırım’da, Suriye’de, Libya’da yaptıkları da. Doğu Akdeniz masaya yatırılsa başlı başına bir konu. AB ile ilişkiler, Yunanistan’la ilişkiler, KKTC’deki Kuran Kursu kararı, Mısır’la – Sisi ile aynı masaya oturma mecburiyeti, İsrail’le ilişkilerin nereye gideceği, bu ilişkilerin Amerika’daki Yahudi lobisini nasıl etkileyeceği, onların çalışması ya da çalışmaması ile 24 Nisan -sözde soykırım- tavrının ne olacağı, Suudlular’ın ticari ambargosu, Körfez’deki komplolar, İran, Çin, Afganistan, Pakistan… Büyükelçi tayinleri… Onları bulmak, her biri hakkında bilgi sahibi olmak, güvenilir olmalarını önemsemek… Çünkü altına imza atılacak… Dışişleri Bakanı yok mu, denecek, var tabi var olmasına da, sistemin karakteri ya da Cumhurbaşkanı’nın kendi hassasiyeti ile bunlar masaya geliyordur.

Montrö’yü unutmamak lazım. Onunla birlikte Kanal İstanbul’u da… Çünkü ikisinin birbirine etkisi de bir dünya meselesi… Amerika’ya Rusya’ya izah etmek gerekirse kim konuşacak?

-Aşı var, aşı. Pandemi var. Onunla mücadele var. Salgının tam başarıyor muyuz derken yeniden pik yapması var. Şu sıralar 300’lerde seyreden vefatlarla “lebalep kongreler” arasında bağlantı kurulması var. Aşı temininin dış politika boyutu var, ekonomi boyutu var… Hepsi sayın Cumhurbaşkanı’nın özel ilgisini gerekli kılıyor.

Şu gri pasaport da mutlaka masaya gelmiştir. Çünkü bir yanı devletin verdiği belgenin güvenilirliği ile alakalı… İşin tabii, bir kısım insanın neden bir yolunu bulup Türkiye’yi terk etmek istediği boyutu ayrı, belediyeler buna nasıl aracı oluyorlar boyutu ayrı, Ak Partinin il – ilçe yönetimlerinin bu işte parmağı var mı boyutu ayrı…

Partinin il – ilçe yönetimi deyince, sayın Cumhurbaşkanı’nın “genel başkan” konumu dolayısıyla üzerinde bir de parti yükü olduğunu unutmamak lazım. Epeyce bir zamandır partide “metal yorgunluğu” olduğunu biliyor. Metal yorgunluğu olanı tespit bile başlı başına bir mesai gerektirir. Onların yerine yorgun olmayanı bulmak daha çok mesai gerektirir. Onun için “Ömerler”” arıyordu kaç zamandır. Belli ki kongrelerin -Lebaleb- olması onun için önemliydi. “Ak Parti zayıflıyor” gibi bir algı oluşmasından kaygılı olmalıydı, onun için gördüğü manzara karşısında maske - mesafe kaygısını unutup “maşallah – barekallah” deyivermişti. Ama medyada aşırı duyarlı birileri hala “Ak Parti’yi AKP’liler ele geçirdi” feryadını seslendirmekteydi.

Yüzde 50 artı 1’i bulmak gibi bir dert vardı 2023 için. Bahçeli vardı, Perinçek vardı, Kürt oylarının ne olacağı vardı, HDP’nin kapanmasının – kapanmamasının getireceği faturalar vardı, Yargı sorunu vardı, AYM’den gelen, AİHM’den gelen aykırı kararlar vardı, muhalefette CHP kolay lokma görülürken çeşit çeşit seslerin çıkması vardı.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi mi oluşturdu bu yükleri yoksa Cumhurbaşkanlığını yüklenen Tayyip Erdoğan’ın iş tutma tarzı mı, bilinmez ama Süpermen olsa bir kişinin taşıması imkansız olan bir iş hacmi söz konusu. Böyle bir yüklenmenin ise bir yerlerde aksamalara yol açması kaçınılmaz.

Ne dersiniz her şey iyi mi gidiyor