Günümüz Türkiye sosyolojisinde “mahalle” kavramı önemli bir yere sahiptir. Bu kavram başta siyasi ve ideolojik aidiyetler olmak üzere küçük ve büyük kültürel geleneklere mensubiyetten grupsal dinî alt kimliklere kadar birçok alandaki pejoratif yaftalar ve kategorik ayrışmalara dair taşıdığı sembolik anlamlar açısından da oldukça önemli ve işlevseldir. “Mahalle” kavramının özellikle siyasi ve sosyolojik jargonda kendine muhkem bir yer edinmesinin arka planı, Şerif Mardin’in 2007 yılında Ruşen Çakır’la yaptığı bir TV programında dile getirip -ki Mardin bu kavramı 1980’lerde yazdığı makalelerde de kullanmıştır- az çok izah ettiği “mahalle baskısı” kavramıyla ilişkilendirilebilir.
Günümüz Türkiye’sinde “mahalle”
kavramının yaygın kullanımı reel politik düzlemde bütün halkın adeta karpuz
gibi ortadan ikiye yarılıp hayli yüksek bir gerilim hattında keskin şekilde
kutuplaşmış olmasını imler. Bu çerçevede “mahalle baskısı” denen şey de iki
zıt kutbun birbiri üzerinde yarattığı baskı ve tazyiki ifade eder. Aslında
Türkiye halkı muhafazakâr dindar kesiminden seküler laik kesimine kadar “toplum”
olmaktan çok, “cemaat” vasfı taşıdığından, her iki kesimin mahallesinde
de “siyasi ve ideolojik kabullerden sapma”ya karşı hoşgörü ve tolerans
minimal düzeydedir. Dolayısıyla mahalle hangi mahalle olursa olsun ya da
mahalle sakinleri ister laik ve seküler olsun, ister muhafazakâr dindar olsun,
faşizanlık her iki cenahta da bakidir. Dahası, siyasi alanda egemen olan
mahalle, egemenlik kendinde bulunduğu sürece öteki mahalle ve mahalleliye nefes
aldırmamayı kendine adeta ulvi bir vazife bilir.
Şerif Mardin’in zaviyesinden bakıldığında,
“mahalle baskısı” günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik, mukaddesatçılık,
muhafazakârlık ve İslamcılık gibi birçok unsurdan müteşekkil bir eklektik ve
senkretik zihniyetin hâl-i hazırdaki siyasi ittifak ve iktidar vesilesiyle
Türk-İslam sentezciliğini toplumsal bir baskıya dönüştürmesine karşılık gelir.
Bu tespit, bugünkü siyasi konjonktürde olup bitenler dikkate alındığında,
sayısız veriyle temellendirilebilir ve büyük ölçüde isabetli görülebilir bir
tespittir. Ne var ki 28 Şubat döneminde yaşananlar hatırlandığında, benzer bir
tespitin laikçi Kemalist zihniyet için de geçerli olduğu rahatlıkla
söylenebilir.
Türkiye halkı her iki zıt kutbuyla
da gerçek manada toplum olmaktan çok, cemaat vasfı taşıdığı için büyük ölçüde “ideolojik
gettolaşma”yı tanımlayan “mahalle” kültürüyle
sürekli olarak kimlik siyaseti yapmaktadır. Hem cemaat kalıpları içinde
sosyolojik evrimini henüz tamamlayamamış, hem de “mahalle” kültürü
ve kimliğinden kurtulamamış kitleler nezdinde siyaset denen şeyin en temel
işlevi de karşı mahalleliye beslenen tarihsel, ideolojik ve kimliksel
husumetin dışavurumundan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu sebeple, tüm
kültürel ve kimliksel farklılıklarına rağmen seksen üç milyon insanın hayat
memnuniyeti içerisinde aynı eşit vatandaşlığı paylaştıkları bir birliktelik ve
bütünlüğü (Türkiyelilik) tecrübe etmesi şimdilik pek mümkün değildir.
Dolayısıyla bugünkü Türkiye halkı birbirine yabancı iki ayrı mahallede yaşayan
ve birbirini hiç anlamayan, anlamaya da yanaşmayan iki büyük cemaat olarak
kutuplaşmaktan vazgeçmeyecek gibi görünmektedir.
Muhafazakâr İslami kesim devletle
barışmanın ve hatta bizatihi devlet olmanın sağladığı avantajla bugün
hiyerarşinin en tepesindeki cemaat olarak hüküm sürüyor. Fakat muhalif cemaat
de kendi mahallesinde olanca hiddet ve husumetiyle hükümranlık gününü bekliyor.
Sonuçta Türkiye’yi yine iki büyük cemaatten birinin diğerinden rövanş alacağı
günler bekliyor. Hal böyle olunca bir halkın toplum haline gelebilme
imkânlarını oluşturan kültürel ve kimliksel melezlikler ortaya çıkmadığı gibi
dindarlık ve laikliğin parçalı halde yaşanması da mümkün olamıyor. Keza
birbirine benzemeyen kişiler, gruplar, kitleler arasında yatay ilişkiler
kurulamadığı gibi farklı kitleler arasında farkındalık, duygudaşlık ve
sorumluluk bilinci de oluşmuyor. Çünkü cemaat ve mahalle kültürüyle şekillenmiş
zihniyet, başkasının ne düşündüğü, ne hissettiği, neleri sorun olarak
algıladığı gibi meselelerin hiçbirini dikkate değer bile görmüyor. Bilakis söz
konusu zihniyet her şeyi kendine hak görüyor; hak, hukuk, adalet, ehliyet,
liyakat gibi tüm değerlerle ilgili temel ölçütü de maalesef “cemaat” ve “mahalle”
aidiyetine/mensubiyetine endeksliyor.
Sonuç olarak, tarihsel,
kültürel, ideolojik kökenli tüm farklılıklarıyla gerçek manada sivil ve açık
bir toplum olabilmek ve böyle bir toplumsal düzlemde oluşacak huzur ve sükûn
ikliminde ağız tadıyla yaşayabilmek için öncelikle şu kahrolası mahalle
kültüründen kurtulmak gerekiyor. Mahalle kültüründen kurtulmak aynı zamanda
mahalle baskısından kurtulmak anlamına geliyor. Kendi adıma konuşursam, “mahalle”
kavramı benim için ayrışma, kutuplaşma, zıtlaşma gibi kelimelerle ifade edilen
ve gerçek hayatta da didişme/dalaşma olarak sonuç veren sosyolojik bela ve
musibetten başka bir anlam taşımıyor
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.