1- İKİ SİYASET TARZI
Siyaset; devlet veya toplum güvenliği ve
yönetimi olarak, tarih boyu bireysel düzlemde temel iki saikle icra edilmiştir:
1-
Kişisel İhtiras-içgüdü, güç istenci, zenginlik oluşturma
(ontoloji-tağutluk).
2- Toplumsal maslahatı, adaleti ve
hakkaniyeti koruma (insanlık-ahlak). Platon ve Aristo, siyaseti pratik ahlak
olarak tanımlamışlardır. Birinci tarz siyaset, kendini kitlelere “kanun” yolu
ile meşrulaştırır; ikinci tarz siyaset ise, ahlaka dayanan “hukuk (adalet)” ile
meşrulaştırır. Kanunu hukuktan ayıran temel nitelik, birincinin, egemenin salt
iradesine ve gücüne-ontolojiye dayanması; ikincinin ise, yaptırım güç ile birlikte ahlaka, adalete,
hakkaniyete dayanmasıdır. Bu bağlamda siyaset ile kanun ve hukuk yapmak geçişkendir.
Yani siyaset yapma tarzı ile kanun veya hukuk yapma arasında kopmaz/zorunlu bir
iç ilişki söz konusudur. Makyavelli, “Prens” adlı kitabında “başarılı (güç
istenci-ontoloji)” olmak için, siyasilere birinci yolu tavsiye etmiştir. Kur’an
ise, birinci yolu, Firavunların siyaset tarzı olarak (Tağutluk/ontoloji) kınamış; -daha önceleri Hz. Musa, Hz. Davut
ve Hz. Süleyman’a tavsiye edildiği gibi (38/26, 21/78)- Hz. Muhammed’e ikinci
yolu tavsiye etmiştir (16/90). Fakihlerin formüle ettikleri “Makasidu’ş-Şeria
(Şeriatın maksatları)”, siyaset ve hukukun (devletin) ortak telosu/amacı/gayesi
olarak, bireylerin canını (güvenlik), malını (mülkiyet), onurunu (özgürlük),
aklını (düşünce) ve dinini (özgürlük-ahlak) korumaktır.
2- HUKUK VE KANUN AYRIMI
Fransız iktisatçısı Frederic Bastiat
(1801- 1850), hukuku, -makasidu’ş-şeria’ya paralel olarak- Tanrısal kaynaklı ve
bireyin kişilik, özgürlük ve mülkiyet hakkının, yani bireyin meşru savunma
hakkının kolektif organizasyonu olarak tanımlamıştır. (Bastiat, Hukuk, çev: Y.
Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 15). Bastiat, hukukun, “kanun” yolu ile
yozlaşmasının temel saikleri olarak, insanın aç gözlülüğü
(yağma-soygun-ganimet-gasp) ve sahte bir “yardımseverlik” iddiası olduğunu
teşhis eder. Ona göre ne din, ne de ahlak, tek başlarına tarihi süreç içinde bu
eğilimleri engelleyememiştir. Bastiat’a göre hukukun temel amacı: “kolektif
gücün soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için
kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti (kişiliği ve özgürlüğü)
korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, genellikle bir
insan veya insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve güç
kullanılmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gerekli gücü temin etme
görevi, kanunları yapan iradeye bırakılmaktadır. İşte bu olgu, insanoğlunun
fıtratında ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama
(yağma-gasp, soygun, ganimet-İG) eğilimi ile hukukun evrensel bozulma/yozlaşma
sürecinin temel nedenidir.” (Bastiat, Hukuk, 18). Hukukun, onun yapıcısı egemen
irade tarafından “kanun” yolu ile
yozlaştırılması veya kanunlara riayet edilmemesi, insanların vicdanlarındaki
adalet ve adaletsizlik ayrımını siler ve yok eder. Yasalara uyulmaması
durumunda, toplumun ayakta kalması mümkün değildir. İnsanların yasalara
uymasını temin etmenin yolu, yasaları saygıdeğer, meşru, hakkaniyetli (hukuk)
kılmaktır. Kanunlar, hukukla, adalet duygusu ve ahlak ile çatışmaya başladığı
andan itibaren (Hukuka güvenin kaybolması), insanlar ahlak duygusu ile hukuk
saygısı arasında birini tercih etmek zorunda kalırlar. Bu iki seçenekten birini
seçmek zorunda kalmak kadar kötü bir şey yoktur. “Kanunî” olan her şeyin, adil
ve hukuki olduğu sağduyusu, asla doğru değildir. (Bastiat, Hukuk, s. 20). Nazi
Almanyası, Sovyet Rusyası, Çin
Komünizmi, İsrail Siyonizmi ve Güney Afrika Apartheid rejimi, bunun
örnekleridir.
Hukukun, “negatif” bir kavram olduğunu
belirten Bastiat şöyle diyor: “Hukukun amacı, adaletin hükümranlığını
sağlamaktır” ifadesi, yanlıştır; onun yerine: “Hukukun amacı, adaletsizliğin
hükümran olmasını önlemektir” ifadesi kullanılmalıdır. Zira kendiliğinden
(somut olarak) var olan, adalet değil; adaletsizliktir. Adalet, ancak
adaletsizlik yoksa gerçekleşir. Buna göre, “güç” kullanma yoluyla insanlara
işgücünün istihdamını, eğitimin konu ve yöntemini veya dinsel bir inanç ve
itikadı zorla dayatmaya kalktığı andan itibaren, hukuk, negatif olma özelliğini
yitirir ve insanlar üzerinde pozitif (müdahaleci-dayatmacı) bir eyleme dönüşür.
Böyle bir hukuk anlayışı ile halk iradesi yerine, kanun koyucunun iradesi hâkim
duruma geçer. Bu durumda halk, ne tartışma, ne de seçenekler arasında tercih
yapma, ne de geleceği hakkında plan yapma gereği duyar. Onun adına, bütün
bunları “Hukuk” adına, aslında kanun koyucu (siyasal egemen) üstlenir. Artık
düşünme melekesini kullanma zorunluluğu kalmadığından, halk, beşeri
özelliklerini, kişiliğini/kimliğini, özgürlüğünü ve mülkiyetini de
yitirmiştir.” (Bastiat, Hukuk, s. 35)
3- HUKUK/ŞERİAT VE SİYASET/SALTANAT
İslam’ın kurucu anında (610-632) ve
siyasal tarihinde dört “Raşid” halife döneminde, Allah’ın iradesi doğrultusunda
ahlaka yaslanan bir siyaset ve hukuk pratiği ortaya konmaya çalışılmıştır.
Kur’an, Allah’ın, kendine koymuş olduğu kesin ahlaki yasalara göre insanlarla
ilişkiye girdiğini beyan eder: “Rabbinin kendine koyduğu kesin bir yasası
olmasaydı; ihtilafa düştükleri mevzuda derhal hüküm verilirdi.”
(10/19,117110,20/129,41/45,42/14). “Sünnetullah” ve “Sünnet’ül-Evvelîn” kavramı
da, Allah’ın ahlak ve hukuka daimi riayetini ifade eder (33/62, 35/43, 40/85). “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni
(Hakemi) değil midir?” (85/8) Hz. Muhammed de bu doğrultuda yönlendirilmiştir.
Ahlaksız ve hukuksuz (adaletsiz) kanun koymayı ve siyaset yapmayı Allah güç
istenci, içgüdü, istiğna, tuğyan ve zulüm anlamına gelen “Tağutluk” olarak niteler
ve lanetler (2/257, 4/76, 16/36).
“Kur’an, başlangıçtan itibaren
Müslümanlara tamamen ahlaki-doğal yasalarla temellenen bir kozmoloji sunmuştur.
Muhtemelen Aydınlanmadaki metafizik benzerlerinden çok daha ikna edici bir
güce, güçlü ve derin psikolojik etkilere sahip bir kozmoloji… Kur’an’ın ahlaki
malzemesi, bu sebeple bütüncül bir ahlaki sisteme, metafiziği de içeren bir
kozmolojiye dayanmıştır.” (W. Hallaq,
Hukukun Ahlaki Boyutu. Çev: N. Kızılkaya. İst. 2020. S. 88). İslami
hukuk ve siyaset, bu metafiziğe-kozmolojiye yaslanmıştır.
Hz. Ali’nin politik hakkaniyet arayışına
karşın; Muaviye’nin politik ihtiras, içgüdü ve güç istenci ile giriştiği
ihtilalinden sonra “Saltanat” yönetimi, nisbî olarak bu rotadan çıkmıştır.
Muaviye’yi bir anlamda Makyavelli’nin öncüsü sayabiliriz. Ancak, erken dönemde
oluşan “Ulema” heyeti, şeriatın (mutlak olmayan-gerekçeci) temsilcisi
olarak - siyaseti olmasa da- hukuki
hayatı siyasal iradeden bağımsız (sivil) olarak şeriatın kontrolünde tutmayı
başarmıştır. Wael B. Hallaq, “İmkânsız Devlet”
adlı çalışmasında bu gerçeği ortaya koymaktadır: “ Yönetici, şeriat
hukukunun üstünde değil, altında yer alıyordu ve hiçbir yönetici, şeriatın
mahkemelerde olduğu gibi, toplumun genelinde de hüküm sürdüğü gerçeğine karşı
gelemezdi. Bu şemaya göre, şeriat mahkemesi hukuku “yasama organı” yani
şeriatın ahlaki yasası tarafından formüle edildiği haliyle uyguluyordu;
sultanın yasaması tarafından değil.” (Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet.
İst. 2019. S. 114). “Şeriat, politikadan çok toplumla ilgili idi; ahlaki sosyal
karakterle ilgiliydi. Politik toplum, birçok ikincil kaygıdan biridir.”
(Hallaq, İmkânsız Devlet, 170). “Şeriat, İslami yasa diyeceğimiz hermenötik,
kavramsal, teorik, pratik, eğitimsel ve kurumsal sistemdir.” (Hallaq, İmkânsız
Devlet, 99). Saltanatın/siyasetin, şeriat dışı/haddi aşan epeyce
eyleminin/amelinin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bastiat’ın vurguladığı gibi,
“özel mülkiyet” ile “Hukuk” arasında kopmaz bir bağ vardır. Ekonomide üretim
kaynağının büyük ölçüde toprak olduğu Patrimonyal tarım imparatorluklarında
fütuhat yoluyla “ganimet” olarak elde edilen mülkiyetin, Hz. Ömer döneminden
sonra “Devlet” dolayımı ile Saltanat ailesine, daha doğrusu Sultanın tekil
iradesine ve kullanımına verilen mülkiyet sisteminde “Kamu Hukuku”nun durumu,
yukarıda bahsedilen “özel hukuk” gibi olmamıştır. Daha doğrusu, İslam
toplumlarında bir Kamu Hukuku gelişmemiştir. Ayrıca, kişilik ve özgürlük temel
haklarının, mülkiyet hakkına bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tuttuğumuz
takdirde; özel hukukun da bundan etkileneceği, izahtan varestedir. Ayrıca
ulemanın sivil alanda hukuk üretiminin zamanla “Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına
Uydurma” kavramlarıyla şeriatın/hukukun özü olan ahlaktan uzaklaştığını da
itiraf etmemiz gerekmektedir.
4- ULUS DEVLET VEYA EGEMENİN MUTLAK
İRADESİ OLARAK KANUN VE HUKUK
Modern Ulus Devlet, Avrupa’da ve
Amerika’da uzun süren din savaşları, sınıf savaşları, ırkçılık savaşları ve
çıkar savaşları sonunda Burjuva sınıfı veya çoğunluk olan etnisite tarafından
mutlak bir egemenlik olarak kurulmuştur. Tanrı’nın veya Kilisenin elinden
egemenlik yetkisi ile birlikte kanun koyma, hukuk yapma ve “istisna (Mucize)”
koyma yetkisi de alınmıştır. Egemen irade (Ulus), ülke sınırları içindeki bireyleri çekirdek
aile, okul/eğitim, üniversite, ordu, hastahane, hapishane, kışla… gibi “kimlik
teknolojileri” ile tornadan geçirerek “Milliyetçilik” ideolojisi ile bir potada
eriterek istediği nitelikte kimlikler yaratmıştır (Hayali Cemaatler). Politik faaliyet, ahlaktan boşandırıldığı
gibi; hukuk yapma da, sonuna kadar politikleşmiştir. Halkı Müslüman olan
ülkelerde kurulan devletler de aynı durumdadır. “Hukuk, ne tarihsel bir
boşluğun içinde işlerlik gösterdiği, ne de toplumdaki ideolojik kavgalardan
bağımsız olduğu için, tam olarak yasanın politikaya gömüldüğü yerdir… Bu yüzden
yasa (kanun –hukuk), yapısal olarak daha geniş bir politik bağlamın bütünleşik
bir parçasıdır.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 79).
Batı toplumları, uzun süren iç savaşlardan
sonra, menfaatin altın kuralı olan “ayağıma basma; ayağına basmayayım” veya
“sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” yı keşfederek Hukuk
yapmayı başardılar. Yalnız bu kural, İslam’da olduğu gibi iman/metafizik ve
ahlaktan değil; menfaatten türediği için, tehlikenin yakın olduğunda (ülke içinde)
işler; uzak olduğunda (dış politika) işlemez. Avrupa’nın yaratmış olduğu İnsan
Hakları, Demokrasi, Hukuk Devleti, Kuvvetler Ayrılığı, Laiklik, Toplum
sözleşmesi (Anayasa)… (iç barış), buradan türemiştir. Dış politikada “tağutluk
(güç istenci-istiğna-içgüdü- sömürü…)” devam eder. “Modern proje, çağdaş
Müslüman dünyanın yaşayan gerçekliğinde “hukuki ahlak” çağından politik çağa
keskin bir dönüşümü temsil ve tesis ediyor. Modernitede politika ve politik
olan her yerdedir ve güne (hayata) hükmeder.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 170).
5- TÜRKİYE'DE SİYASET SEVDASI VE
HUKUKUN SAVSAKLANMASI (NİSYANI)
Genel olarak halkı Müslüman olan
ülkelerdeki yönetimlere gelecek olursak, dış politikada olmasa da iç
politikalarda siyaset ve hukuk (kanun) yapma tarzları Makyavalizme/Muaviyeizme
yaslandığını görebiliriz. Türkiye devleti de tipik bir Ulus Devlet formatı ile
kurulmuştur. Devrimlerle kurulmuştur. Tek Parti, Tek Adam dönemlerinden
darbeler ve muhtıralar ile evrilerek yoluna devam etmiştir. 1960-2010 arasında
bazı “Hukuk Kurumları” kurmaya çalışmıştır. Daha sonraları, tekrar hukuk
kurumlarını askıya alarak, “kanun” yapmaya (KHK) veya var olan hukukun etrafını
dolanmaya evrilmiştir. Hukuk yargılamalarında “kurunun yanında yaşın da
yakıldığı” vakalar çoğalmıştır.
Muhafazakârlar İmana, ahlaka (adalete)
dayanan ve herkese güvenlik ve adalet dağıtan “Hukuk” kurumları yaratma ve
hukuka riayet çabasından ziyade; “İlm-i
Siyaset (devlete sızma-takiyye, paralel yapı, harp=hile)” yapmayı tercih
etmektedirler. “Partizanlık” kavramı, Marksist literatürde “militanlık”, toplum
için kendinden geçme, fedakârlık anlamlarına gelirken; Türkiye’de kamu
kaynaklarını partililere tahsis etmek, adam kayırmak anlamlarına kaymıştır.
CeHaPe’nin seküler “siyaset”ine karşı, muhafazakâr rövanş “siyaset”i
yapılmaktadır. Örneğin: Muhafazakâr bir siyasetçi, 17 Aralık 2020 günü
Haber-Türk kanalında “17-25 Aralık” olayını yorumlarken, FETÖ tarafından,
kanunsuz dinleme yapma ve bunları ifşa etmenin İslam’a göre nasıl bir “büyük”
günah olduğundan bahsederken (ki söyledikleri doğrudur); siyasi elitlerin kamu
kaynaklarına karşı nasıl bir şeffaf-ahlaki/hukuki tutum takınmaları gereğinden
hiç bahsetmemektedir.
Topluma güven veren bir hukuki yapı
kurulamadığı için, “Sosyal Medya” bir linç mahkemesine dönüşmüştür. Hâsılı,
Türkiye’de siyaset, herkeste onulmaz bir “sevda”ya dönüşmüş iken; Hukuk da,
“kanun” yapma olarak, onun bir aracına/aparatına dönüşmüştür. Oysa Müslümanlık,
siyasette ve hukukta “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak”tır. Yani “Rahmani
siyaset” olarak, “tağutluk (zulüm)”tan uzaklaşarak, herkese (düşmanlar dâhil)
güven, adalet, hakkaniyet ve insaf ile muameledir; bir “Hukuk Devleti” inşa
etmektir. Üstünlerin hukuku (kanunu) yerine “Hukukun Üstünlüğü” nü tesis
etmektir. Hukuk, -tağutluğun karşıtı olarak- insanlar arasında “Hakemlik
(Tanrılık)”tir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.