Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun, Taha Akyol’a konuştu.
AİHM kararlarına uymak anayasanın açık bir
emri. Bu hükme uymayan hâkimlerin ‘görevi kötüye kullanma’ gibi ağır bir
suçu işlediği söylenebilir.
Şimdiki sistem kuvvetler ayrılığı değil
tam bir kuvvetler birliği. Bütün yetkiler Cumhurbaşkanı’nda toplandı. Yasama ve
yargı denetimi etkisizleştirildi.
HSK iktidara bağımlı hale geldi. Eşitleri
tarafından seçilen tek bir üye dahi yok. HSK’ya hâkimiyet tüm yargı organına
hâkimiyet demek.
Yargıda gerçek reform HSK’nın özerkliğiyle
mümkün olur. Ancak sürecin algı yönetimi amaçlı rötuşlarla sınırlı kalacağını
düşünüyorum.
Bir uyuşmazlık halinde milletlerarası
antlaşma hükmüne üstünlük tanımak, yani AİHM kararlarına uymak Anayasanın açık
bir emridir. Bu hükme uymayan hâkimlerin bir disiplin suçu, hatta görevin
kötüye kullanılması gibi daha ağır bir suç işledikleri söylenebilir.
Bugün Türkiye’de uygulanmakta olan sistem,
bir kuvvetler ayrılığı değil, tam bir kuvvetler birliği sistemidir. Bütün
yetkiler Cumhurbaşkanında toplanmış, yasama ve yargı denetimi tamamen
etkisizleştirilmiştir.
AİHM kararlarını bağlayıcılığını
savunmanın milli egemenlik ve milli bağımsızlığa aykırı olduğunu iddia etmek
tamamen temelsiz ve gerçek dışıdır. AİHM’nin siyasallaştığı, Türkiye aleyhinde
siyasi projelere alet olduğu şeklinde yorumlamak da tamamen temelsiz bir
iddiadır.
İHM kararları bağlayıcı mıdır?
Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra insan
haklarının korunması, sadece milli hukukların konusu olmaktan çıkıp evrensel
karakter almış, milletlerarası hukukun da koruması altına alınmıştır. Avrupa
Konseyi bünyesinde 4 Kasım 1950’de imzalanan “İnsan Hakları ve Temel
Hürriyetlerin Korunmasına İlişkin Sözleşme” (AİHS), bunun en önde gelen
örneğidir.
Türkiye, bu Sözleşmeye baştan itibaren
katılmış, Sözleşmenin kurduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel
başvuru hakkını 1987, AİHM kararlarının bağlayıcılığını da 1989 yılında kabul
etmiştir. Dolayısıyla AİHM kararlarının bağlayıcılığının kabulü, Türkiye
bakımından uyulması zorunlu bir milletlerarası taahhüttür. 2004 Anayasa
değişikliği ile bu yükümlülük, iç hukuk bakımından da teyid edilmiştir.
Bu değişiklikle 90. maddeye eklenen cümleye
göre, “Usulüne göre yürürlüğe giren milletlerarası antlaşmalarla kanunların
aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”
Dolayısıyla AİHM kararlarının
bağlayıcılığı konusunda bir tereddüt olmaması gerekir. İhtilaf, bağlayıcılık
kavramına atfedilen farklı anlamlardan doğmaktadır. Bir görüşe göre,
bağlayıcılığın tek hukukî sonucu, ihlâlin tespit edildiği davanın yeniden
görülmesidir.
Ancak yerel mahkeme, ilk kararını değiştirebileceği
gibi, bunda ısrar da edebilir. Benim de katıldığım ikinci görüşe göre ise
kararın bağlayıcılığının anlamı, AİHM kararında tespit edilen hak ihlâlinin
tümüyle giderilmesidir.
YAPTIRIMLAR VAR
‘AİHM kararları bizi bağlamaz’ diye
devam edersek ne olur?
“AİHM kararları bizi bağlamaz.”
görüşünde ısrar edildiği ve ihlâl giderilmediği takdirde, Sözleşmenin 46.
maddesi gereğince, Mahkemenin kesinleşmiş kararı, infazını denetleyecek olan
Bakanlar Komitesi’ne gönderilir.
Elbette ne AİHM’nin ne Bakanlar Komitesi’nin
elinde kararın cebren infazını sağlayacak bir araç vardır. Avrupa Konseyinin en
yüksek siyasal karar organı olan Bakanlar Komitesi de siyasal bir organdır ve
uygulayabileceği müeyyideler de ancak siyasal nitelikte olabilir. Ancak bunlar,
durumun vahametine göre Avrupa Konseyi üyeliğinden geçici çıkarma veya tamamen
çıkarma gibi çok ağır müeyyideler olabilir.
Türk yetkililerin, “Türkiye Avrupa için
çok önemli bir ülkedir. Komite nasıl olsa bize böyle bir müeyyide uygulamaz.”
kolaycılığına kapılmamaları gerekir. Türkiye Avrupa için önemli olduğu kadar,
Avrupa da Türkiye için önemlidir. Bakanlar Komitesi’nin Avrupa Konseyi’nin
ruhunu temsil eden AİHS’nin sistemli ihlâline karşı sessiz kalması da
beklenemez.
MİLLİ EGEMENLİK VE AİHM
AİHM kararlarını bağlayıcılığını
savunmanın milli egemenlik ve milli bağımsızlığa aykırı olduğunu, bunun milli
egemenliğin yargı yetkisinin uluslararası bir yargıya devretmek olduğunu
söyleyenler var. Ne dersiniz?
Bu iddialar tamamen temelsiz ve gerçek
dışıdır. AİHM’nin denetim yetkisinin kabulü, hiçbir şekilde, milli egemenliğin
ve yargı yetkisinin milletlerarası bir kuruluşa devredildiği anlamına gelmez.
Bildiğim kadarıyla hiçbir ciddi hukukçu böyle bir iddiada bulunmamıştır.
Gerçekten AİHM, milli yargı mercilerinin
üstünde bir üst temyiz mercii değildir. AİHM’nin ihtilaf konusunda milli yargı
mercilerinin yerine geçip kesin karar verme gibi bir yetkisi yoktur. AİHM’nin
yetkisi, bu işlemle Sözleşmenin ihlâl edilmiş olup olmadığını tespitten
ibarettir. İhlâli gidermek, milli mercilerin görevidir. Bu anlamda AİHM
denetiminin “ikincil” nitelikte olduğu konusunda da bir tereddüt yoktur.
Öte yandan AİHS’yi imzalamış ve AİHM
kararlarının bağlayıcı etkisini kendi serbest iradesiyle kabul etmiş bir üye
devletin, ihlâli giderme yolunda hukukî bir yükümlülüğü olduğu da açık bir
gerçektir. Tüm Avrupa Konseyi üyesi devletler, bu denetimi kabul etmekle, milli
egemenliklerini veya yargı yetkisini devretmiş olduklarını düşünmemişlerdir.
Öte yandan AİHM’nin Türkiye aleyhindeki
bazı son kararlarında AİHS’nin 18. maddesine atıfta bulunmuş olmasını,
Mahkemenin siyasallaştığı, Türkiye aleyhinde siyasi projelere alet olduğu
şeklinde yorumlamak da, tamamen temelsiz bir iddiadır.
AİHS’nin 18. maddesine göre, “Anılan hak
ve özgürlüklere bu Sözleşme hükümleri ile izin verilen kısıtlamalar
öngörüldükleri amaç dışında uygulanamaz.” Burada kastedilenin, kısıtlamaların
“siyasi” amaçlarla kullanılması olduğu açıktır.
AİHM’nin elbette, bu açık hükme dayanarak,
kanıtlar böyle bir durumun varlığını gösterdiği takdirde, bu tür bir tespitte
bulunma yetkisi vardır. Bunu, Mahkemenin, adeta bir siyasi komplonun aleti
haline gelmesi şeklinde nitelendirmek, akıl ve insafla bağdaşamaz.
ANAYASA 90. MADDE
Anayasa’nın 90 maddesinde 2004’te yapılan
“uluslararası anlaşmaların üstünlüğü” fıkrasının anlamı nedir?
Anayasanın 90. maddesinde 2004 yılında
yapılan değişiklik, insan haklarının korunması açısından bir devrim
niteliğindedir. Gerçekten bu, Anayasanın Cumhuriyetin değiştirilemez
nitelikleri arasında saydığı “insan haklarına saygılı devlet” olmanın da bir gereği
sayılabilir.
Bu hükmün, sadece norm uyuşmazlıklarını
konu aldığı, AİHM kararlarının uygulanması sorunu ile ilgisi bulunmadığı
iddiası da, geçerlilikten tamamen yoksundur. AİHM kararları AİHS hükümlerini
yorumlayan, aydınlatan, somutlaştıran kararlardır. Bu itibarla AİHS hükümleri
ile AİHM kararları bir bütün teşkil eder. AİHM kararlarının nazara alınmaması,
AİHS hükümlerinin nazara alınmamasıyla aynı şeydir.
Anayasa hükmünde değinilen uyuşmazlıkların
esas itibarıyla yargı kararları alanında çıkacağı açıktır. Bu konuda Türk yargı
mercileri maalesef 2004 yılından bu yana tutarlı bir tutum izlememişlerdir.
Bazı mahkemeler Anayasanın bu emrine uygun hareket ettikleri halde, bazıları
çok tartışmalı gerekçelerle milli kanunu uygulamayı tercih etmişlerdir.
Oysa, bir uyuşmazlık halinde
milletlerarası antlaşma hükmüne üstünlük tanımak, yani AİHM kararına
uymakAnayasanın açık bir emridir. Bu hükme uymayan hâkimlerin bir disiplin
suçu, hatta görevin kötüye kullanılması gibi daha ağır bir suç işledikleri
söylenebilir.
KUVVETLER BİRLİĞİ
Bugünkü sistemde ‘kuvvetler ayrılığı’
ilkesi ne durumdadır?
Bugün Türkiye’de uygulanmakta olan sistem,
bir kuvvetler ayrılığı değil, tam bir kuvvetler birliği sistemidir. Bütün
yetkiler Cumhurbaşkanında toplanmış, yasama ve yargı denetimi tamamen
etkisizleştirilmiştir.
Oysa fikir öncülüğünü Locke ve
Montesquieu’nün yaptığı kuvvetler ayrılığı ilkesi, yaklaşık üç yüz yıldır
anayasalcılık akımının özünü oluşturmuştur. Daha yakın dönemlerde İngiliz
düşünürü Lord Acton’un çok veciz şekilde ifade ettiği gibi “İktidar ifsad eder
(bozar) mutlak iktidar ise mutlak surette ifsad eder.”
Kuvvetlerin ayrılmadığı ve birbirlerini
dengelemediği bir ülkede birey hak ve hürriyetlerinin korunması
imkansızdır.
‘TARAFLI’ CUMHURBAŞKANI
“Cumhurbaşkanı siyaseten tarafsız
değildir, taraftır; hukuken tarafsızdır” diyorlar. Siz ne diyorsunuz?
Bu iki kavramın pratikte ayırt edilmesi
kolay değildir. Cumhurbaşkanının elbette bir siyasi görüşü olabilir. Ancak
yetkilerini kullanırken mutlaka parti ayrımı gözetmeksizin, hukuka uygun
davranmak zorundadır. Başkanlık sisteminde başkan, şüphesiz siyasi bir
taraftır.
Ancak parlâmenter rejimlerde bu sorun,
pratikte önemini kaybetmektedir. Çünkü bu sistemlerde Cumhurbaşkanı, yetkisiz
ve sorumsuz, tamamen sembolik konumda olan bir kişidir ve hiçbir devlet
yetkisini tek başına kullanamaz.
HSK İKTİDARA BAĞIMLI
Yargı bağımsızlığında yaşanan
sorunların temel mekanizması nedir?
Yargının siyasal organlar karşısında
bağımsızlığı, hükümet sistemi ne olursa olsun, hukuk devletinin dolayısıyla
demokratik bir rejimin vazgeçilmez şartıdır. Yargı bağımsızlığının gerçek
güvencesi ise hâkimlik teminatı, yani hâkimlerin atama, terfi, nakil, disiplin
cezaları ve azil gibi özlük işlerinin, siyasal iktidardan bağımsız, özerk
kurullar tarafından yürütülmesidir.
Meslekî kaderinin siyasal makamların
takdirine bağlı olduğu bir hâkimin, kararlarında bağımsız ve tarafsız
olabileceği tasavvur edilemez. Bu nedenle son on yıllarda Avrupa’nın iki önemli
uzman hukuk kuruluşu olan Venedik Komisyonu ve Avrupa Hâkimleri Danışma
Konseyi, bu konuda ayrıntılı raporlar yayınlamışlardır.
Bu raporların ortak noktası, hâkimlerin
özlük işleri hakkında karar verecek olan yüksek yargı konseylerinin siyasal
makamlardan tamamen bağımsız olmalarıdır. Bunun için de bu konseylerin
üyelerinin çoğunluğunun veya hiç değilse önemli bir bölümünün, hâkimlerin kendi
eşitleri arasından seçilmiş hâkimlerden oluşması tavsiye edilmiştir.
Türkiye’de HSK’nin 2017 Anayasa
değişikliği öncesindeki yapısı, bu kriterlere büyük ölçüde uygundu; üyelerin
büyük çoğunluğu, kendi eşitleri tarafından seçilmiş hâkimlerden oluşuyordu.
Ancak 2017 değişikliği ile bu tablo tamamen tersine dönmüştür. Halen HSK’nin on
üç üyesinden altısı doğrudan veya dolaylı olarak Cumhurbaşkanı, yedisi ise TBMM
çoğunluğu tarafından seçilmektedir. Kurulda, kendi eşitleri tarafından seçilmiş
tek bir hâkim üye dahi yoktur.
Böylece Kurul, tamamen siyasal iktidara
bağımlı hale gelmiştir. HSK’nin yapısının siyasal rejimin niteliği üzerindeki
belirleyici etkisi, göz ardı edilemez. HSK’ya hâkimiyet, tüm yargı organına
hâkimiyet demektir. Çünkü iki Yüksek Mahkeme olan Yargıtay ve Danıştay’ın tüm
üyeleri HSK tarafından seçilmektedir. Ayrıca HSK’ye hâkimiyet, diğer iki önemli
anayasal organın, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulunun yapısını da
siyasal iktidar lehine etkilemektedir.
REFORM: ALGI YÖNETİMİ
‘Reform’ deniliyor, ne
bekliyorsunuz? Neden?
Adalet reformu vaatlerini ciddi ve samimi
bulmadığımı çeşitli vesilelerle ifade etmiştim. Yargı alanında gerçek bir
reform, ancak HSK’nin yapısının kökten değiştirilmesi ve bu Kurulun siyasal
iktidar karşısında tamamen özerk ve bağımsız bir statüye kavuşturulması ile
mümkün olabilir.
Mevcut iktidarın böyle keskin bir (U)
dönüşü yapacağı kanısında değilim. Dolayısıyla yapılabilecek reformlar, ancak
algı yönetimi amaçlı birtakım rötuşlarla sınırlı kalacaktır.
PARLAMENTER SİSTEME DÖNÜŞ
Parlamenter sisteme geçmeden
bugünkü sistemin kuvvetler ayrılığına göre reforme edilmesi fikrine ne
dersiniz?
Aynı nedenlerle bu önerileri de gerçekçi
bulmuyorum. Başkanlık sisteminin demokratik bir versiyonunun dahi Türkiye’ye
uygun bir hükümet sistemi olduğuna hiçbir zaman kani olmadım.
Bu sistemin nispeten başarılı şekilde
işlediği tek ülke, çok kendine özgü tarihsel, sosyolojik ve kültürel özelliklere
sahip olan ABD olmuştur. Onun dışında Latin Amerika ve Afrika örnekleri
başarısızlıklarla doludur. Türkiye için tek gerçekçi çıkış yolu, gerçek bir
parlâmenter rejime geçiş olacaktır.
ERGUN ÖZBUDUN KİMDİR?
Prof. Dr. Ergun Özbudun anayasa hukuku ve
siyaset bilimi dalında uzman. Birçok üniversitede ve son olarak Şehir
Üniversitesi’nde anayasa hukuku derslerini verdi.
Çok sayıda Türkçe ve İngilizce
eserlerinden bazıları: Türk Anayasa Hukuku Islamism, democracy and liberalism
in Turkey: The case of the AKP. AKP at the crossroads: Erdoğan’s majoritarian
drift. Turkey’s judiciary and the drift toward competitive authoritarianism.
Türkiye’nin Anayasa Krizi. Türkiye’de sosyal değişme ve siyasal katılma.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.