25 Ocak 2021 Pazartesi

GELECEĞİN DÜNYASINDA İNSAN KALABİLMEK NE KADAR MÜMKÜN? Mehmet Yaşar SOYALAN/16.01.2021

-Küreselleşen Dünyada Din, Devlet ve Eğitimin Geleceğine Dair Bazı Öngörüler-

GİRİŞ.

DÜN, BUGÜN VE GELECEK İLİŞKİSİ

Gelecek üzerine konuşabilmek ve bir öngörüde bulunabilmek için, olmuş ve olmakta olana dair bir fikrimizin ve bir hafızamızın olması gerekir. Özellikle de son iki yüzyıldaki gelişmeler, bu gelişmelerin nasıl bir dünya ve nasıl bir insan ortaya çıkardığı konusu temel alınmalıdır. Dünü ve bugünü, dünün ve bugünün fikri temellerine, varlık, insan ve bilgi tasavvurlarına vakıf olarak, olgu ve olaylar üzerinden analiz ettiğimizde, ortaya çıkan “yeni durum” ve “yeni gerçeklik”i daha iyi kavrayacağımız gibi gelecek hakkındaki öngörülerimiz de daha gerçekçi ve tutarlı olacaktır. Bu yazımızda/makalemizde özellikle gelecekle ilgili bir değerlendirme yapmaya ve bazı öngörülerde bulunmaya çalışacağız.

Son iki yüz yılda dünyanın yeniden şekillendiği hatta yeni bir dünyanın ve yeni bir insanın ortaya çıktığı herkesin malumudur. Bu “yenidünya” hem niceliksel hem de niteliksel anlamda bir yeni bir dünyadır. Öyle ki, bu süreçte, giyim kuşamdan, yeme içmeye; öğrenme biçimlerinden, iletişim, ulaşım ve yönetişim araçlarına, insanlar arası ilişkilere, dini ve kültürel değerlere kadar her şeyiyle farklı yeni bir dünya ve yeni bir tasavvur ortaya çıkmıştır. Bu yeni gerçekliğin motor gücü ve kaynağı 16. Yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan ve 18.yy da ete kemiğe bürünen Batı’nın Aydınlanma düşüncesidir. Bu düşünce Batı’nın iki bin yıllık tarihi ile yüzleşmesinin ve bu yüzleşmenin bir yansıması olan iç mücadelesinin/ dinamizminin hasılası olarak vücut bulmuştur.

Aydınlanma düşüncesi, gelecek yüzyıllar için yine bir mücadele ve kavga çerisinde varlığını sürdürmüş, hâkim olduğu coğrafyaya ve sakinlerine büyük bedeller ödeterek yeryüzü egemenliğini ilan etmiştir. Bu ilan aynı zamanda yeni bir dünyanın (ama her şeyi ile yeni) ortaya çıktığının da ilanıdır. Kurumlar, kurallar, gelenek ve görenekler, alışkanlıklar, davranışlar, alet ve araçlar, kısacası iletişim araçlarından, ulaşım araçlarına, üretim araç ve alışkanlıklarından tüketim alışkanlıklarına kadar, din, dil, kültür dâhil (insanın bedeni dışında) hemen hemen her şey değişmiş, kelimenin tam anlamıyla yeni bir dünya kurulmuştur. Ancak etkileri açısından değerlendirildiğinde bu değişim yeryüzü coğrafyasının ve sakinlerinin hayrına olmamıştır. Yerküre eskisi ile kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir yıkım ve tahribata uğramış, sakinleri daha önce eşi ve benzerine rastlanmayacak boyutta acılar yaşamış, kitlesel yıkımlara, katliamlara maruz kalmıştır. Bu konudaki fotoğraf çok nettir.

Fotoğraf, bakana, faillerin niyet ve fikirleri ile amaç ve hedefleri konusunda bazı ipuçları veriyor; onların varlık, bilgi ve insan tasavvuru konusunda zihinde de az çok bir şekil beliriyor. Ancak kesin bir kanaat için fotoğrafın ötesine geçmek gerekiyor. Görünenin ötesine geçmek ve işin mantığını kavramak için dikkatli bir göz kadar sağlam bir hafızaya ve bütüncül bir metodolojiye/ yönteme de ihtiyaç var.

Bu makalede amacımız bir batı aydınlanması eleştirisi yapmak olmadığı için konunun bu yönüne fazla odaklanmayacağız. Bu nedenle konumuzla ilişkisi çerçevesinde Aydınlanma düşüncesi, uygulamaları ve sonuçları ile ilgili kısa bir değerlendirme ile yetineceğiz. Ayrıca ifade etmemiz gerekir ki zaten bu dergide yayınlanan diğer yazılarımızda konuyu daha derinlemesine tartıştık. Sonuç olarak “aydınlanma”nın temel paradigmasının/dogmasının bilimsel bilgi ve aydınlanmış insan olduğunu, varlık, bilgi ve insan tasavvuru dâhil tüm tasavvurunu bunun üzerine kurduğunu, tek kutsalının bilimsel bilgi ve aydınlanmış insanın ihtirasları olduğunu, bu tasavvurda metafizik alana yer olmadığı gibi adalet, eğitim ve ahlak gibi konuların/alanların bilimsel bilginin ve aydınlanmış/kutsanmış insanın arzu ve ihtirasının bir aracı haline geldiğini, teoride farklı ifade edilse de iki yüz yıllık uygulamanın bu yönde olduğunu ifade etmiştik.

AYDINLANMIŞ İNSANIN YÜREĞİNİ VE YERYÜZÜNÜ ÇÖLLEŞTİRMESİNDEKİ TEMEL PARADİGMASI: DİN VE İKTİDARIN BİRBİRLERİNİ KUTSAYIP ARAÇSALLAŞTIRMASI VE BU ARAÇSALLAŞTIRMADA EĞİTİMİN ROLÜ

İki yüzyıl öncesinin dünyasının/yeryüzünün coğrafi/fiziki durumuyla bugünün dünyasının coğrafi/ fiziki durumunu karşılaştırdığımızda Batı tasavvurunun dünyayı getirdiği yer kendisini apaçık gösterir. Aydınlanmış veya yarı aydınlanmış sakinleri tarafından fiziki yapısı/ habitatı tahrip edilmiş, yapılan talan ve ifsat sonucu kaynakları kurutulmuş ve böylece her gün bir yenisinin yaşandığı devasa boyuttaki çevre felaketleri ile sarsılan yeni ve yaralı bir dünya… Yeryüzüne bunu yapan bu aydınlanmış ve yarı aydınlanmış insan sakinlerinin durumu ise yeryüzünün durumundan farklı değil; o da yaralı, ama yaralı olduğunun farkında değil. İnsanın hırsı ve kendisine öğretilen şeyler, maruz kaldığı şartlandırma, aklını, zihnini ve yüreğini örtmüş; kanaati ve hakkına rıza göstermeyi unutmuş, kendisini yeryüzünün efendisi olarak görüyor ve bu nedenle çevresine istediği gibi davranabileceğini, habitatı istediği gibi yok edebileceğini sanıyor ve iki yüz yıldır bu sanısını acımasızca uygulamaya devam ediyor.

Peki, bu tasavvurun temel muharriki nedir?

Temel muharrik; evrendeki her şeyin, canlı cansız her varlığın sınırsız ve sorumsuz bir şekilde kendisine ait olduğu anlayışıdır/inancıdır. İnsan yeryüzünün hatta evrenin tek sahibi ve efendisi olduğuna inandırılmıştır. Herhangi bir metafizik gerçekliğe ve değere inanmaması –çünkü bilimsel bilgi bunu gerektirir- nedeniyle inancının gereğini yerine getirme konusunda zihninde herhangi bir engel ve sınır da yoktur. Çevresindekine sahip olma dışında bir sorumluluk bilincine de sahip değildir.

Bu sınırsızlık ve sorumsuzluk hali sadece coğrafyanın maddi/fiziki anlamda tahrip ve talan edilmesinde görülmüyor; insanı ilgilendiren yönetim/iktidar, iktisat, kültür, din ve eğitim alanında da kendini gösteriyor.

Dinileşme süreci, şartlandırmadan başka bir şey olmayan eğitim olgusunu, eğitimin gerçekleştiği mekânı/okulu, eğitimin tek çıktısı olan diplomayı yani bir bütün olarak eğitim sistemini de olmazsa olmaz ve kutsal bir şey ve kutsal bir yer olarak görülmesini de zorunlu kılmıştır.

Dolayısıyla bugünün dünyasının hâkim iktidar/devlet telakkisi; şekli, yapısı, sisteminin adı ne olursa olsun Modern Batı’nın ürettiği ve tedavüle soktuğu bilimci iktidar anlayışının ülke ve coğrafyalara göre farklı tezahürlerinden başka bir şey değildir. Hepsi de bilimsel düşünceyi merkeze alan, hatta onu tek otorite kabul eden bir varlık ve dünya tasavvuru çerçevesinde bir iktidar anlayışına sahiptirler. Bu bilimsellik tasavvuru aynı zamanda her bir devletin/iktidarın kendilerine özgü kutsalları olsa da tüm kutsalların kendisine tabi olduğu veya onay verdiği, hepsinin ortak kutsalıdır bu bilimsellik tasavvuru aynı zamanda. Konuya bu çerçeveden bakıldığında kimisi cumhuriyet, kimisi krallık/monarşi, kimisi başkanlık, kimisi diktatörlük, kimisi demokrasi veya demokratik cumhuriyet sistemleri ile yönetilse de mevcut tüm devletlerin (örneğin, ADB, AB, Çin, Küba, Kuzey Kore, İran, Suudi Arabistan, Rusya, Türkiye, Asya, Afrika, Ön Asya ve Güney Amerika ülkelerinin), yönetim, yöneten, yönetilen telakkileri birbirinden çok da farklı değildir.

Bu algının bu denli yaygın ve belirleyici olması, yani bilimin, bilimsel düşüncenin bir din gibi algılanması, hatta bir dine dönüşmesi yine klasik dini tasavvur sayesinde, onun onay vermesi ve kutsaması ile mümkün olmuştur. Klasik dini tasavvur, modern dönemlerde varlığını ancak bilimsel düşüncenin eteklerine tutunarak sürdürebileceğine vehmederek, kendisini onun içinde eriterek veya yeniden kurgulayarak bilimsel düşüncenin “diniliğini”, “dinliğini” tescil etmiştir. Öyle ki, bilim ve bilimsel düşünce bir süreç içerisinde klasik dindarların da dini olacak şekilde dogmalaşmış ve küresel bir dine dönüşerek yeryüzünün tek egemen dini haline gelmiştir. Yani bu tesciliyet, ancak dine dönüşmüş bir bilimsellik algısı sayesinde mümkün olmakta, klasik dini tasavvur ve dini söylem de bu yeni durumun, yeni tasavvurun meşrulaştırılma görevini üstlenmiş görünmektedir.

Elbette bilimsel düşüncenin şartlandırılma merkezleri olan eğitim kurumlarını, eğitim-öğretim müfredatlarını, eğitim araç ve gereçlerini (en önemli araç olan öğretmenleri) de unutmamak gerekir. Çünkü bu anlayışın üretim ve dağıtım merkezleri buralardır. Zaten bu dinileşme süreci, şartlandırmadan başka bir şey olmayan eğitim olgusunu, eğitimin gerçekleştiği mekânı/okulu, eğitimin tek çıktısı olan diplomayı yani bir bütün olarak eğitim sistemini de olmazsa olmaz ve kutsal bir şey ve kutsal bir yer olarak görülmesini de zorunlu kılmıştır. Bu durum tüm eğitim sisteminin kendisi için var olduğu öğrenciyi, akletmeyen bir müride/inanana dönüştürmüş, öğrenmenin öznesi olacakken eğitimin nesnesi haline gelmiştir. Öğrenmenin, ellerinde gerçekleştiği öğretmen/ muallim de bu sistemde sıradan bir eğitim materyaline indirgenmiştir. Kısacası her fiili durum, başka bir fiili durumu meşrulaştırıp dokunulmaz kılmaktadır.

Bilime ve bilimsel düşünceye bu dokunulmazlık, mutlaklık, yanılmazlık, dolayısıyla kutsallık atfedilmesi klasik dinin tescil ve onayı ile olmuşken, varlığını daha da pekiştirip sürekli hale getirmesi de iktidar ve eğitim sistemi sayesinde mümkün olmuştur, olmaktadır. Öyle ki her biri diğerinin varlık nedeni olan bu üç yapı; bilimsel düşünce, iktidar ve eğitim sistemi aynı zamanda bir birini de kutsamakta, dogmalaştırmakta ve mutlaklaştırmaktadır. Üçü birlikte içinde batin-zahir, maddi- manevi her türlü tatminin sağlandığı -tepesinde bilimsel düşüncenin olduğu- yeni küresel bir tasavvura/ dine dönüşmüş durumdadır. Her biri ayrı ayrı farklı şekillerde tanımlansalar da modern dünyadaki konumları -özellikle üçü birlikte- tam ve muktedir bir din işlevi görmektedir. Birbirini besleyen bu yapılar, yani bilimsellik merkezli eğitim tasavvuru ve modern yönetim/iktidar biçimleri en az yüz yıldır küreselleşmiş durumdadır. Teknolojik devrim ile birlikte daha da giriftleşen ve derinleşen bu yapılar, birey ve toplumların yönlendirilip denetlenmesini daha kolay hale getirdiği gibi plan ve projelerin etkin bir şekilde uygulanmasını da sağlamıştır. Günün sonunda insan da teknolojik bir alete dönüşmüş olmaktadır.

İktidarların bilimsel bilgiyi bir araç ve bir yönetim aygıtı olarak tasarlayıp kullanması ile birlikte iktidarların işi daha da kolaylaşmış, örneğin eğitim sadece kişi ve toplumları şartlandırma / yönlendirme aracı olarak değil, toplumların din tasavvurlarının yeniden dizaynı için de kullanmıştır. Oluşturulan bu yeni dini tasavvurun olmazsa olmazı bilimsel bilgiyi merkeze alması ve iktidarlar ile ilişkisini bunun üzerinden kurmasıdır.

Tüm bunların sonucu olarak toplumlar ve toplumların sahip oldukları değerler, örf ve gelenekler bilimsel bilgi dininin önünde birer engel olarak görüldükleri için, öncelikle “bilim dışı” gösterilip itibarsızlaştırılmış, müntesipleri kendilerine yabancılaştırılıp aşağılık kompleksine mahkûm edilerek etkisizleştirilmiş. Sonrasında yerel kültür, farklılıklar, farklı düşünme biçimleri, farklı tasavvurlar, bilimsel düşünce ve bilimci davranış kalıpları arasında eritilerek ya egemen kültürün bir parçası haline ya da folklorik ve turistik bir öğe haline getirilmiş. Tıpkı Avustralya (!) ve Amerika (!) kıtalarının (İlgili coğrafyaların eski isimlerini bile yok ederek o yerleri kendileri yeniden isimlendirmişler.) gerçek/yerli halklarını ve kültürlerini yok ettikleri, kendi güçlerinin ve egemenliklerinin bir göstergesi olarak geriye bıraktıklarını da asimile edip, yapılarını ve özelliklerini değiştirdikten sonra özel kamplarda tarihi bir obje olarak koruma altına aldıkları gibi.

Genetik olarak aldığı miras ve çevrenin yönlendirmesi ile insanoğlunun zihni “ben” merkezci veya aidiyetçi (toplum merkezci) bir şekilde kodlandığı için yeni bir öteki oluşturarak varlığını idame ettirir. Sonrasında da “öteki” kabul ettiğini kendisine dönüştürmeye veya kendisine itiraz edemez hale getirmeye çalışır. Bunları bireysel ölçekte bizzat kendisi yaptığı gibi toplumsal ölçekte ise toplumun ve idarenin/ iktidarın güç, imkân ve araçları kullanılarak yine “görevlendirilmiş vatandaşlar” eliyle yapılır. İşte bu dönüştürme, kendisine benzetme ve etkisiz kılma işine eğitim denmektedir.

İki yüzyıl öncesinde ne devlette ne de devleti oluşturan halkta/tebaada bugünkü anlamıyla “vatan” ve “vatandaşlık” tasavvuru bulunmadığı için bugünkü anlamda bir eğitim algısı da söz konusu değildir. Her birey, ne öğrenmek ne olmak istiyorsa onu kendisinin arayıp bulması gerekmektedir; devletin/iktidarın bu konuda herhangi bir çabası ve çalışması yoktur. Devletin ve içinde yaşadığı coğrafyanın, “vatan” olması ile birlikte bölge halkı/ insanı da vatandaş olmuştur. Artık bulunduğu coğrafyayı, doğduğu toprakları, vatandaşı olduğu devleti beğenmeyip başka yerlerde kendisine yeni “vatanlar” yeni devletler kurma imkânı da kalmamıştır. Yeryüzü tümüyle arkasına kendi halkını da alan egemenler tarafından parsellenerek sahiplenilmiştir. Artık yeryüzünde sahibi olmayan bir karış toprak bile bulunmamaktadır. Bu sahipler de bir yerde bu toprakların mahkûmu haline gelerek özellikle modern zamanlardan itibaren coğrafyasının kaderi onların kaderi haline gelmiş durumdadır.

Benzer bir mahkûmiyet durumu da tasavvurlar alanında gerçekleşmiştir. Eğitimin küreselleşip, küresel bir zorunluluk haline gelmesi, teknolojik gelişmişlik ve bilgiye/malumata/materyale ulaşmanın kolaylaşması insanoğlunun kendisini daha da özgürleştirdiğini, özgürlük alanlarının arttığını vehmetmesine neden oldu. Kendi kimliğine, kadim kültürüne ve coğrafyasına yabancılaşmayı bir erdem ve kazanım olarak görmeye başladı. Küresel bir nesneye dönüşmüş olmanın sarhoşluğu içindeki insanoğlu, küresel teknolojik bir alete/ robota dönüştüğünü, sadece istenilen davranışları sergilediğini, kendi özgün iradesinin yok edildiğini fark edemedi/ edemiyor. Bu nedenle bu sarhoşluk ve sekr hali onun için bir yaşam biçimine dönüştü. Kısacası modern dönemlerin eğitim sistemi ebeveynlerinin izin ve onayı ile öğrenci ve ebeveynini kendi yerel zindanlarında küresel bir tüketici haline getirmiştir. Eğitim hem bir doktrin ve düşünce olarak hem de bir model ve uygulama olarak, kutsallaştırıldığı, bir tabuya/ dogmaya dönüştürüldüğü için layüsal/dokunulamaz, sorgulanamaz konuma geldi.

Dini alanda da benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Ancak ne hazindir ki, aklettiği için muhatap almak durumunda kaldığı insanı, akledemez hale getirmek de dine nasip olmuştur(!). Çünkü dünyaya ait bir varlık, bir ahlak, bir adalet, bir hayat tasavvuru olması hasebiyle dinler doğrudan iktidarların ilgi alanına girmekte ve dinin dünya hayatı ile ilgili tasavvurları, uygulamaları iktidar tarafından satın alınarak onu kendisinin malına dönüştürmekte ve ilgili tasavvurların içini yeniden doldurarak kendisi için yararlı bir meta haline getirmektedir.

Dinin özne olma iddiasından vaz geçip/geçirilip nesne konumuna indirgenmesi/düşürülmesi, din-dindar / inanan ilişkisini yeniden kurduğu gibi dinin doğasında var olan, Tanrı, dünya, ötedünya ve insan tasavvuru da egemenliği altına girdiği iktidarın tasavvurları çerçevesinde yeniden kurgulandı ve iktidarın istediği kalıba girmiş, istediği renge bürünmüş oldu. İnananlar tarafından da din, bu yeni tasavvur, kurgu ve kalıp içinde algılanır ve yorumlanır hale geldi. Elbette uygulamalar da bu yeni anlayış çerçevesinde gerçekleşti. Belki ritüellerde ve dini mekânların fiziki yapısında şekli olarak çok belirgin, radikal bir değişim olmadı ama işin yönü, özü, amacı ve anlamı değişti.

Dinler, inananlarının, sorumluluk ve irade sahibi bir birey olma özelliklerini devam ettirerek toplumsal bir aidiyet bilinci içerisinde bir topluluk oluşturmaları durumunda ancak ayakta kalabilirler. Toplulukları yok olduklarında dinler de hayatın içinden çekilerek tarih kitaplarının içine girerler. Aynı şekilde iktidarların ilgi alanından çıkıp tarihçilerin ilgi alanına girmiş olurlar. Dolayısıyla dinlerin varlığı, inananlarının varlığı ile; inananların varlığı, ait oldukları toplumun/milletin varlığı ile; toplumun varlığı o topluluğu ayakta tutacak mekanizmaların, sistemlerin yani toplumsal dini ritüellerin ve ortak ahlaki kuralların, örf, adet ve geleneklerin varlığı ile mümkün olur. Ortak dini ritüeller ve ortak ahlaki kurallar ortadan kalktığında toplum da, inanan da, din de ortadan kalkar. İşte genel itibarı ile iktidarlar bu gerçekliğin farkında oldukları için inananların bir topluluk halinde, dini ritüellerini yerine getirerek, alışılmış ve üzerinde uzlaşılmış ahlaki kurallar çerçevesinde yaşamaları için özel gayret gösterirler ki kendi iktidarları da devam edebilsin. İktidarın nesnesi haline gelmiş bir dinin varlığını sürdürebilmesi için bile böyle bir döngü zorunluluktur. Bu döngüye özen göstermeyen veya izin vermeyen iktidarların iktidarı da SSCB örneğinde olduğu gibi (bilimi de bir inanç/din haline dönüştüremediği için) kalıcı olmaz.

Dinlerin iktidar karşısında nesne haline dönüşmesi, inanlarının da iktidar karşısında nesne haline gelmesine neden oldu. Çünkü bu aşamadan sonra artık din, iktidarların yaptıklarını meşrulaştırma ve onama makamına/aracına dönüşmekle kalmaz, inananını da Tanrının değil iktidarın kuluna dönüştürür. Hatta din - iktidar ortaklığının, inanan üzerindeki etkisi bununla sınırlı kalmayarak dinlerin, inananı için bir müsekkin, bir uyuşturucu, gerçekleri örten bir maske/ örtü işlevi görmesine sebep olur. Gelinen bu nokta inananın iktidarın kullarına dönüştüğü noktadır. Artık bundan sonra iktidarın kulları haline gelmiş inananlar, iktidar adına, iktidarın temel değeri olan bilimsel bilgi adına, iktidarların tetikçisi, fedaisi olarak hayatlarını sürdürürler. Dinin ve dindarın nesneleşmesi en az bir yüz yıllık süreç içerisinde gerçekleşmiştir ve bu süreç dinin, dindarın, akıl ile, akletme ile, anlama, fıkhetme ve sorgulama ile ya arasına mesafe koyması ya da bunlarla tüm bağlarını kopararak, yollarını ayırması ile sonuçlanmıştır.

Böylece nesneleşen inananlar topluluğu, tek tip giyinen, aynı şekilde düşünen ve davranan ortak kodlarla hareket eden, tek tip simge ve sembollerle yönetilen askerler, robotlar ordusu veya koyunlar sürüsüne dönüştü ve dönüşmeye de devam ediyor. Bu dönüşme günümüzde teknolojinin de imkânları ile daha hızlı ve daha etkili bir şekilde gerçekleşmektedir. (Teknolojinin bireyi özgürleştirdiği iddiasına gelince, bu başlı başına bir yanılsamadır ve iktidarların ve onun görünen ve görünmeyen ortaklarının bir illüzyonundan başka bir şey değildir.) Geçmişin ve bugünün fotoğrafı budur: iradesini kaybetmiş yaralı insan, küreselleşen bir toplum, nesneleşip silikleşmiş ve kaybolmak üzere olan bir din. Peki, gelecekte bizi ne beklemektedir? Geleceğin dünyasında insanın iyileşmesi/sağaltılması, dinin özne haline gelerek asli görevine dönmesi mümkün olacak mıdır, olacaksa nasıl mümkün olacaktır?

DİN, İKTİDAR VE EĞİTİMİN GELECEĞİNE DAİR BAZI ÖNGÖRÜLER

Bugünkü manzara/ gerçeklik bu. Acaba yarın nasıl olacak? Bugünün gerçekliğinin yarına nasıl yansıyacağı ve yarını nasıl bir gerçekliğin beklediği en temel soru. Bugün, dünün devamı olduğuna göre, genel itibari ile yarın da bugünün devamı olacaktır ve bugün yaşananlar büyük oranda yaşanmaya devam edecektir. Dolayısıyla bugün yaşanmakta olan teknolojik ve bilişim odaklı değişim ve dönüşüm sürecek gibi. Bu değişim ve dönüşümün ne kadar devam edeceği, ne zaman ve hangi aşamada/durumda son bulacağını bugünden kestirmek çok zor. Değişimin hızı, teknolojinin kurgusu ve gelişimi ile doğrudan ilgilidir. Değişimin yönü ve nereye doğru evirildiği çok açık. Değişimin, başladığı ilk günden beri büyük sorunlar oluşturduğu ve varlığın doğası ile uyumlu olmadığı ortada. Elbette insan isterse farklı bir durum ve yol belirleyebilir, daha adil, eşitlikçi, değer merkezli bir dünya kurabilir, geleceğin dünyası böyle bir dünya olabilir, ama bunların tümü istisna ve minik ihtimaller kabilinden şeylerdir diye düşünüyorum. Ancak geleceği belirleyecek olan insanoğlunun elleriyle yaptığıdır ki bugün için insanoğlu hayırhah bir hal içerisinde değil; hem bugünkü durumu hem de gelecekle ilgili planları bunu gösteriyor.

Her şey insanın elinde ama insan elini bir yandan iktidara ve iktidarın aparatlarına (din, eğitim, vs.) bir yandan da teknolojiye/ bilimsel bilgiye kaptırmış görünüyor; aklı örtülmüş, kalbi taşlaşmış, iradesini kaybetmiş, sorumluğunu unutmuş, hep seyirci durumunda. Eylem halindeyken bile seyirci. Dolayısıyla iradesini eline alıp, olan ile yüzleşerek yolunu tekrar çizebilme iradesi ortaya koyması oldukça zor.

Yarın bugünden başladığına göre, bugünden yarına bakabilmek de mümkündür diye düşünüyorum, sınırlı da olsa bazı öngörülerde bulunabiliriz. İlk gördüğümüz şey veya ilk tespitimiz; bu yaralı insan yığınlarının, bu tek tip yapının/topluluğun, nereye istenirse oraya evirilen/eğilen sürü halinin veya sonunda kendisini de yok edecek askerler/fedailer ordusu olma durumunun daha da hız kazanacağı ve eğitim denilen şartlandırma süreçlerinin, şeklen bazı değişikliklere uğrasa da işlevinin ve misyonunun daha da ağırlaşacağı; aynı şekilde iktidarların emniyet sibobu, bilimsel bilginin tasdikçisi ve meşrulaştırıcısı haline gelen dinin ise daha da silikleşip başka bir şeye/şekle dönüşerek devam edeceği yönündedir.

Dindeki bu şekil değişikliğinin nedeni ise, büyük olasılıkla iktidarın ciddi bir güç kaybına uğrayacağı veya bilimsel bilginin dümende olacağı küresel bir iktidarın ortaya çıkmasının kuvvetle muhtemel olduğu için, bugünkü din tasavvuruna ihtiyaç kalmayacaktır. Zaten günümüzde oldukça etkin ve belirleyici olan teknoloji, bilişim ve bilimsel bilgi etkinliğini daha da arttıracaktır; uygulamadaki etkinliğini planlama ve karar noktasına da taşıyacak gibidir. Bu öngörüye sadece dünün ve bugünün uygulamalarından hareketle ulaşmıyoruz; devletlerin ve küresel şirketlerin gelecek öngörüleri de bu yönde. Devlet ve şirketlerin bu kalemlere ayırdıkları paylara, beş yıllık, on yıllık, yirmi yıllık plan ve programlara bakıldığında da bu alanlara yapılan yatırımların, ayrılan ödeneklerin katlanarak arttırıldığını görüyoruz.

Aynı şekilde insanların teknoloji ile ilişkileri de yoğunlaşıyor, sosyal medya bağımlılığı artıyor. Pek çok iş uzaktan erişim ile dijital ortamda yapılmaya başlandı. Bu durumun daha da yaygınlaşacağı anlaşılıyor. Üretim sektörü (fabrikalar, atölyeler), hatta tarım ve hayvancılık sektörü de teknolojik imkânlar kullanılarak yürütülüyor; yapay zekâ ve robotik teknolojinin kullanımı hız kazanıyor. Yavaş yavaş tüm sektörler insansızlaştırılıyor; insan emeğinin yeri teknoloji tarafından dolduruluyor. İlk otuz yılda özellikle üretim sektöründeki işyerlerinin insansızlaştırılması büyük oranda tamamlanacağa benziyor. Belki çalışanların küçük bir kısmı işlerine evlerinden çalışarak devam edebilecekler, ancak büyük çoğunluk işlerini kaybedecek veya çalışacak iş bulamayacaklar. Çünkü “iş”in ve işyerinin mahiyeti değişecek. Belki de “çalışmak” veya “iş” gibi terimler tarih olacak. Öyle görünüyor ki zaman içerisinde hizmet sektörü bile insansızlaştırılacak. Belki de bugün varlığını devam ettiren pek çok sektör, hizmet, tarım, hayvancılık vs. süreç içerisinde ortadan kalkacağa benziyor. Bu durum, beslenme ve gıda sektörünün yeni bir hal almasına neden olacak. İnsan ve gıda ihtiyacı da yeni bir şekil alacak. Gıdanın yapısındaki bu değişiklik farklı bir beslenme boyutuna geçileceği anlamına geliyor. Bu süreçte insanın algı ve hayat tasavvurunda da önemli değişiklikler ortaya çıkacak ve sadece haz merkezli bir hayat tasavvuru oluşacak gibi. Bu yeni boyut aslında yeni bir dünya ve yeni bir hayat demek. Sadece bu alandaki değişiklikler insanın doğasında, metabolizmasında önemli değişiklik anlamına geliyor. Bu ne kadar mümkün olacak, yaşayanlar görecek. Yeni dünya, yeni yaşam biçimi, yeni kalıplar, yeni alışkanlıklar, yeni kurallar, yeni sosyal yapı, yeni ihtiyaçlar elbette yeni insan demektir aynı zamanda.

Tıp, biyoloji ve genetik alanındaki gelişmeler, bugünden, insanın doğası ve geleceği ile ilgili tehlikenin boyutunu ortaya koyuyor. Genetik kodları değiştirme ve kopyalama/ klonlama gibi insanın doğasını değiştirmeye/ bozmaya yönelik pek çok çalışma var; insanın hayrına gibi lanse edilip ama insanı yok edecek, Allahualem gün yüzüne çıkmamış daha ne gelişmeler bulunmaktadır. Çünkü insanın/canlının metabolizmasındaki veya üretim organlarındaki herhangi bir değişiklik insanın zihni ve psikolojik durumunu da doğrudan etkileyecektir. Bu aşamadan sonra eğer, bedeni hala varlığını devam ettiriyorsa artık bu yeni bir canlı, yeni bir insan demektir. Bu yenilik, davranışından beslenme kültürüne, eşyayı algılama biçiminden dil ve kültürüne kadar her şeyiyle yeni olacaktır. Belki insan daha az tüketen ( daha az gıdaya ihtiyacı olan), daha uzun yaşayan, daha az doğurgan bir türe doğru evirilecektir ama bu yeni insan acaba ne kadar insan olacaktır.

Öyle görünüyor ki elli veya yüzyıl sonrasının dünyası bugünün dünyasından oldukça farklı bir dünya olacak. Belki sınırların alabildiğine zorlanması nedeniyle daha ilerisinin kıyamet olmasından dolayı, dağlar vadiler, göller, akarsular vs daha az tahrip edilecek olsa da yerküre teknolojinin hışmından kurtulamayacak ve pek çok küresel musibet/ felaket ile boğuşmaya devam edecektir. Ama daha önemlisi insan tabiat/çevre ilişkisi önemli ölçüde değişecektir. Bu yenidünyada insan, yeni bir insana, çevre yeni bir çevreye, insan çevre ilişkisi yeni bir boyuta evirilerek yerküre adeta insana küsecek, insan ise, toprak, bitki ve hayvan ile ortak yanlarını veya farklılıklarını hatırlamayacak, kendi doğasından alabildiğine uzaklaşacaktır.

Kısacası bu yeni insanın egemenliğindeki yerküre ne kadar mevcut haliyle devam edebilecektir. Ormanlarıyla, yaban hayatıyla, su kaynaklarıyla, bitki örtüsüyle bu yaşlı dünya bu teknolojik saldırıya daha ne kadar dayanacaktır? Son yetmiş yıllık süreçte doğadaki/ coğrafyadaki tahribat ve değişim bize geleceğin dünyası hakkında az çok bir fikir veriyor ve görünen şey oldukça iç karartıcıdır. Teknolojik değişim ve dönüşüm hızı kesmeyeceğine, kesemeyeceğine göre eski hal muhal olacaktır.

Gelinen bu noktada yerkürenin bir parçası durumunda olan insanoğlunun zihnen, fikren hatta bedenen mevcut durumunu ne kadar devam ettirebilecektir/koruyabilecektir. Somut ve soyut anlamda çöle dönmüş yerkürede varlığını sürdüren insanın varlık tasavvuru ne hale gelecektir veya bir varlık tasavvuru olacak mıdır? Aynı şekilde varlık tasavvurunun merkezi konumundaki tanrı tasavvuru ne şekle evirilecektir veya tanrı tasavvuru diye bir algısı ve olgusu olacak mıdır? Tüm bunları bugünden tam olarak kestirmek oldukça zor. Ancak her şeyiyle değişmekte olan insanın, tanrı ve din tasavvuru da değişmek durumunda kalacaktır. Bu değişimin yeni insanın gerçekliğine ve varlık tasavvuruna uygun olacağı muhakkaktır.

Son iki yüz yıldır tecrübe edile geldiği gibi, kadiri mutlak veya adil bir tanrı tasavvurunun egemen olduğu bir dünyada baştan beri ifade etmeye çalıştığımız türden bir değişim ve dönüşümün olması varlığın doğasına aykırıdır. Çünkü insanoğlu böyle bir tanrı tasavvuruna sahip olduğu müddetçe böyle bir değişimi gerçekleştiremez; eşya, varlık ve bilgi algısı buna izin vermez. Bunun içindir son yüz yılda kadiri mutlak tanrı tasavvuru ortadan kaldırılarak Aydınlanmacı modernizmin önü açıldı ve bugünün dünyası ortaya çıktı. Zaten adil tanrı tasavvuru çok önceden ortadan kaldırılmıştı. Yani dinlerin “iyi insan” iddiası fiilen ortadan kalkmıştı. Yani egemen düşünce ve tasavvur, bu türden bir varlık ve tanrı tasavvurunu işlevsiz hale getirdiği için yerküredeki bu değişim ve dönüşümler gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla, insanların davranışları, arzu ve hayalleri değişmişse, inanç ve fikirleri de değişmiş demektir veya tersinden insanların tasavvurları (varlık, tanrı, bilgi, insan), fikir ve inançları değişmiş ise arzu, hayal ve davranışları da değişmek durumundadır. Çünkü çoğu zaman, davranış ve beklentileri, inanç ve fikirler tayin eder. Zaman zaman öncelik sonralık durumu yer değiştirse de zihni, fikri, sosyal, siyasal ve kültürel değişiklikler tanrı, din ve varlık tasavvurundaki değişikliklerle atbaşı gider ve her iki durum/değişim de birbirinden etkilenir. Yeni insanın eski tasavvurunu sürdürerek yeni olması mümkün olmadığından, ilgili tanrı tasavvurları da yeni bir şekil alacaktır.

Peki, zaten değişmiş veya değişmekte olan  bu tasavvur geleceğin dünyasında ne hale gelecek, hangi boyuta ulaşacaktır? Bugün egemen görünen mevcut bilgi ve varlık tasavvuru bu yeni boyutta da egemenliğini hala sürdürüyor olacak mıdır? Sürdürüyor olacaksa bir öngörüde bulunmak kolay olacaktır. Değilse yapılan öngörüler karanlığa taş atmak ile eşdeğer olur. Ancak görünen o ki bu tasavvur uzun yıllar egemenliğini sürdürecek gibidir. Bu egemen algının bir yansıması olarak modern insanın tanrı tasavvuru her gün biraz daha silikleşmekte ve insan metafizik ile ilişkisini bitirme noktasına hızla yaklaşmaktadır. Çok geçmeden Tanrı merkezli din algısı bütünü ile tarihteki yerini alacak gibi görünmektedir; çünkü bu sonuç toplumsal yasaların doğası gereğidir.

Dinlerin varlığı, inananlarının varlığı ile; inananların varlığı, ait oldukları toplumun/milletin varlığı ile; toplumun varlığı o topluluğu ayakta tutacak mekanizmaların, sistemlerin yani toplumsal dini ritüellerin ve ortak ahlaki kuralların, örf, adet ve geleneklerin varlığı ile mümkün olur. Ortak dini ritüeller ve ortak ahlaki kurallar ortadan kalktığında toplum da, inanan da, din de ortadan kalkar.

Dolayısıyla çok uzun olmayan bir süreç içerisinde, kadiri mutlak veya adil bir tanrı tasavvurunun olmadığı bir dünyada, bu tanrı tasavvurlarını merkeze alan bir dinden, dini bir yapıdan söz etmek de mümkün olamayacaktır. Bu iki tanrı tasavvurundan biri yoksa zaten bir tanrı tasavvurundan ve tanrıyı merkeze alan bir dinden söz etmek anlamlı olmaz. Deizm gibi felsefi anlayışlara ait tanrı tasavvurlarının varlığı da bu tasavvurların varlığına bağlı olduğu için, zaten onların yokluğunda bu anlayışların tanrı tasavvurları da yok olacaktır. (Niye böyle olduğu bu yazının alanına girmediği için burada o konuya girmiyoruz.) Yeni dönemde de bugünün devamı olarak “aydınlanmacı modern kutsallar”, teknolojinin ve bilimsel bilginin ürettiği putlar ve yeni tapınma biçimleri yeni insanı motive etmeye devam edecek ve klasik dini tasavvur ve hayat telakkisi sona erecek.

Dolayısıyla böyle bir dünyada bugünkü yapısı ve anlamıyla insandan, dinden ve bir iktidardan/devletten söz etmek ne kadar mümkün olacaktır? Aynı şekilde küresel iktidarın ve egemen düşüncenin bir Truva atı, bir koçbaşı olan, bir şartlandırma ve oyalama merkezi durumundaki okulların ve okulların üzerine bina edildiği küresel bilgi tasavvurunun da ancak bu Aydınlanmacı varlık ve bilgi tasavvurunun egemenliğini devam ettirdiği müddetçe varlığını devam ettireceği izahtan varestedir ve insanı kendi zindanında tutsak kılmaya devam edecektir. Bu aşamada insanı özgürleştiren onu doğası ile barıştıran insani bir öğrenme modelinin ortaya çıkması da imkânsız gibi görünüyor. Çünkü din, iktidar ve eğitim doğrudan bugünkü dünyanın bir gerçekliğidir; bu gerçekliğin değiştiği yerde bunların da değişeceği veya bu gerçeklik sona erdiğinde bunların da sona ereceği veya farklı bir şekle dönüşeceği eşyanın doğası ve Tanrının yasası gereği olsa gerektir. Ancak görünen o ki bugün etkisini yoğun olarak hissettiğimiz Aydınlanmacı algı egemenliğini daha da pekiştirecek, tükenme noktasına gelmiş binyılların tasavvurları ve onların oluşturduğu kurumlar ortadan kalkacaktır. Bu yeni gerçeklik, yeni kutsallar, yeni ritüeller ve yeni olgularla birlikte yeni bir dünya ve yeni bir insan olarak karşımıza çıkacaktır. Acaba bu yeni gerçeklikte yeni kutsallar, yeni ritüeller ve yeni olgular nasıl bir gerçekliğe, tasavvura sahip olacaklardır?

Acaba bu gidiş gelecekte hayatın doğal akışında, insanoğlunun çabalarıyla, doğal araç ve yöntemlerle daha olumlu, verimli ve eşyanın tabiatına uygun bir yöne döndürülemez mi veya en azından durdurulamaz mı? İyiliği unutmuş, hep kendi çıkarının peşinde koşan insanoğlunun yapıp ettikleri buna izin verecek midir yoksa kendi sonunu mu hazırlayacaktır?

Kısacası insanoğlu bu hızla nereye kadar gidecektir; varlığı, varlığın doğasını hatta kendisini, kendi varlığını inkâr üzerine inşa ettiği bu yeni “ben”i kendisini nereye ve ne zamana kadar taşıyacaktır?

SONUÇ YERİNE

Buradaki en temel soru şu:

İnsanın, çevrenin/ habitatın doğası bu değişime ve dönüşüme ne kadar dayanabilecektir; bir gün, günün sonunda “her şey buraya kadar” diyebilecek midir? Yani varlığın, varlığı tehlikeye girdiğinde kendisini koruyacak bir doğası ve/veya yasası var mıdır? Veya bir dindarın diliyle söyleyecek olursak, Tanrının bu gidişe/ değişime, duruma “ buraya kadar”  deyip açıktan veya dolaylı müdahilliği söz konusu olacak mıdır? Olacaksa neresinde ve ne zaman olacaktır? Aslında İslam dâhil mevcut dini tasavvurun geleceğini de bu sorulara verilecek fiili cevaplar belirleyecektir.

Acaba bu gidiş gelecekte hayatın doğal akışında, insanoğlunun çabalarıyla, doğal araç ve yöntemlerle daha olumlu, verimli ve eşyanın tabiatına uygun bir yöne döndürülemez mi veya en azından durdurulamaz mı? İyiliği unutmuş, hep kendi çıkarının peşinde koşan insanoğlunun yapıp ettikleri buna izin verecek midir yoksa kendi sonunu mu hazırlayacaktır? Kısacası, “insanın elleriyle yaptığı şeyler nedeniyle denizde ve karada fesat çıktı” uyarısı/tespiti gereğince, insanoğlu, kendi kıyametini mi hazırlamaktadır. Acaba bu kıyamet sonrasında bu dünyada, yeniden, yeni bir diriliş mümkün olabilir mi? Veya bir felaketten bir rahmet çıkabilir mi? Örneğin, bir nükleer savaş, ağır küresel bir hastalık veya başka küresel bir felaket nedeniyle insanoğlu kendisiyle, kendi fikir ve davranışlarıyla yüzleşerek, kendisine yeni bir yol aramak durumunda kalır mı? İşte belki o zaman başka bir gerçeklik ortaya çıkabilir. Tabi bu son söylediklerimiz genelde istisna kabilinden ve olasılık, dâhilinde olan şeyler, ama asıl ve cari olan şey; devam ede gelen uygulamaların devam ede gideceği yönündedir ki insanoğlunu kıyamete götüren bu uygulamaların duracağına, şekil veya hat değiştireceğine dair bugün için ufukta bir işaret görünmüyor.

Burada, İnsanlığa hadi/hidayet olarak gönderilen Kur’an’dan ve onun ete kemiğe bürünmüş hali olan İslam gerçekliğinden hiç söz etmediğimin, İslam’a ve onun kurucu metinlerine hiç atıf yapmadığımın farkındayım. Çünkü çok uzun yıllardır, Kur’an’a ilk müşrik muhataplarının yaptığını yapmaktayız; ondan, onun dünyasından yüz çevirmiş durumdayız. Yaşayan Kur’anlar olamadığımız gibi onu hayatın içinden de kovduk. Kur’an’ı kâğıtlara, cd ve kasetlere hapsederek rafın, dolabın bir köşesine kapattık. O, orada öyle duruyor. Kur’an ile ilişki biçimimiz, Kur’an’ın tespitiyle; Hz Peygamberin kavmine dediği gibi. O şöyle demişti:

“Resul de: "Ya Rabbi, kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş bıraktılar" demişti” (Furkan:25/30).

Zaten Müslümanlar olarak bizler de yüzyıllardır, Kur’an’ı ve Kur’an’ın önemsediği değerleri arkamıza atarak, Müslümanı, insanlardan bir insan, İslam’ı dinlerden bir din, Kur’an’ı da ya kitaplardan bir kitap, ya da ulaşılmaz, anlaşılmaz bir metin haline getirdiğimiz için, mevcut gerçeklik içinde bu konuda söylenebilecek farklı bir söz bulamadım. Gelecekte ne olur, Kur’an özgürlüğüne kavuşur da bu insanlar, bu toplum yerine başkaları gelir de (İnsan:76/28, Fatır;35/16, Nisa:4/133, Enbiya:/11) onlar Kur’an’ı ve onun değerlerini kendilerine rehber edinirler mi? Allahu alem… Zaten o zaman, başka bir gerçeklik, başka bir dünya ortaya çıkar. Minik (küçükten de küçük) ama kıymetli bir ihtimal.

 

NOT: Bu makale, Yetkin Düşünce Dergisi’nin 12. sayısında (Ekim-kasım Aralık 2020) yayınlanmıştır.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.