-Küreselleşen Dünyada Din, Devlet ve Eğitimin Geleceğine Dair Bazı Öngörüler-
GİRİŞ.
DÜN, BUGÜN VE GELECEK İLİŞKİSİ
Gelecek üzerine konuşabilmek ve bir
öngörüde bulunabilmek için, olmuş ve olmakta olana dair bir fikrimizin ve bir
hafızamızın olması gerekir. Özellikle de son iki yüzyıldaki gelişmeler, bu
gelişmelerin nasıl bir dünya ve nasıl bir insan ortaya çıkardığı konusu temel
alınmalıdır. Dünü ve bugünü, dünün ve bugünün fikri temellerine, varlık, insan
ve bilgi tasavvurlarına vakıf olarak, olgu ve olaylar üzerinden analiz
ettiğimizde, ortaya çıkan “yeni durum” ve “yeni gerçeklik”i daha
iyi kavrayacağımız gibi gelecek hakkındaki öngörülerimiz de daha gerçekçi ve
tutarlı olacaktır. Bu yazımızda/makalemizde özellikle gelecekle ilgili bir
değerlendirme yapmaya ve bazı öngörülerde bulunmaya çalışacağız.
Son iki yüz yılda dünyanın yeniden
şekillendiği hatta yeni bir dünyanın ve yeni bir insanın ortaya çıktığı
herkesin malumudur. Bu “yenidünya” hem niceliksel hem de niteliksel
anlamda bir yeni bir dünyadır. Öyle ki, bu süreçte, giyim kuşamdan, yeme
içmeye; öğrenme biçimlerinden, iletişim, ulaşım ve yönetişim araçlarına, insanlar
arası ilişkilere, dini ve kültürel değerlere kadar her şeyiyle farklı yeni bir
dünya ve yeni bir tasavvur ortaya çıkmıştır. Bu yeni gerçekliğin motor
gücü ve kaynağı 16. Yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan ve 18.yy da ete kemiğe
bürünen Batı’nın Aydınlanma düşüncesidir. Bu düşünce Batı’nın iki bin yıllık
tarihi ile yüzleşmesinin ve bu yüzleşmenin bir yansıması olan iç mücadelesinin/
dinamizminin hasılası olarak vücut bulmuştur.
Aydınlanma düşüncesi, gelecek yüzyıllar
için yine bir mücadele ve kavga çerisinde varlığını sürdürmüş, hâkim olduğu
coğrafyaya ve sakinlerine büyük bedeller ödeterek yeryüzü egemenliğini ilan
etmiştir. Bu ilan aynı zamanda yeni bir dünyanın (ama her şeyi ile yeni) ortaya
çıktığının da ilanıdır. Kurumlar, kurallar, gelenek ve görenekler,
alışkanlıklar, davranışlar, alet ve araçlar, kısacası iletişim araçlarından,
ulaşım araçlarına, üretim araç ve alışkanlıklarından tüketim alışkanlıklarına
kadar, din, dil, kültür dâhil (insanın bedeni dışında) hemen hemen her şey
değişmiş, kelimenin tam anlamıyla yeni bir dünya kurulmuştur. Ancak etkileri
açısından değerlendirildiğinde bu değişim yeryüzü coğrafyasının ve sakinlerinin
hayrına olmamıştır. Yerküre eskisi ile kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir yıkım
ve tahribata uğramış, sakinleri daha önce eşi ve benzerine rastlanmayacak
boyutta acılar yaşamış, kitlesel yıkımlara, katliamlara maruz kalmıştır. Bu
konudaki fotoğraf çok nettir.
Fotoğraf, bakana, faillerin niyet ve
fikirleri ile amaç ve hedefleri konusunda bazı ipuçları veriyor; onların varlık,
bilgi ve insan tasavvuru konusunda zihinde de az çok bir şekil beliriyor. Ancak
kesin bir kanaat için fotoğrafın ötesine geçmek gerekiyor. Görünenin ötesine
geçmek ve işin mantığını kavramak için dikkatli bir göz kadar sağlam bir
hafızaya ve bütüncül bir metodolojiye/ yönteme de ihtiyaç var.
Bu makalede amacımız bir batı aydınlanması
eleştirisi yapmak olmadığı için konunun bu yönüne fazla odaklanmayacağız. Bu
nedenle konumuzla ilişkisi çerçevesinde Aydınlanma düşüncesi, uygulamaları ve
sonuçları ile ilgili kısa bir değerlendirme ile yetineceğiz. Ayrıca ifade
etmemiz gerekir ki zaten bu dergide yayınlanan diğer yazılarımızda konuyu daha
derinlemesine tartıştık. Sonuç olarak “aydınlanma”nın temel
paradigmasının/dogmasının bilimsel bilgi ve aydınlanmış insan olduğunu, varlık,
bilgi ve insan tasavvuru dâhil tüm tasavvurunu bunun üzerine kurduğunu, tek
kutsalının bilimsel bilgi ve aydınlanmış insanın ihtirasları olduğunu, bu
tasavvurda metafizik alana yer olmadığı gibi adalet, eğitim ve ahlak gibi
konuların/alanların bilimsel bilginin ve aydınlanmış/kutsanmış insanın arzu ve
ihtirasının bir aracı haline geldiğini, teoride farklı ifade edilse de iki yüz
yıllık uygulamanın bu yönde olduğunu ifade etmiştik.
AYDINLANMIŞ İNSANIN YÜREĞİNİ VE
YERYÜZÜNÜ ÇÖLLEŞTİRMESİNDEKİ TEMEL PARADİGMASI: DİN VE İKTİDARIN BİRBİRLERİNİ
KUTSAYIP ARAÇSALLAŞTIRMASI VE BU ARAÇSALLAŞTIRMADA EĞİTİMİN ROLÜ
İki yüzyıl öncesinin dünyasının/yeryüzünün
coğrafi/fiziki durumuyla bugünün dünyasının coğrafi/ fiziki durumunu
karşılaştırdığımızda Batı tasavvurunun dünyayı getirdiği yer kendisini apaçık
gösterir. Aydınlanmış veya yarı aydınlanmış sakinleri tarafından fiziki yapısı/
habitatı tahrip edilmiş, yapılan talan ve ifsat sonucu kaynakları kurutulmuş ve
böylece her gün bir yenisinin yaşandığı devasa boyuttaki çevre felaketleri ile
sarsılan yeni ve yaralı bir dünya… Yeryüzüne bunu yapan bu aydınlanmış ve yarı
aydınlanmış insan sakinlerinin durumu ise yeryüzünün durumundan farklı değil; o
da yaralı, ama yaralı olduğunun farkında değil. İnsanın hırsı ve kendisine
öğretilen şeyler, maruz kaldığı şartlandırma, aklını, zihnini ve yüreğini
örtmüş; kanaati ve hakkına rıza göstermeyi unutmuş, kendisini yeryüzünün
efendisi olarak görüyor ve bu nedenle çevresine istediği gibi
davranabileceğini, habitatı istediği gibi yok edebileceğini sanıyor ve iki yüz
yıldır bu sanısını acımasızca uygulamaya devam ediyor.
Peki, bu tasavvurun temel muharriki
nedir?
Temel muharrik; evrendeki her şeyin, canlı
cansız her varlığın sınırsız ve sorumsuz bir şekilde kendisine ait olduğu
anlayışıdır/inancıdır. İnsan yeryüzünün hatta evrenin tek sahibi ve efendisi
olduğuna inandırılmıştır. Herhangi bir metafizik gerçekliğe ve değere
inanmaması –çünkü bilimsel bilgi bunu gerektirir- nedeniyle inancının gereğini
yerine getirme konusunda zihninde herhangi bir engel ve sınır da yoktur.
Çevresindekine sahip olma dışında bir sorumluluk bilincine de sahip değildir.
Bu sınırsızlık ve sorumsuzluk hali sadece
coğrafyanın maddi/fiziki anlamda tahrip ve talan edilmesinde görülmüyor; insanı
ilgilendiren yönetim/iktidar, iktisat, kültür, din ve eğitim alanında da
kendini gösteriyor.
Dinileşme süreci, şartlandırmadan başka
bir şey olmayan eğitim olgusunu, eğitimin gerçekleştiği mekânı/okulu, eğitimin
tek çıktısı olan diplomayı yani bir bütün olarak eğitim sistemini de olmazsa
olmaz ve kutsal bir şey ve kutsal bir yer olarak görülmesini de zorunlu
kılmıştır.
Dolayısıyla bugünün dünyasının hâkim
iktidar/devlet telakkisi; şekli, yapısı, sisteminin adı ne olursa olsun Modern
Batı’nın ürettiği ve tedavüle soktuğu bilimci iktidar anlayışının ülke ve
coğrafyalara göre farklı tezahürlerinden başka bir şey değildir. Hepsi de
bilimsel düşünceyi merkeze alan, hatta onu tek otorite kabul eden bir varlık ve
dünya tasavvuru çerçevesinde bir iktidar anlayışına sahiptirler. Bu bilimsellik
tasavvuru aynı zamanda her bir devletin/iktidarın kendilerine özgü kutsalları
olsa da tüm kutsalların kendisine tabi olduğu veya onay verdiği, hepsinin ortak
kutsalıdır bu bilimsellik tasavvuru aynı zamanda. Konuya bu çerçeveden
bakıldığında kimisi cumhuriyet, kimisi krallık/monarşi, kimisi başkanlık,
kimisi diktatörlük, kimisi demokrasi veya demokratik cumhuriyet sistemleri ile
yönetilse de mevcut tüm devletlerin (örneğin, ADB, AB, Çin, Küba, Kuzey Kore,
İran, Suudi Arabistan, Rusya, Türkiye, Asya, Afrika, Ön Asya ve Güney Amerika
ülkelerinin), yönetim, yöneten, yönetilen telakkileri birbirinden çok da farklı
değildir.
Bu algının bu denli yaygın ve belirleyici
olması, yani bilimin, bilimsel düşüncenin bir din gibi algılanması, hatta bir
dine dönüşmesi yine klasik dini tasavvur sayesinde, onun onay vermesi ve
kutsaması ile mümkün olmuştur. Klasik dini tasavvur, modern dönemlerde
varlığını ancak bilimsel düşüncenin eteklerine tutunarak sürdürebileceğine
vehmederek, kendisini onun içinde eriterek veya yeniden kurgulayarak bilimsel
düşüncenin “diniliğini”, “dinliğini” tescil etmiştir. Öyle ki, bilim ve
bilimsel düşünce bir süreç içerisinde klasik dindarların da dini olacak şekilde
dogmalaşmış ve küresel bir dine dönüşerek yeryüzünün tek egemen dini haline
gelmiştir. Yani bu tesciliyet, ancak dine dönüşmüş bir bilimsellik algısı
sayesinde mümkün olmakta, klasik dini tasavvur ve dini söylem de bu yeni
durumun, yeni tasavvurun meşrulaştırılma görevini üstlenmiş görünmektedir.
Elbette bilimsel düşüncenin şartlandırılma
merkezleri olan eğitim kurumlarını, eğitim-öğretim müfredatlarını, eğitim araç
ve gereçlerini (en önemli araç olan öğretmenleri) de unutmamak gerekir. Çünkü
bu anlayışın üretim ve dağıtım merkezleri buralardır. Zaten bu dinileşme
süreci, şartlandırmadan başka bir şey olmayan eğitim olgusunu, eğitimin
gerçekleştiği mekânı/okulu, eğitimin tek çıktısı olan diplomayı yani bir bütün
olarak eğitim sistemini de olmazsa olmaz ve kutsal bir şey ve kutsal bir yer
olarak görülmesini de zorunlu kılmıştır. Bu durum tüm eğitim sisteminin kendisi
için var olduğu öğrenciyi, akletmeyen bir müride/inanana dönüştürmüş,
öğrenmenin öznesi olacakken eğitimin nesnesi haline gelmiştir. Öğrenmenin,
ellerinde gerçekleştiği öğretmen/ muallim de bu sistemde sıradan bir eğitim
materyaline indirgenmiştir. Kısacası her fiili durum, başka bir fiili durumu
meşrulaştırıp dokunulmaz kılmaktadır.
Bilime ve bilimsel düşünceye bu
dokunulmazlık, mutlaklık, yanılmazlık, dolayısıyla kutsallık atfedilmesi klasik
dinin tescil ve onayı ile olmuşken, varlığını daha da pekiştirip sürekli hale
getirmesi de iktidar ve eğitim sistemi sayesinde mümkün olmuştur, olmaktadır.
Öyle ki her biri diğerinin varlık nedeni olan bu üç yapı; bilimsel düşünce,
iktidar ve eğitim sistemi aynı zamanda bir birini de kutsamakta,
dogmalaştırmakta ve mutlaklaştırmaktadır. Üçü birlikte içinde batin-zahir,
maddi- manevi her türlü tatminin sağlandığı -tepesinde bilimsel düşüncenin
olduğu- yeni küresel bir tasavvura/ dine dönüşmüş durumdadır. Her biri ayrı
ayrı farklı şekillerde tanımlansalar da modern dünyadaki konumları -özellikle
üçü birlikte- tam ve muktedir bir din işlevi görmektedir. Birbirini besleyen bu
yapılar, yani bilimsellik merkezli eğitim tasavvuru ve modern yönetim/iktidar
biçimleri en az yüz yıldır küreselleşmiş durumdadır. Teknolojik devrim ile
birlikte daha da giriftleşen ve derinleşen bu yapılar, birey ve toplumların yönlendirilip
denetlenmesini daha kolay hale getirdiği gibi plan ve projelerin etkin bir
şekilde uygulanmasını da sağlamıştır. Günün sonunda insan da teknolojik bir
alete dönüşmüş olmaktadır.
İktidarların bilimsel bilgiyi bir araç ve
bir yönetim aygıtı olarak tasarlayıp kullanması ile birlikte iktidarların işi
daha da kolaylaşmış, örneğin eğitim sadece kişi ve toplumları şartlandırma /
yönlendirme aracı olarak değil, toplumların din tasavvurlarının yeniden dizaynı
için de kullanmıştır. Oluşturulan bu yeni dini tasavvurun olmazsa olmazı
bilimsel bilgiyi merkeze alması ve iktidarlar ile ilişkisini bunun üzerinden
kurmasıdır.
Tüm bunların sonucu olarak toplumlar ve
toplumların sahip oldukları değerler, örf ve gelenekler bilimsel bilgi dininin
önünde birer engel olarak görüldükleri için, öncelikle “bilim dışı” gösterilip
itibarsızlaştırılmış, müntesipleri kendilerine yabancılaştırılıp aşağılık
kompleksine mahkûm edilerek etkisizleştirilmiş. Sonrasında yerel kültür,
farklılıklar, farklı düşünme biçimleri, farklı tasavvurlar, bilimsel düşünce ve
bilimci davranış kalıpları arasında eritilerek ya egemen kültürün bir parçası
haline ya da folklorik ve turistik bir öğe haline getirilmiş. Tıpkı Avustralya
(!) ve Amerika (!) kıtalarının (İlgili coğrafyaların eski isimlerini bile yok
ederek o yerleri kendileri yeniden isimlendirmişler.) gerçek/yerli halklarını
ve kültürlerini yok ettikleri, kendi güçlerinin ve egemenliklerinin bir
göstergesi olarak geriye bıraktıklarını da asimile edip, yapılarını ve
özelliklerini değiştirdikten sonra özel kamplarda tarihi bir obje olarak koruma
altına aldıkları gibi.
Genetik olarak aldığı miras ve çevrenin
yönlendirmesi ile insanoğlunun zihni “ben” merkezci veya aidiyetçi (toplum
merkezci) bir şekilde kodlandığı için yeni bir öteki oluşturarak varlığını
idame ettirir. Sonrasında da “öteki” kabul ettiğini kendisine dönüştürmeye veya
kendisine itiraz edemez hale getirmeye çalışır. Bunları bireysel ölçekte bizzat
kendisi yaptığı gibi toplumsal ölçekte ise toplumun ve idarenin/ iktidarın güç,
imkân ve araçları kullanılarak yine “görevlendirilmiş vatandaşlar” eliyle
yapılır. İşte bu dönüştürme, kendisine benzetme ve etkisiz kılma işine eğitim
denmektedir.
İki yüzyıl öncesinde ne devlette ne de
devleti oluşturan halkta/tebaada bugünkü anlamıyla “vatan” ve “vatandaşlık”
tasavvuru bulunmadığı için bugünkü anlamda bir eğitim algısı da söz konusu
değildir. Her birey, ne öğrenmek ne olmak istiyorsa onu kendisinin arayıp
bulması gerekmektedir; devletin/iktidarın bu konuda herhangi bir çabası ve
çalışması yoktur. Devletin ve içinde yaşadığı coğrafyanın, “vatan” olması ile
birlikte bölge halkı/ insanı da vatandaş olmuştur. Artık bulunduğu coğrafyayı,
doğduğu toprakları, vatandaşı olduğu devleti beğenmeyip başka yerlerde
kendisine yeni “vatanlar” yeni devletler kurma imkânı da kalmamıştır. Yeryüzü
tümüyle arkasına kendi halkını da alan egemenler tarafından parsellenerek
sahiplenilmiştir. Artık yeryüzünde sahibi olmayan bir karış toprak bile
bulunmamaktadır. Bu sahipler de bir yerde bu toprakların mahkûmu haline gelerek
özellikle modern zamanlardan itibaren coğrafyasının kaderi onların kaderi
haline gelmiş durumdadır.
Benzer bir mahkûmiyet durumu da
tasavvurlar alanında gerçekleşmiştir. Eğitimin küreselleşip, küresel bir
zorunluluk haline gelmesi, teknolojik gelişmişlik ve bilgiye/malumata/materyale
ulaşmanın kolaylaşması insanoğlunun kendisini daha da özgürleştirdiğini,
özgürlük alanlarının arttığını vehmetmesine neden oldu. Kendi kimliğine, kadim
kültürüne ve coğrafyasına yabancılaşmayı bir erdem ve kazanım olarak görmeye
başladı. Küresel bir nesneye dönüşmüş olmanın sarhoşluğu içindeki insanoğlu,
küresel teknolojik bir alete/ robota dönüştüğünü, sadece istenilen davranışları
sergilediğini, kendi özgün iradesinin yok edildiğini fark edemedi/ edemiyor. Bu
nedenle bu sarhoşluk ve sekr hali onun için bir yaşam biçimine dönüştü.
Kısacası modern dönemlerin eğitim sistemi ebeveynlerinin izin ve onayı ile
öğrenci ve ebeveynini kendi yerel zindanlarında küresel bir tüketici haline
getirmiştir. Eğitim hem bir doktrin ve düşünce olarak hem de bir model ve
uygulama olarak, kutsallaştırıldığı, bir tabuya/ dogmaya dönüştürüldüğü için
layüsal/dokunulamaz, sorgulanamaz konuma geldi.
Dini alanda da benzer bir durum ile karşı
karşıyayız. Ancak ne hazindir ki, aklettiği için muhatap almak durumunda
kaldığı insanı, akledemez hale getirmek de dine nasip olmuştur(!). Çünkü
dünyaya ait bir varlık, bir ahlak, bir adalet, bir hayat tasavvuru olması
hasebiyle dinler doğrudan iktidarların ilgi alanına girmekte ve dinin dünya
hayatı ile ilgili tasavvurları, uygulamaları iktidar tarafından satın alınarak
onu kendisinin malına dönüştürmekte ve ilgili tasavvurların içini yeniden
doldurarak kendisi için yararlı bir meta haline getirmektedir.
Dinin özne olma iddiasından vaz
geçip/geçirilip nesne konumuna indirgenmesi/düşürülmesi, din-dindar / inanan
ilişkisini yeniden kurduğu gibi dinin doğasında var olan, Tanrı, dünya,
ötedünya ve insan tasavvuru da egemenliği altına girdiği iktidarın tasavvurları
çerçevesinde yeniden kurgulandı ve iktidarın istediği kalıba girmiş, istediği
renge bürünmüş oldu. İnananlar tarafından da din, bu yeni tasavvur, kurgu ve
kalıp içinde algılanır ve yorumlanır hale geldi. Elbette uygulamalar da bu yeni
anlayış çerçevesinde gerçekleşti. Belki ritüellerde ve dini mekânların fiziki
yapısında şekli olarak çok belirgin, radikal bir değişim olmadı ama işin yönü,
özü, amacı ve anlamı değişti.
Dinler, inananlarının, sorumluluk ve irade
sahibi bir birey olma özelliklerini devam ettirerek toplumsal bir aidiyet
bilinci içerisinde bir topluluk oluşturmaları durumunda ancak ayakta
kalabilirler. Toplulukları yok olduklarında dinler de hayatın içinden çekilerek
tarih kitaplarının içine girerler. Aynı şekilde iktidarların ilgi alanından
çıkıp tarihçilerin ilgi alanına girmiş olurlar. Dolayısıyla dinlerin varlığı,
inananlarının varlığı ile; inananların varlığı, ait oldukları toplumun/milletin
varlığı ile; toplumun varlığı o topluluğu ayakta tutacak mekanizmaların,
sistemlerin yani toplumsal dini ritüellerin ve ortak ahlaki kuralların, örf,
adet ve geleneklerin varlığı ile mümkün olur. Ortak dini ritüeller ve ortak
ahlaki kurallar ortadan kalktığında toplum da, inanan da, din de ortadan
kalkar. İşte genel itibarı ile iktidarlar bu gerçekliğin farkında oldukları
için inananların bir topluluk halinde, dini ritüellerini yerine getirerek,
alışılmış ve üzerinde uzlaşılmış ahlaki kurallar çerçevesinde yaşamaları için
özel gayret gösterirler ki kendi iktidarları da devam edebilsin. İktidarın
nesnesi haline gelmiş bir dinin varlığını sürdürebilmesi için bile böyle bir
döngü zorunluluktur. Bu döngüye özen göstermeyen veya izin vermeyen
iktidarların iktidarı da SSCB örneğinde olduğu gibi (bilimi de bir inanç/din
haline dönüştüremediği için) kalıcı olmaz.
Dinlerin iktidar karşısında nesne haline
dönüşmesi, inanlarının da iktidar karşısında nesne haline gelmesine neden oldu.
Çünkü bu aşamadan sonra artık din, iktidarların yaptıklarını meşrulaştırma ve
onama makamına/aracına dönüşmekle kalmaz, inananını da Tanrının değil iktidarın
kuluna dönüştürür. Hatta din - iktidar ortaklığının, inanan üzerindeki etkisi
bununla sınırlı kalmayarak dinlerin, inananı için bir müsekkin, bir uyuşturucu,
gerçekleri örten bir maske/ örtü işlevi görmesine sebep olur. Gelinen bu nokta
inananın iktidarın kullarına dönüştüğü noktadır. Artık bundan sonra iktidarın
kulları haline gelmiş inananlar, iktidar adına, iktidarın temel değeri olan
bilimsel bilgi adına, iktidarların tetikçisi, fedaisi olarak hayatlarını
sürdürürler. Dinin ve dindarın nesneleşmesi en az bir yüz yıllık süreç içerisinde
gerçekleşmiştir ve bu süreç dinin, dindarın, akıl ile, akletme ile, anlama,
fıkhetme ve sorgulama ile ya arasına mesafe koyması ya da bunlarla tüm
bağlarını kopararak, yollarını ayırması ile sonuçlanmıştır.
Böylece nesneleşen inananlar topluluğu,
tek tip giyinen, aynı şekilde düşünen ve davranan ortak kodlarla hareket eden,
tek tip simge ve sembollerle yönetilen askerler, robotlar ordusu veya koyunlar
sürüsüne dönüştü ve dönüşmeye de devam ediyor. Bu dönüşme günümüzde
teknolojinin de imkânları ile daha hızlı ve daha etkili bir şekilde
gerçekleşmektedir. (Teknolojinin bireyi özgürleştirdiği iddiasına gelince, bu
başlı başına bir yanılsamadır ve iktidarların ve onun görünen ve görünmeyen
ortaklarının bir illüzyonundan başka bir şey değildir.) Geçmişin ve bugünün
fotoğrafı budur: iradesini kaybetmiş yaralı insan, küreselleşen bir toplum,
nesneleşip silikleşmiş ve kaybolmak üzere olan bir din. Peki, gelecekte bizi ne
beklemektedir? Geleceğin dünyasında insanın iyileşmesi/sağaltılması, dinin özne
haline gelerek asli görevine dönmesi mümkün olacak mıdır, olacaksa nasıl mümkün
olacaktır?
DİN, İKTİDAR VE EĞİTİMİN GELECEĞİNE
DAİR BAZI ÖNGÖRÜLER
Bugünkü manzara/ gerçeklik bu. Acaba yarın
nasıl olacak? Bugünün gerçekliğinin yarına nasıl yansıyacağı ve yarını nasıl
bir gerçekliğin beklediği en temel soru. Bugün, dünün devamı olduğuna göre,
genel itibari ile yarın da bugünün devamı olacaktır ve bugün yaşananlar büyük
oranda yaşanmaya devam edecektir. Dolayısıyla bugün yaşanmakta olan teknolojik
ve bilişim odaklı değişim ve dönüşüm sürecek gibi. Bu değişim ve dönüşümün ne
kadar devam edeceği, ne zaman ve hangi aşamada/durumda son bulacağını bugünden
kestirmek çok zor. Değişimin hızı, teknolojinin kurgusu ve gelişimi ile
doğrudan ilgilidir. Değişimin yönü ve nereye doğru evirildiği çok açık.
Değişimin, başladığı ilk günden beri büyük sorunlar oluşturduğu ve varlığın
doğası ile uyumlu olmadığı ortada. Elbette insan isterse farklı bir durum ve
yol belirleyebilir, daha adil, eşitlikçi, değer merkezli bir dünya kurabilir,
geleceğin dünyası böyle bir dünya olabilir, ama bunların tümü istisna ve minik
ihtimaller kabilinden şeylerdir diye düşünüyorum. Ancak geleceği belirleyecek
olan insanoğlunun elleriyle yaptığıdır ki bugün için insanoğlu hayırhah bir hal
içerisinde değil; hem bugünkü durumu hem de gelecekle ilgili planları bunu
gösteriyor.
Her şey insanın elinde ama insan
elini bir yandan iktidara ve iktidarın aparatlarına (din, eğitim, vs.) bir
yandan da teknolojiye/ bilimsel bilgiye kaptırmış görünüyor; aklı örtülmüş,
kalbi taşlaşmış, iradesini kaybetmiş, sorumluğunu unutmuş, hep seyirci
durumunda. Eylem halindeyken bile seyirci. Dolayısıyla iradesini eline alıp,
olan ile yüzleşerek yolunu tekrar çizebilme iradesi ortaya koyması oldukça zor.
Yarın bugünden başladığına göre, bugünden
yarına bakabilmek de mümkündür diye düşünüyorum, sınırlı da olsa bazı
öngörülerde bulunabiliriz. İlk gördüğümüz şey veya ilk tespitimiz; bu yaralı
insan yığınlarının, bu tek tip yapının/topluluğun, nereye istenirse oraya
evirilen/eğilen sürü halinin veya sonunda kendisini de yok edecek
askerler/fedailer ordusu olma durumunun daha da hız kazanacağı ve eğitim
denilen şartlandırma süreçlerinin, şeklen bazı değişikliklere uğrasa da
işlevinin ve misyonunun daha da ağırlaşacağı; aynı şekilde iktidarların emniyet
sibobu, bilimsel bilginin tasdikçisi ve meşrulaştırıcısı haline gelen dinin ise
daha da silikleşip başka bir şeye/şekle dönüşerek devam edeceği yönündedir.
Dindeki bu şekil değişikliğinin nedeni
ise, büyük olasılıkla iktidarın ciddi bir güç kaybına uğrayacağı veya bilimsel
bilginin dümende olacağı küresel bir iktidarın ortaya çıkmasının kuvvetle
muhtemel olduğu için, bugünkü din tasavvuruna ihtiyaç kalmayacaktır. Zaten
günümüzde oldukça etkin ve belirleyici olan teknoloji, bilişim ve bilimsel
bilgi etkinliğini daha da arttıracaktır; uygulamadaki etkinliğini planlama ve
karar noktasına da taşıyacak gibidir. Bu öngörüye sadece dünün ve bugünün
uygulamalarından hareketle ulaşmıyoruz; devletlerin ve küresel şirketlerin
gelecek öngörüleri de bu yönde. Devlet ve şirketlerin bu kalemlere ayırdıkları
paylara, beş yıllık, on yıllık, yirmi yıllık plan ve programlara bakıldığında
da bu alanlara yapılan yatırımların, ayrılan ödeneklerin katlanarak arttırıldığını
görüyoruz.
Aynı şekilde insanların teknoloji ile
ilişkileri de yoğunlaşıyor, sosyal medya bağımlılığı artıyor. Pek çok iş
uzaktan erişim ile dijital ortamda yapılmaya başlandı. Bu durumun daha da
yaygınlaşacağı anlaşılıyor. Üretim sektörü (fabrikalar, atölyeler), hatta tarım
ve hayvancılık sektörü de teknolojik imkânlar kullanılarak yürütülüyor; yapay
zekâ ve robotik teknolojinin kullanımı hız kazanıyor. Yavaş yavaş tüm sektörler
insansızlaştırılıyor; insan emeğinin yeri teknoloji tarafından dolduruluyor.
İlk otuz yılda özellikle üretim sektöründeki işyerlerinin insansızlaştırılması
büyük oranda tamamlanacağa benziyor. Belki çalışanların küçük bir kısmı
işlerine evlerinden çalışarak devam edebilecekler, ancak büyük çoğunluk
işlerini kaybedecek veya çalışacak iş bulamayacaklar. Çünkü “iş”in ve işyerinin
mahiyeti değişecek. Belki de “çalışmak” veya “iş” gibi terimler tarih olacak.
Öyle görünüyor ki zaman içerisinde hizmet sektörü bile insansızlaştırılacak.
Belki de bugün varlığını devam ettiren pek çok sektör, hizmet, tarım,
hayvancılık vs. süreç içerisinde ortadan kalkacağa benziyor. Bu durum, beslenme
ve gıda sektörünün yeni bir hal almasına neden olacak. İnsan ve gıda ihtiyacı
da yeni bir şekil alacak. Gıdanın yapısındaki bu değişiklik farklı bir beslenme
boyutuna geçileceği anlamına geliyor. Bu süreçte insanın algı ve hayat
tasavvurunda da önemli değişiklikler ortaya çıkacak ve sadece haz merkezli bir
hayat tasavvuru oluşacak gibi. Bu yeni boyut aslında yeni bir dünya ve yeni bir
hayat demek. Sadece bu alandaki değişiklikler insanın doğasında,
metabolizmasında önemli değişiklik anlamına geliyor. Bu ne kadar mümkün olacak,
yaşayanlar görecek. Yeni dünya, yeni yaşam biçimi, yeni kalıplar, yeni
alışkanlıklar, yeni kurallar, yeni sosyal yapı, yeni ihtiyaçlar elbette yeni
insan demektir aynı zamanda.
Tıp, biyoloji ve genetik alanındaki
gelişmeler, bugünden, insanın doğası ve geleceği ile ilgili tehlikenin boyutunu
ortaya koyuyor. Genetik kodları değiştirme ve kopyalama/ klonlama gibi insanın
doğasını değiştirmeye/ bozmaya yönelik pek çok çalışma var; insanın hayrına
gibi lanse edilip ama insanı yok edecek, Allahualem gün yüzüne çıkmamış daha ne
gelişmeler bulunmaktadır. Çünkü insanın/canlının metabolizmasındaki veya üretim
organlarındaki herhangi bir değişiklik insanın zihni ve psikolojik durumunu da
doğrudan etkileyecektir. Bu aşamadan sonra eğer, bedeni hala varlığını devam
ettiriyorsa artık bu yeni bir canlı, yeni bir insan demektir. Bu yenilik,
davranışından beslenme kültürüne, eşyayı algılama biçiminden dil ve kültürüne
kadar her şeyiyle yeni olacaktır. Belki insan daha az tüketen ( daha az gıdaya
ihtiyacı olan), daha uzun yaşayan, daha az doğurgan bir türe doğru
evirilecektir ama bu yeni insan acaba ne kadar insan olacaktır.
Öyle görünüyor ki elli veya yüzyıl
sonrasının dünyası bugünün dünyasından oldukça farklı bir dünya olacak. Belki
sınırların alabildiğine zorlanması nedeniyle daha ilerisinin kıyamet olmasından
dolayı, dağlar vadiler, göller, akarsular vs daha az tahrip edilecek olsa da
yerküre teknolojinin hışmından kurtulamayacak ve pek çok küresel musibet/
felaket ile boğuşmaya devam edecektir. Ama daha önemlisi insan tabiat/çevre
ilişkisi önemli ölçüde değişecektir. Bu yenidünyada insan, yeni bir insana,
çevre yeni bir çevreye, insan çevre ilişkisi yeni bir boyuta evirilerek yerküre
adeta insana küsecek, insan ise, toprak, bitki ve hayvan ile ortak yanlarını
veya farklılıklarını hatırlamayacak, kendi doğasından alabildiğine
uzaklaşacaktır.
Kısacası bu yeni insanın egemenliğindeki
yerküre ne kadar mevcut haliyle devam edebilecektir. Ormanlarıyla, yaban
hayatıyla, su kaynaklarıyla, bitki örtüsüyle bu yaşlı dünya bu teknolojik
saldırıya daha ne kadar dayanacaktır? Son yetmiş yıllık süreçte doğadaki/
coğrafyadaki tahribat ve değişim bize geleceğin dünyası hakkında az çok bir
fikir veriyor ve görünen şey oldukça iç karartıcıdır. Teknolojik değişim ve
dönüşüm hızı kesmeyeceğine, kesemeyeceğine göre eski hal muhal olacaktır.
Gelinen bu noktada yerkürenin bir parçası
durumunda olan insanoğlunun zihnen, fikren hatta bedenen mevcut durumunu ne
kadar devam ettirebilecektir/koruyabilecektir. Somut ve soyut anlamda çöle
dönmüş yerkürede varlığını sürdüren insanın varlık tasavvuru ne hale gelecektir
veya bir varlık tasavvuru olacak mıdır? Aynı şekilde varlık tasavvurunun
merkezi konumundaki tanrı tasavvuru ne şekle evirilecektir veya tanrı tasavvuru
diye bir algısı ve olgusu olacak mıdır? Tüm bunları bugünden tam olarak
kestirmek oldukça zor. Ancak her şeyiyle değişmekte olan insanın, tanrı ve din
tasavvuru da değişmek durumunda kalacaktır. Bu değişimin yeni insanın
gerçekliğine ve varlık tasavvuruna uygun olacağı muhakkaktır.
Son iki yüz yıldır tecrübe edile geldiği
gibi, kadiri mutlak veya adil bir tanrı tasavvurunun egemen olduğu bir dünyada
baştan beri ifade etmeye çalıştığımız türden bir değişim ve dönüşümün olması
varlığın doğasına aykırıdır. Çünkü insanoğlu böyle bir tanrı tasavvuruna sahip
olduğu müddetçe böyle bir değişimi gerçekleştiremez; eşya, varlık ve bilgi
algısı buna izin vermez. Bunun içindir son yüz yılda kadiri mutlak tanrı
tasavvuru ortadan kaldırılarak Aydınlanmacı modernizmin önü açıldı ve bugünün
dünyası ortaya çıktı. Zaten adil tanrı tasavvuru çok önceden ortadan
kaldırılmıştı. Yani dinlerin “iyi insan” iddiası fiilen ortadan kalkmıştı. Yani
egemen düşünce ve tasavvur, bu türden bir varlık ve tanrı tasavvurunu işlevsiz
hale getirdiği için yerküredeki bu değişim ve dönüşümler gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla, insanların davranışları, arzu
ve hayalleri değişmişse, inanç ve fikirleri de değişmiş demektir veya tersinden
insanların tasavvurları (varlık, tanrı, bilgi, insan), fikir ve inançları
değişmiş ise arzu, hayal ve davranışları da değişmek durumundadır. Çünkü çoğu
zaman, davranış ve beklentileri, inanç ve fikirler tayin eder. Zaman zaman
öncelik sonralık durumu yer değiştirse de zihni, fikri, sosyal, siyasal ve
kültürel değişiklikler tanrı, din ve varlık tasavvurundaki değişikliklerle
atbaşı gider ve her iki durum/değişim de birbirinden etkilenir. Yeni insanın
eski tasavvurunu sürdürerek yeni olması mümkün olmadığından, ilgili tanrı
tasavvurları da yeni bir şekil alacaktır.
Peki, zaten değişmiş veya değişmekte
olan bu tasavvur geleceğin dünyasında ne
hale gelecek, hangi boyuta ulaşacaktır? Bugün egemen görünen mevcut bilgi ve
varlık tasavvuru bu yeni boyutta da egemenliğini hala sürdürüyor olacak mıdır?
Sürdürüyor olacaksa bir öngörüde bulunmak kolay olacaktır. Değilse yapılan
öngörüler karanlığa taş atmak ile eşdeğer olur. Ancak görünen o ki bu tasavvur
uzun yıllar egemenliğini sürdürecek gibidir. Bu egemen algının bir yansıması
olarak modern insanın tanrı tasavvuru her gün biraz daha silikleşmekte ve insan
metafizik ile ilişkisini bitirme noktasına hızla yaklaşmaktadır. Çok geçmeden
Tanrı merkezli din algısı bütünü ile tarihteki yerini alacak gibi
görünmektedir; çünkü bu sonuç toplumsal yasaların doğası gereğidir.
Dinlerin varlığı, inananlarının varlığı
ile; inananların varlığı, ait oldukları toplumun/milletin varlığı ile; toplumun
varlığı o topluluğu ayakta tutacak mekanizmaların, sistemlerin yani toplumsal
dini ritüellerin ve ortak ahlaki kuralların, örf, adet ve geleneklerin varlığı
ile mümkün olur. Ortak dini ritüeller ve ortak ahlaki kurallar ortadan
kalktığında toplum da, inanan da, din de ortadan kalkar.
Dolayısıyla çok uzun olmayan bir süreç
içerisinde, kadiri mutlak veya adil bir tanrı tasavvurunun olmadığı bir
dünyada, bu tanrı tasavvurlarını merkeze alan bir dinden, dini bir yapıdan söz
etmek de mümkün olamayacaktır. Bu iki tanrı tasavvurundan biri yoksa zaten bir
tanrı tasavvurundan ve tanrıyı merkeze alan bir dinden söz etmek anlamlı olmaz.
Deizm gibi felsefi anlayışlara ait tanrı tasavvurlarının varlığı da bu
tasavvurların varlığına bağlı olduğu için, zaten onların yokluğunda bu
anlayışların tanrı tasavvurları da yok olacaktır. (Niye böyle olduğu bu yazının
alanına girmediği için burada o konuya girmiyoruz.) Yeni dönemde de bugünün
devamı olarak “aydınlanmacı modern kutsallar”, teknolojinin ve bilimsel
bilginin ürettiği putlar ve yeni tapınma biçimleri yeni insanı motive etmeye
devam edecek ve klasik dini tasavvur ve hayat telakkisi sona erecek.
Dolayısıyla böyle bir dünyada bugünkü
yapısı ve anlamıyla insandan, dinden ve bir iktidardan/devletten söz etmek ne
kadar mümkün olacaktır? Aynı şekilde küresel iktidarın ve egemen düşüncenin bir
Truva atı, bir koçbaşı olan, bir şartlandırma ve oyalama merkezi durumundaki
okulların ve okulların üzerine bina edildiği küresel bilgi tasavvurunun da
ancak bu Aydınlanmacı varlık ve bilgi tasavvurunun egemenliğini devam ettirdiği
müddetçe varlığını devam ettireceği izahtan varestedir ve insanı kendi
zindanında tutsak kılmaya devam edecektir. Bu aşamada insanı özgürleştiren onu
doğası ile barıştıran insani bir öğrenme modelinin ortaya çıkması da imkânsız
gibi görünüyor. Çünkü din, iktidar ve eğitim doğrudan bugünkü dünyanın bir
gerçekliğidir; bu gerçekliğin değiştiği yerde bunların da değişeceği veya bu
gerçeklik sona erdiğinde bunların da sona ereceği veya farklı bir şekle
dönüşeceği eşyanın doğası ve Tanrının yasası gereği olsa gerektir. Ancak
görünen o ki bugün etkisini yoğun olarak hissettiğimiz Aydınlanmacı algı egemenliğini
daha da pekiştirecek, tükenme noktasına gelmiş binyılların tasavvurları ve
onların oluşturduğu kurumlar ortadan kalkacaktır. Bu yeni gerçeklik, yeni
kutsallar, yeni ritüeller ve yeni olgularla birlikte yeni bir dünya ve yeni bir
insan olarak karşımıza çıkacaktır. Acaba bu yeni gerçeklikte yeni kutsallar,
yeni ritüeller ve yeni olgular nasıl bir gerçekliğe, tasavvura sahip
olacaklardır?
Acaba bu gidiş gelecekte hayatın doğal
akışında, insanoğlunun çabalarıyla, doğal araç ve yöntemlerle daha olumlu, verimli
ve eşyanın tabiatına uygun bir yöne döndürülemez mi veya en azından
durdurulamaz mı? İyiliği unutmuş, hep kendi çıkarının peşinde koşan
insanoğlunun yapıp ettikleri buna izin verecek midir yoksa kendi sonunu mu
hazırlayacaktır?
Kısacası insanoğlu bu hızla nereye kadar
gidecektir; varlığı, varlığın doğasını hatta kendisini, kendi varlığını inkâr
üzerine inşa ettiği bu yeni “ben”i kendisini nereye ve ne zamana kadar
taşıyacaktır?
SONUÇ YERİNE
Buradaki en temel soru şu:
İnsanın, çevrenin/ habitatın doğası bu
değişime ve dönüşüme ne kadar dayanabilecektir; bir gün, günün sonunda “her şey
buraya kadar” diyebilecek midir? Yani varlığın, varlığı tehlikeye girdiğinde
kendisini koruyacak bir doğası ve/veya yasası var mıdır? Veya bir dindarın
diliyle söyleyecek olursak, Tanrının bu gidişe/ değişime, duruma “ buraya
kadar” deyip açıktan veya dolaylı
müdahilliği söz konusu olacak mıdır? Olacaksa neresinde ve ne zaman olacaktır?
Aslında İslam dâhil mevcut dini tasavvurun geleceğini de bu sorulara verilecek
fiili cevaplar belirleyecektir.
Acaba bu gidiş gelecekte hayatın doğal
akışında, insanoğlunun çabalarıyla, doğal araç ve yöntemlerle daha olumlu,
verimli ve eşyanın tabiatına uygun bir yöne döndürülemez mi veya en azından
durdurulamaz mı? İyiliği unutmuş, hep kendi çıkarının peşinde koşan
insanoğlunun yapıp ettikleri buna izin verecek midir yoksa kendi sonunu mu
hazırlayacaktır? Kısacası, “insanın elleriyle yaptığı şeyler nedeniyle denizde
ve karada fesat çıktı” uyarısı/tespiti gereğince, insanoğlu, kendi kıyametini
mi hazırlamaktadır. Acaba bu kıyamet sonrasında bu dünyada, yeniden, yeni bir
diriliş mümkün olabilir mi? Veya bir felaketten bir rahmet çıkabilir mi?
Örneğin, bir nükleer savaş, ağır küresel bir hastalık veya başka küresel bir
felaket nedeniyle insanoğlu kendisiyle, kendi fikir ve davranışlarıyla
yüzleşerek, kendisine yeni bir yol aramak durumunda kalır mı? İşte belki o
zaman başka bir gerçeklik ortaya çıkabilir. Tabi bu son söylediklerimiz genelde
istisna kabilinden ve olasılık, dâhilinde olan şeyler, ama asıl ve cari olan
şey; devam ede gelen uygulamaların devam ede gideceği yönündedir ki insanoğlunu
kıyamete götüren bu uygulamaların duracağına, şekil veya hat değiştireceğine
dair bugün için ufukta bir işaret görünmüyor.
Burada, İnsanlığa hadi/hidayet olarak
gönderilen Kur’an’dan ve onun ete kemiğe bürünmüş hali olan İslam
gerçekliğinden hiç söz etmediğimin, İslam’a ve onun kurucu metinlerine hiç atıf
yapmadığımın farkındayım. Çünkü çok uzun yıllardır, Kur’an’a ilk müşrik
muhataplarının yaptığını yapmaktayız; ondan, onun dünyasından yüz çevirmiş
durumdayız. Yaşayan Kur’anlar olamadığımız gibi onu hayatın içinden de kovduk.
Kur’an’ı kâğıtlara, cd ve kasetlere hapsederek rafın, dolabın bir köşesine
kapattık. O, orada öyle duruyor. Kur’an ile ilişki biçimimiz, Kur’an’ın
tespitiyle; Hz Peygamberin kavmine dediği gibi. O şöyle demişti:
“Resul de: "Ya Rabbi, kavmim,
bu Kur'an'ı terk edilmiş bıraktılar" demişti” (Furkan:25/30).
Zaten Müslümanlar olarak bizler de
yüzyıllardır, Kur’an’ı ve Kur’an’ın önemsediği değerleri arkamıza atarak,
Müslümanı, insanlardan bir insan, İslam’ı dinlerden bir din, Kur’an’ı da ya
kitaplardan bir kitap, ya da ulaşılmaz, anlaşılmaz bir metin haline
getirdiğimiz için, mevcut gerçeklik içinde bu konuda söylenebilecek farklı bir
söz bulamadım. Gelecekte ne olur, Kur’an özgürlüğüne kavuşur da bu insanlar, bu
toplum yerine başkaları gelir de (İnsan:76/28, Fatır;35/16, Nisa:4/133,
Enbiya:/11) onlar Kur’an’ı ve onun değerlerini kendilerine rehber edinirler mi?
Allahu alem… Zaten o zaman, başka bir gerçeklik, başka bir dünya ortaya çıkar.
Minik (küçükten de küçük) ama kıymetli bir ihtimal.
NOT: Bu makale,
Yetkin Düşünce Dergisi’nin 12. sayısında (Ekim-kasım Aralık 2020)
yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.