İmâm Matüridî'nin
görüşleri
Matüridî'ye göre iman; "Kalp
ile tasdik, dil ile ikrar"dır. Diliyle ikrar ettiği halde kalbiyle
tasdik etmeyen kimse mümin değildir. "İnanç, henüz gönüllerinize yerleşmedi"
(Hucurat suresi/14) ayetiyle imanın kalp ile ilgili olduğuna işaret edilir.
Ayrıca, "İşte Allah imanı bunların kalplerine yazmış... (Mücadele
suresi/22)” ayetinde de iman kelimesi kalbe izafe edilmiştir. Bu
durumda imanın gerçek rüknü "kalp ile tasdik"tir. İman,
tasdik etme, onaylamadır. İman tasdik olunca, aksi de tekzip yani inkâr ve
yalanlama olacaktır. Tekzib, "inkâr" niyetiyle ifade
ediliyorsa, bunun anlamı "küfür"dür.
Matüridî, Kitab üt-Tevhid adlı eserinde "İmanın
kalp ile tasdik veya mahiyet olduğu meselesi" başlığı altında,
sadece bilmenin iman için yetersizliğini anlatır. O'na göre bir şeyin
mahiyetini bilmek, onu tasdik etmek anlamına gelmez. Bu sebeple kalpteki iman
bilmekten başka bir şeydir. Yani, kalpteki iman ile bilmenin mahiyetleri
ayrıdır. Ancak bilgi, kalple tasdikin meydana gelmesinde önemli rol oynar. Zira
cehalet de bazen inkârcılığın sebebi olabilmektedir.
Matüridî'ye göre hürriyet, îman ve
küfrün varlık şartıdır. Yani iman ve küfür tercihle olur.
Mâtürîdî'nin Kuran-ı Kerim İnancı
Kur'an-ı Kerim, Allah kelamı olup,
mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Muhammed'e
indirilmiştir. İnsanların Kur'an-ı Kerim'i teleffuzu, yazması ve okuması
mahluktur fakat Kur'an mahluk değildir. Allah'ın Kur'an'da
belirttiği Musa ve diğer Peygamberlerden, firavun ve İblis'ten naklen verdiği
haberlerin hepsi Allah kelamıdır, onlardan haber vermektedir. Kur'an ise
Allah'ın kelamı olup, kadim ve ezelidir.
İman-âmel İlişkisi
Genellikle ilmihal kitaplarında kullanılan
amel kelimesi; "yapılan iş, fiil, bir kişinin dinin emirlerini
yerine getirmesi için yaptıkları" anlamındadır. İmam Şafiî'nin
aksine Matüridî iman ile ameli birbirinden ayırır. Amelin
imandan bir parça olması ve imanın artıp eksilmesi konusunda Matüridî,
görüşlerini benimsediği Ebu Hanife'ye uyar. Ebu Hanife ve Matüridî'ye
göre iman ve amel ayrı şeylerdir. Çünkü bir ayette "...Allah'a
iman eden ve yararlı iş işleyen...(Talak Suresi/11)" ifadesi imanı
amelden ayırmış, "yararlı iş işleyen" ifadesi "iman
eden" ifadesinden ve ile ayrılmıştır. Ayette geçen imandan maksat,
"kalp ile tasdik"tir.
Matüridî'ye göre adam öldürmek, zina
etmek, içki içmek... gibi büyük günahlar (günah-ı kebair) da mümini dinden
çıkarmaz. Allah'a ve emirlerine-yasaklarına-inanan kimse bunlara uymaz, bunları
uygulamazsa dinden çıkmaz ama büyük günahkâr olur. Günahkâr olan kimse tövbe
ile Allah katında af dileyerek kurtulabilir. Bir kişinin tövbesinin kabul
edilmesi kişinin niyetine ve yaptıklarına- yapacaklarına bağlıdır, bu nedenle
her tövbe eden affedilmez. [kaynak belirtilmeli] Allah, Kur'an da "'Sizi
yaratan O'dur, kiminiz inkârcı (kâfir), kiminiz mümindir. Ey inananlar!
Mutluluğa ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün" ayetleriyle
müminlerin, işledikleri günahlardan tevbeyle affedileceklerini müjdeler. Yani,
Allah'ın emirlerini uygulamayan veya uygulayamayan müminler günahkâr olurlar.
Kâfirlik (küfr) ise yalanlamayla, inkârla olur. Matüridi'nin bu görüşü
ameli imanın bir parçası sayan ve bu sebeple namaz veya orucun terkini küfürle
eş tutarak ölümle cezalandıran şeriat yorumlarına katılmayan farklı bir bakış
olarak düşünülebilir.
Matüridî'ye göre ibadetler
Matüridi'ye göre Allah insanlara temyiz
kabiliyeti denilen iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt etme ve aklını
kullanabilme gücünü vermiştir. Allah, aklı olanları dinî yönden mükellef kılmış
olup aklı olmayanlar "İlâhî emrin sorumluluğu dışındadırlar."
Akıl sahipleri akıllarını kullanmak suretiyle yaratıcı ve tek olan Allah'ı
bulmak ve bilmek zorundadırlar. Ancak, O'na göre Şeriat'ı ve Şeriat'ın
bir bölümü olan ibâdetlerin ne şekilde yapılacaklarını akıllarıyla
belirleyemezler. Bunları ancak peygamberler vasıtası ile öğrenebilirler.
Matüridî, amel ile imanı ayrı tutar ve
amel ile imanın ayrı şeyler olduğunu savunur. O'na göre, iman etmek mutlaka
ibadet etmeyi gerektirmez.'
Allah'ın varlığının bilinmesi, zâtı
ve sıfatları
İslâm dininde iman esaslarının başında
Allah'a iman gelir. Mümin; öncesi ve sonrası olmayan (ezelî ve ebedî), her şeyi
yoktan var eden ve zâtı, sıfatları ve fiileri yönlerinden bir olan Allah'a
imanla yükümlüdür.
Allah'ın varlığı, 'Birliği (tevhid),
yaratıcılığı konusunda birçok ayetler vardır: (En'am suresi/101; Zumer
suresi/62; Bakara suresi/117; Âl-i imran suresi/189; Maide suresi/18, 40,
120... gibi).
Allah'ın varlığı ve Birliği mantık
kurallarıyla da (akılla) ispatlanabilir. Kâinattaki varlıkların hareketlerini
düzenleyen, bir nizam ve âhenk içerisinde bulunmalarını ve her birinin ayrı
ayrı ve diğerlerine zarar vermeksizin görev yapmalarını sağlayan, her şeyin
üstünde bir varlık var ki, O da, eşi ve benzeri olmayan Yüce Allahtır.
Allah'ın zât'ına ve fiilerine ait
sıfatları vardır ve bu sıfatlar Allah'ın Zât'ının aynı da değildir, gayrı da
değildir. Allah'ın sıfatları sonradan yaratılmış da değildir.
O'nun Kur'an'da zikrettiği gibi eli, yüzü
ve nefsi vardır, Allah'ın Kur'an'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi
şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır.
O'nun eli, kudreti veya nimetidir
denilemez. Zira bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve
Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı
ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.
Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah,
eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır.
Allah'ın başka bir kelime ile
ifâdesi
Allah'a, O'nu yaratılmış varlıklara
benzetmeye götüren isim koymak (antropomorfizm) uygun değildir. Çünkü O,
Kur'an'da belirtildiği üzere hiçbir şeye benzemez. (Şûra suresi/11). Matüridî,
"dengi ve benzeri bulunan bir şey çokluk statüsüne girer ve iki
sayısı ile başlar. O'na nispet edilebilecek bütün yaratılmışlık kavramlarının ve
nitelendirilebileceği bütün sıfatların, yaratılmışlara nispet edildiği ve
nitelendirildiği takdirde anlaşılabilecek bir mânâ ile Allah'a izafe edilmesi
bâtıl olmuştur" der. Bu sebeple Allah'ın, yaratılmışlardan birini
çağrıştıran bir isimle, kelimeyle anılması caiz değildir.
Allah'a "şey" denilebilir
Ebu Hanife gibi Matüridî de
Allah'a Şey denilmesini câiz görür. Allah'a şey denmesini gerektiren sebep,
cisimde mevcut olmadığı için bunu kullanmakta sakınca yoktur. Bunun iki yolla
ispatlanması mümkündür: Birincisi, Kur'an'da kendisi için şey kelimesini
kullanmaktadır. (Bakınız: Şura Suresi/11; En'am suresi/19) Allah'a şey
denilmesi caiz olmasaydı ayetlerin bu kelimeyi Allah'a nispet etmemesi
gerekirdi. İkincisi, aklî yoldur. Matüridî burada "örf açısından şey'iyyet
başka değil, sadece varlık ifade (ispat) eden bir isimdir. Sabit olmuştur ki
bir varlığa şey nisbet etmek sadece onun zâtının varlığını ve yüceltilmesini
ifade eder. Allah da buna lâyıktır." ifadelerini kullanırdı.
Ebu Hanife ise, Fıkh-ı
Ekber adlı adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şunları yazar: "Allahu
Teâlâ şey'dir. Ama eşya gibi bir şey değildir. Şey olmasının manâsı; cisimsiz,
cevhersiz, arazsız, zıtsız, eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sabit
olmaktır."
Ru'yetullah
Matüridî ahiret'de
Allah'ın görülebileceğini, yani ru'yetullahın mümkün olduğunu savunmaktadır.
Kitabındaki şu cümleyle konuya girer:
"Aziz ve Celîl olan Rabbinin
görülmesi hakkındaki söz şundan ibarettir: Bize göre O'nun (Allah'ın) görülmesi
gereklidir, haktır, ancak bu rü'yet idraksiz ile ihâtasız (yani sınırsız ve
kavrayış olmadan) ve tefsirsiz (yani bakanın karşısında olmaktan ve belirli
aralıkta olmaktan münezzeh) olacaktır."[kaynak belirtilmeli]
Bilgiye ulaşma, kader ve irade
hürriyeti
Matüridî, Kitab üt-Tevhid'inde bilgi ve
önemi üzerinde ısrarla durur. Matüridî, bilgi edinme yollarını
duyular, haberler ve akıl olarak belirler. O'na göre bilgi vehbî olmaz;
kesbî'dir. Doğru akıl yürütmeyle ortaya çıkan bilgi bir âdet-i ilâhiye'dir.
Allah insana akletme, aklını kullanma ve temyiz gücünü bahşetmiştir. Maturidilik
bu görüşü ile vehb ve mükâşefeyi bir bilgi ve irfan yolu olarak öne
alan tasavvufçulardan ayrılır.
Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri
ve Levh-i Mahfuz'daki yazısı olmadan, dünya ve ahirette hiçbir şey vaki olmaz.
Ancak onun Levh-i Mahfuz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak
yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinmeyen
sıfatlarındandır.
Allah, yok olanı yokluğu halinde yok
olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir, Var olanı, varlığı
halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta
duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda
Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hasıl olmaz.
Değişme ve ihtilaf, yaratılanlardan olur.
Allah'ın mutlak kudreti ve kader ile insan
iradesi arasındaki ilişki konusu İslâm düşünürleri arasında farklı yorumlara
sebep olmuştur. Bazı Sünni İslam kaynaklarında Muhammed'in kendi döneminde "kader"i
tartışanlara sinirlendiği ve bu konuda tartışmayı uygun görmediği de
anlatılmaktadır.[1]
Ancak, eğer Tanrı ortak kabul
etmeyen mutlak yaratıcı ise ve insanın eylemleri dahil kader ile olaylar
önceden belirlenmiş ise insan niçin sorumlu olsun ki? Bu soru ve
insanın iradesinde hür olup olmadığı sorunu (hürriyet) tartışılmaya devam
etmiştir.
Cebriyyeciler; kader ile
her şeyin belirlendiğini, insanın eylemleri dahil her şeyin Tanrı tarafından,
önceden, değişmez bir şekilde tespit edildiğini ve zamanı gelince yaratıldığını
ileri sürmüşlerdir. Onlara göre insanın fiilleri dahil her şey ilâhî
irade ve emre bağlıdır ve insanın iradesi, çabası ile değiştirilemez. Tarihte
bu anlayışın babası olarak Cehm bin Safvan (öl. 746) gösterilir. Buna
göre insanların yaptıkları ve yapacakları her şey önceden takdir edilmiştir, insanlar
yapmaya mecburdurlar, yapıp yapmama hürriyetleri yoktur.
Cebriyye (fatalizm) karşısında bu
mezheple taban tabana zıt görüşleri ileri süren bir grup oluştu. Bunlar da
kulları, kendi eylemlerinin "yaratıcısı" kabul ediyorlardı. Kaderiyye
denilen bu gruba göre de insanın bütün eylemleri Tanrı'nın
iradesinden tamamen ayrı ve bağımsız olarak sadece kendi iradesi ile meydana
gelir. Bu görüşün öncüleri olarak Ma'bed el-Cühenî ve Geylân
ed-Dımışkî kabul edilir ve onlar insanın, Tanrı'nın dahli olmaksızın başlı
başına ve hür olarak eylem yaratacak kudrete sahip olduğunu ifade ederler.
Mutezile mezhebine
göre Allah âdildir. Bunun gereği olarak insanlara irade hürriyeti
vermiştir. İnsan hürdür ve kendi eylemini kendi irade ve isteği doğrultusunda
yapar. Yani Mutezile'nin bu konu hakkındaki görüşü Kaderiyye'ninki ile aynıdır.
Selefiye bu konuları
tartışmamayı yeğlemiş, Eş'ariye ve Matüridîye mezhepleri ise
görüş farklılıklarından doğan çelişkileri çözmeye çalışmıştır.
Matüridî de Eş'ari gibi,
irade hürriyeti bakımından insanı iradesiz robot olarak gören Cebriye ile
insanın eylemlerinde Allah'ın hiçbir etkisini kabul etmeyen Mutezile ve Kaderiyye
arasında üçüncü bir yol izler. Zira Matüridî bu konuda Kesb
ve halk terimlerini kullanır. Halk, insanın kendi kudret ve
isteği olmadan meydana gelen eylemlerdir. Refleksler, kalbin
çalışması... gibi. Bir de insanın kendi iradesi ile seçtiği eylemlerin
yaratılmasıdır. Kulun eylemine "halk" değil, "kesb"
denilir. Allah'a ait eylem de "kesb" değil, kesbe bağlı
"halk"tır.
Şeriat, tarikat, tasavvuf
Matüridiye göre din, Allah'ı bilmek
ve O'na ibâdet etmektir. Bütün Peygamberler, Allah'ı bilmeye ve ibâdeti de
sadece Allah'a has kılmaya davet eden tevhid dinine mensupturlar. Hiçbir
Peygamber kendinden önceki peygamberlerin dinini reddetmemiştir. Âdem'den sonra
bütün Peygamberler dini aynı, şeriatı değişik tebliğ etmişlerdir. Bu ifadelere
delil olarak da "...Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol
belirledik. Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin size verdiği
şeylerde sizi sınamak istedi. Bunun için iyi işlerde yarışın"(Mâide
suresi/48)" ayeti gösterilir.
Matüridî, tasavvuf ve
tasavvufun kurumsallaşmış teşkilatı olan tarikatlara mesafelidir. Bu,
duygusal değil ilmî bir tavır alıştır. Matüridî'nin mesafeli
duruşu, mutasavvıfların bilgi kaynakları anlayışı yüzündendir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.