Perspektif.online’da 8 Ocak 2021 tarihinde yayınlanan “Geçiş Dönemi Senaryoları” başlıklı yazımda, gelecek seçimlerin doğurması en muhtemel sonucun, muhalefet ittifakının Cumhurbaşkanlığını ve TBMM çoğunluğunu elde etmesi, fakat Anayasayı değiştirmek için gerekli beşte üç çoğunluğuna ulaşamaması olduğunu ifade etmiştim.
Bu senaryoda, sistemde köklü bir
değişiklik yapmak mümkün olmamakla birlikte, Anayasa değişikliğini
gerektirmeyen bazı reformların, özellikle Seçim ve Siyasi Partiler Kanunları
ile TBMM İçtüzüğünde yapılacak değişikliklerin, gene de hissedilir ölçüde bir
demokratikleşme sağlayabileceğini savunmuştum. Bu yazımda seçim kanunlarında
yapılabilecek değişiklikler üzerinde duracağım.
Gerçekten, seçim sistemlerinin parti
sistemlerini, parti sistemlerinin de rejimin işleyişini büyük ölçüde
belirlediği bilinen bir gerçektir. Bu anlamda seçim kanunları, neredeyse
anayasalar kadar önemli siyasal metinlerdir. Seçim sistemlerinin parti
sistemleri üzerindeki etkisini neredeyse 70 yıl önce en sistematik biçimde
inceleyen yazar, ünlü Fransız anayasa hukukçusu ve siyasal bilimce Maurice
Duverger’dir. Duverger, bu etkiyi şu formüllerle ifade etmektedir:
“Parti sistemi ile seçim sistemi,
birbirlerine çözülemez şekilde bağlı ve bazen analiz yoluyla bile
birbirlerinden ayırt edilmesi güç iki gerçektir. Seçim sisteminin genel etkisi,
aşağıda üç formülde şemalaştırılabilir:
(1) Nisbî temsil, sert, bağımsız ve
(coşkusal akımlar dışında) istikrarlı partilerden kurulu bir çok-parti
sistemini teşvik eder;
(2) İki turlu çoğunluk yöntemi,
yumuşak, bağımlı ve (her zaman için) nispeten istikrarlı partilerden oluşan bir
çok-parti sistemini teşvik eder;
(3) Tek-turlu basit çoğunluk
sistemi, iktidarın büyük bağımsız partiler arasında el değiştirdiği bir
iki-parti sistemini teşvik eder.” (Maurice Duverger, Siyasal Partiler, çev.
Ergun Özbudun, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1974, s. 272-275).
Türkiye, yaklaşık 75 yıllık (1946-2021)
çok-partili hayatında çeşitli seçim sistemlerini denemiş bir ülke olarak, seçim
sisteminin partiler üzerindeki etkisini incelemek bakımından ilginç bir
örnektir. 1946-1960 yılları arasında uygulanan sistem, listeli basit çoğunluk
esasına dayalıdır.
Bu sistemde iller birer seçim çevresidir
ve o ilde basit çoğunluğu (en fazla oyu) sağlayan parti, ilin çıkaracağı bütün
milletvekillerini kazanmaktadır. Bu sistemin ne kadar adaletsiz ve orantısız
sonuçlar verdiği ortadadır. Nitekim 1950 seçimlerinde DP, oyların yüzde 53.3’ü
ile milletvekilliklerinin yüzde 83.8’ini, 1954 seçimlerinde oyların yüzde
56.6’sı ile milletvekilliklerinin yüzde 93’ünü, 1957 seçimlerinde oyların yüzde
47.7’si ile milletvekilliklerinin yüzde 69.5’ini kazanmıştır.
Bu orantısız seçim sonuçları, DP
iktidarını muhalefet karşısında daha hoşgörüsüz ve otoriter tutumlara iten,
dolayısıyla rejimi 27 Mayıs 1960 darbesine götüren siyasal kutuplaşma iklimine
katkıda bulunan faktörler arasındadır. İlginçtir ki, bu dönemde iktidardaki
parti listeli çoğunluk sistemini, muhalefetteki parti ise nisbî temsili
savunmuş, 1950’deki iktidar değişimi ile birlikte bu roller değişmiştir.
1950 seçimlerinden az önce CHP ve DP’nin
uzlaşmasıyla yapılan ve gizli oy, açık tasnif ve seçimlerin yargı denetimi
altında yapılması gibi önemli reformları gerçekleştiren, böylece 14 Mayıs 1950
seçimlerinde iktidar değişiminin yolunu açan 5545 sayılı Seçim Kanunu, seçim
sistemine dokunmamıştır. Bu örnek, iktidar partilerinin kendi yararlarına olan
seçim sistemini değiştirme teşebbüslerine şiddetle karşı koymaları yolundaki
genellemeyi doğrulamaktadır.
1960 askerî müdahalesini takiben kurulan
Kurucu Meclis, özellikle onun CHP hakimiyetindeki sivil kanadı olan Temsilciler
Meclisi, CHP’nin seçim öncesi taahhütlerine uygun olarak Millet Meclisi
seçimleri için nisbî temsilin D’Hondt versiyonunu kabul etmiş, fakat Cumhuriyet
Senatosu için listeli çoğunluk sistemini muhafaza etmiştir. 1961 Anayasası,
aynen halefi 1982 Anayasası gibi, seçim sistemini bir anayasa hükmü ile
dondurmamış, bu konuda TBMM’ye geniş bir takdir hakkı tanımıştır.
Dolayısıyla 1961 Anayasası döneminde nisbî
temsile her zaman bağlı kalınmakla birlikte, onun değişik versiyonları (seçim
çevresi barajlı D’Hondt sistemi, milli bakiye sistemi, barajsız D’Hondt
sistemi) uygulanmış, 1964 yılında Cumhuriyet Senatosu seçimleri için de nisbî
temsil sistemine geçilmiştir. 1
1980 askerî müdahalesinden sonra kurulan
Kurucu Meclis, 10.06.1983 tarihli ve 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu ile
nisbî temsilin D’Hondt türünü muhafaza etmiş, ancak buna hem seçim çevresi
barajını hem yüzde 10’luk ülke barajını eklemiştir.
Konseyin bu tercihinin gerisinde,
1980-öncesi dönemde MSP ve MHP gibi küçük radikal partilerin siyasal
kutuplaşmayı arttırdığı değerlendirmesi, dolayısıyla onları parlâmento dışında
tutmak arzusu yatmaktaydı. Aynı zamanda bu düzenleme ile Türkiye için zararlı
gördükleri koalisyon hükümetleri olasılığının da ortadan kalkacağına
inanıyorlardı. Kenan Evren’in şu sözleri, Konseyin bu bakış açısını çok açık
bir şekilde yansıtmaktadır:
“Türkiye’de koalisyonlardan
çektiğimiz sıkıntıyı dikkate alarak seçimde partilere bir baraj getirilmesi
zaruretine inandım. Bütün mesele bu barajın oranını tespit etmekti. Ben yüzde
10 baraj olmasını uygun buluyordum. Uzmanlardan bir kısmı yüzde 10’u makul
kabul ederken, bazı uzmanlar yüzde 8, yüzde 7 ve hatta yüzde 5’i yeterli
buluyorlardı.
Uzun münakaşalardan sonra yüzde 10
kabul edildi benim görüşüme göre TBMM’de ne kadar çok parti bulunuyorsa, o
nispette de koalisyon doğacaktı. Amerika ile İngiltere’ye baktığımızda burada
iki ana parti mevcut olup diğer partiler bir varlık gösteremiyorlar ve
hükümetler de iki seçim arasında sık sık düşürülüp krizler yaratıldığı
gözlemlenmiyordu. Bizde de orada olduğu gibi iki büyük partinin bulunmasını,
iktidarın bu iki parti arasında el değiştirmesini çok arzu ediyordum.” (Kenan Evren,
Kenan Evren’in Anıları, Cilt 4, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1991, s.
230).
Bu düşüncelerle Konsey rejimi tarafından
getirilen yüzde 10’luk ülke barajının, aradan neredeyse 40 yıl geçmiş ve birçok
iktidar değişimi yaşanmış olmasına rağmen, halen aynen yürürlükte olması
ilginçtir. Bunda elbette, yukarıda değinildiği gibi, sistemden avantaj sağlayan
büyük partilerin, sistem değişikliği önerilerine direnç göstermelerinin büyük
rolü vardır.
Aslında makul düzeyde bir ülke barajının
demokratik ilkelerle çelişen bir yanı yoktur. Mesela Almanya’da yüzde 5’lik,
İsveç’te yüzde 4’lük ülke barajları mevcuttur. Ancak yüzde 10 düzeyinde bir
ülke barajına hiçbir demokratik ülkede rastlanmamaktadır. Türkiye’nin yaklaşık
60 milyonluk seçmen kütlesi içinde, 6 milyon civarında oy alan bir partinin
parlâmentoda temsil edilememesi, hiçbir demokratik ilke ile bağdaştırılamaz.
Konu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de
(AİHM) intikal etmiş ve Mahkeme, Türkiye’deki yüzde 10’luk ülke barajını
Sözleşmenin ihlâli niteliğinde görmemekle birlikte, bu oranın Avrupa’daki en
yüksek baraj olduğunu ve aşırı nitelik taşıdığını belirtmiştir. 2
Seçim sisteminin siyasal rejimin işleyişi
üzerindeki büyük etkisi nazara alındığında, Türkiye’de sorunun on yıllardır
yoğun bir siyasal ve akademik tartışma konusu olmasına hayret etmemek gerekir.
Gerçekten bu konuda TEPAV (Toplumsal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı)
değerli araştırmalar gerçekleştirmiş; Hikmet Sami Türk, Seyfettin Gürsel, Murat
Sertel, Ersin Kalaycıoğlu, Işın Çelebi gibi akademisyenler ve siyasetçiler
çeşitli öneriler ortaya atmışlardır. 3
Günümüzde yüzde 10 barajı, siyasal rejimin
demokratikleştirilmesi çabası önünde önemli engellerden birini oluşturmaktadır.
Seçim sisteminin tek-isimli basit çoğunluk sistemine dönüştürülmesi yolunda
ciddi bir talebin olmadığı görülmektedir. Böyle bir sistem, bugün zaten
adaletsiz ve orantısız sonuçlar veren sistemden çok daha adaletsiz sonuçlara
yol açacaktır.
Ülke barajı konusunda ise bunu tamamen
kaldırmak veya yüzde 3-4 gibi makul bir düzeye indirmek gibi iki alternatif söz
konusu olabilir. Benim kişisel tercihim, bunlardan ikincisi yönündedir. Çünkü
barajın tamamen kaldırılması, yüzde 1 veya 2 oy alam marjinal partilerin
parlâmentoya girmesi sonucunu doğuracaktır.
Görünür gelecekte Türkiye siyasetinin, iki
ana bloğun rekabeti biçiminde olacağı ve bunlar arasındaki oy ve sandalye
farklarının çok büyük olmayacağı tahmin
edilebilir. Böyle bir durumda küçük marjinal partilerin bir çeşit “kral yapıcı”
rolü oynamaları, diğer bir deyimle sayısal güçlerinin çok üzerinde bir pazarlık
gücü elde etmeleri mümkündür.
Bunun tipik bir örneği, 1980-öncesi
Milliyetçi Cephe hükümetlerinde görülebilir. Dolayısıyla ülke barajını tümüyle
kaldırmak yerine, onu yüzde 3 veya 4 gibi makul bir düzeye indirmek daha
isabetli olacaktır. 1995’te yapılan Anayasa değişikliği ile Anayasanın 67.
maddesine eklenen “seçim kanunları temsilde adalet ve yönetimde istikrar
ilkelerini bağdaştıracak şekilde düzenlenir.” hükmü de böyle ortalama bir
formülü teşvik etmektedir. Bunun yanında Milletvekili Seçimi Kanununda 2018
yılında yapılan değişiklikle parti ittifaklarını mümkün kılan hüküm de muhafaza
edilmelidir.
ERGUN ÖZBUDUN KİMDİR?
Doktorasını Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nde Kamu Hukuku alanında tamamladı. Chicago, Harvard, Princeton,
Columbia, Georgetown ve Paris Sorbonne Üniversitelerinde dersler verdi. Avrupa
İşkencenin Önlenmesi Komisyonu (1989-93) ve Avrupa Konseyi Hukuk Yoluyla
Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu / 1990-2014) üyeliklerinde bulunmuştur.
Anayasa hukuku ve Türkiye’nin siyasal hayatı üzerinde çok sayıda Türkçe ve İngilizce
eserleri vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.