Bu yazı bir “Fikri Sağlar yazısı” değildir, önce onu söyleyeyim. Bir “Öz-güven kaybı” yazısıdır.
Fikri Sağlar, Kültür Bakanlığı döneminde
Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’e, Said Nursi’ye birlikte sahip çıkan, onları
billboardlara taşıyan bir isimdi. Sol - Kemalist dünyada, düşünce kalıplarını
zorlayan bir hamle yapıyordu. Bu hareketi bir öz-güveni yansıtıyordu.
Geçenlerde Fikri Sağlar’ı, “Başörtülü
hakim” konusunda Türkiye’nin çok gerilerde bıraktığı bir tavra sahip
çıkarken gördük. Şaşırdık. Niye? İnsan oradan buraya nasıl gelirdi? Nerede
kalmıştı o özgürlük hamlesi? Niyeydi bu düşüş?
Şimdi bir başka olaya bakalım. Elif
Çakır’ın Karar’daki yazısında (21 Ocak) o alıntıyı görünce dilimden
ister istemez “Nereden nereye?” sözcükleri döküldü.
2009 yılında, Aya İrini’de “Kültür ve Sanat
Büyük Ödülü” dağıtım
töreni yapılıyor. Ödül, Çetin Altan’a verilmiş. Kürsüde Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan. Şunları söylüyor:
“Bugün mutlulukla ifade ediyorum
ki; Türkiye artık ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran,
düşünceyi mahkum eden bir Türkiye’dir, ne de Nazım Hikmet’i 12 yıl boyunca
hapishanelerde tutan Türkiye’dir. O alıngan, o vehimler üreten Türkiye, artık
yerini özgüvene bıraktı. Farklılıkların kabulü kolay olmadı, kemikleşen
önyargılar, tahammülsüz anlayışlar düşünceyi ağır şekilde cezalandırmış
bedelini ise bütün Türkiye ödemek zorunda kalmıştır. Ülkesinden umudunu
kesmeyen, bedel ödemek pahasına düşünce sevdasından vazgeçmeyen, otoriter
anlayışlara boyun eğmek yerine, eğip bükmeden gerçeği söyleyen aydınların,
bilgelerin ve yazarların öncülüğü büyük önem taşımaktadır. Hiç kuşkusuz
bunlardan biri Çetin Altan’dır.”
“Biz pusu kurma siyasetini görmek
istemiyoruz. Birbirimizin ayağına basılmasını görmek istemiyoruz. Hepimiz bu
ülkenin insanlarıyız. Düşüncenin cezalandırıldığı bir ülke görmek istemiyoruz.
Ülkenin içe kapanması için tuzak ve hile siyaseti kurulmasını istemiyoruz.
Türkiye tam bir demokrasiyi hak etmeyen bir ülke olamaz. Çetelerle, mafya ile
mücadele ederken inanıyorum ki bizim yanımızda olması gereken bir millet var ve
biz bunu görüyoruz.”
Bunları dünyanın “İslamcı” diye
bildiği bir lider, ideolojik kamplaşmaların herkesi bir tarafa savurduğu
Türkiye’de söylüyor. Ödül verdiği, ödül vermekten öte “Ülkesinden umudunu
kesmeyen, bedel ödemek pahasına düşünce sevdasından vazgeçmeyen, otoriter
anlayışlara boyun eğmek yerine, eğip bükmeden gerçeği söyleyen aydınlar,
bilgeler – yazarlar” diye en onurlu ifadelerle tebcil ettiği isimlerden
biri Nazım Hikmet, diğeri Çetin Altan. Türkiye’nin ideolojik mücadelelerinde
bir tarafta Necip Fazıl varsa, öteki tarafta da önce Nazım Hikmet, sonra Çetin
Altan vardır. İşte “İslamcı” siyasi lider olarak Tayyip Erdoğan en
karşıtlarını ödüllendiriyor, onları tebcil ediyor.
Kimse yadırgamadı bu hamleyi o gün.
“İslami camia” da yadırgamadı. Hatta kendi kendine bakıp, gelinen “Özgüven”le
gurur duydu. Türkiye’de zincirleri kırıyorduk.
2009’dan 2021’e… Çetin Altan’ın oğlu Ahmet
Altan’ın yazdıklarından başka suç isnadı olmamak üzere müebbetlik hapis
talepleriyle içerde olması sembolik bir anlam taşır mı, gelinen noktayı anlamak
için? Kamplaşma politikalarından medet umar hale gelmek nasıl bir şeydir?
İnsanların “muhalif” damgası vurularak saldırıya uğraması nedir?
İnsanların “haşere” diye nitelenip “itlaf edilmesi”nden
bahsedilmesi ve iktidar için bu tür söylemlerin sahipleriyle ortaklık nedir?
Ne dersiniz, Fikri Sağlar türü bir halet-i
ruhiyeyi bizim arkadaşlarımız da taşıyor mu? O halet-i ruhiye nasıl tanımlanır?
Bir düşüş mü, bir özgüven kaybı mı, o günden bugüne kim nasıl bir kayıp yaşadı,
koşa koşa12 yıl içinde “Eski Türkiye kodları”na mı dayandık?
Bu bölümü biraz hafif bir espri ile
bitirelim: Gastronomide bir ifadeyi öğrenmiştik master-şef programlarında… Şef
son tabağa kadar şeftir. Şu an çıkardığımız tabaklar pek yüz güldürmüyor be
dostlar.
O MECANİSMO
Yakında Netfilix’te Brezilya yapımı bir
dizi izledim. 1987’den bu yana Brezilya’daki yolsuzluk mekanizmasını belgesel -
polisiye tadında masaya yatıran bir dizi. Siyaset - İş dünyası - Yargı - Polis
- Medya her şey var. Tanıdık roller
görüyorsunuz. Sonunda şebeke – mekanizma her ne derseniz, dehşetli itiraflarla
tabak gibi ortaya çıkıyor ve bu işleri mekanizma rahatlığında çok kolay
yürüttüğünü sanan herkes bedelini ödüyor.
Ali Babacan’ın “Siyasetin finansmanında kullanılan imar rantını düzenlemek istedik, yapamadık” sözlerini de Ahmet Davutoğlu’nun “Siyasi etik ve şeffaflık yasasını çıkaramadık” yakınmalarını da daha iyi anlamak için O Mekanizmo’yu izlemek gerekir.
Bence her kademede siyasetçiler de
izlemeli, iş adamları da, Emniyet ve Yargı mensupları da, medya da… Herkes
birilerini tanıyacak orada.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.