29 Temmuz 2020 Çarşamba

Eleştiri - hoşgörü kültürümüz Mustafa Çağrıcı/29.07.2020


Başta toplumu geniş anlamda eğiten, yönlendiren bilim ve düşünce insanları, ilâhiyatçılar, din adamları, hatta siyasetçiler olmak üzere her kesimin eleştirilmeye ihtiyacının olduğu, toplumların her alanda gelişip yükselmesinde bunun büyük payının bulunduğu açıktır.
Ama bu yapıcı eleştirel ortamın oluşmasının birinci şartı, toplumda bir müsamaha / hoşgörü kültürünün de varlığıdır.

Ülkemiz dâhil, İslam toplumlarının tamamında hoşgörünün eskiye göre daha da gelişmesi gerekirken, 100-150 yıl öncesine göre bile ne kadar gerilediği, hatta çoğunda neredeyse ortadan kalktığı, Müslüman dünya olarak son yıllarda verdiğimiz görüntülerden kolayca anlaşılmaktadır.
Elbette hoşgörü, öncelikle güçlülerin sahip olmaları ve sergilemeleri beklenen bir ahlâkî erdemdir. En büyük güç devlet olduğuna göre, hoşgörünün öncelikle devleti yönetenlerde bulunması gerekir. Öyleyse hoşgörü aynı zamanda siyasi bir erdemdir ve özellikle demokrasinin varlık şartlarındandır. Başka yönetim şekillerinin başarılı olmasında da hoşgörünün her zaman büyük payı olmuştur.
***
İslam siyaset kültüründe yönetimin adaletli olması kadar hoşgörülü olmasına da teorik olarak büyük önem verilmiştir. Bunun erken dönemlerden itibaren İslam siyaset düşüncesinin bir ilkesi olduğuna ve önemli ölçüde uygulamaya da yansıdığına dair zengin bir birikim mevcuttur. Aşağıda sunacağım örnek, öncelikle, din farkı gözetmeksizin devletin herkese karşı âdil olması gerektiği yönündeki İslam’ın ilkesini yansıtır. Ama –daha da önemlisi- bu örnek ve sayısız benzerleri, Müslüman yöneticilerin fiilen ilim ve fikir insanlarının uyarıları karşısındaki engin hoşgörüsünün de somut belgelerindendir. Örneğimiz, 1200 yıl önce yaşamış olan Ebû Ubeyd’in Kitâbu’l-Emvâl (Riyad 2007, I, 278) adlı ünlü eserinden.

Eserde anlatıldığına göre, Müslüman yöneticilerle yaptıkları anlaşma çerçevesinde Lübnan dağlarında yaşayan gayrimüslimlerden bir grup yönetime başkaldırmıştı. Olay üzerine dönemin Şam valisi Salih b. Ali isyana katılan katılmayan herkesi yerlerinden sürmüştü. Abbâsîler’in başlangıç yıllarının ünlü bir hukukçusu olup, 774 yılında vefat ettiğinde Beyrut’taki cenaze törenine Yahudi, Hıristiyan ve Kıptîler’in de katıldığı İmam Evzâî, valinin bu uygulamasını öğrenince ona bir mektup yazdı. Şöyle diyordu:

“Nasıl olur da isyan eden bir azınlığın yüzünden oradaki herkesi sorumlu tutar, mallarını elinden alıp yerlerinden sürersin! Allah, bir grubun yaptığı yüzünden herkesi sorumlu tutmaz… Senin burada uyacağın en önemli yasa Allah’ın yasası, uyacağın en geçerli talimat Allah Resûlünün şu talimatıdır: ‘Bir anlaşmalıya zulüm yapanın, gücünün üstünde sorumluluk yükleyenin düşmanı benim!’ Kanı dokunulmaz olanın malı da dokunulmazdır. Onlar senin kölen mi ki, kendilerini istediğin yere sürersin! Onlar devletinin güvencesi altındaki özgür insanlardır…”
Bu mektubun, devrinin en büyük din âlimlerinden birinin kaleminden çıktığına ve Müslüman olmayanların hukukunu koruma amaçlı yazıldığına özellikle dikkat etmeliyiz. Ayrıca mektup, İslam’ın daha ikinci yüzyılına ait olması itibariyle orijinal İslam’ın güçlü bir ahlâkî ve siyasi ilkesini vurgulaması bakımından ihmal edilemez bir öneme sahiptir. Yine bu mektup, hem yönetimin ilim insanlarına saygısının hem de dönemin ilim ve düşünce insanlarının taşıdığı –günümüzdeki güzel deyimiyle- aydın sorumluluğu ve cesaretinin değerli bir belgesidir. Nihayet mektup, çağdaş Müslüman toplumlardaki din âlimlerinin devlet ve siyaset çevreleriyle ilgili tutumlarının, İslâmî ilke ve değerlerle ne oranda uyuştuğunu anlamak için de –pek çok benzerleri gibi- bir mihenk taşıdır.

Modern Batı toplumları –haklı olarak- gerektiğinde kendi kültürel kaynaklarına referansta bulunmayı, oralardan beslenmeyi ihmal etmezler. Bizim de içinde yaşadığımız çağı insan onuruna ve temel insani değerlere göre inşa etmemiz için yararlanacağımız, böyle sayısız yüksek kültürel kaynaklarımız vardır. Özellikle tarihçilerimiz ve ilâhiyatçılarımız bunları çağımıza sunmak zorundadırlar.

Bu çağda hilafet? Taha Akyol/29.07.2020


Türkiye’yi severek ve rasyonel olarak düşüneceksek sormamız gereken ilk soru, Hilafetin Türkiye’ye zarar vermeden nasıl gelebileceğidir.
İslam tarihindeki pratiğe baktığımızda, ilk halifeler ileri gelen on, onbeş kişinin “şûra” toplantısında seçilmişti. Bu, kabile toplumlarında görülen bir gelenekti, İslam öncesinde de belirli yüksek görevler kabileleri temsilen ileri gelenlerin toplantısında seçilirdi.

Kuran’da ve Hadis’te ne hilafet vardır ne de nasıl seçileceği konusu…

Bugün “ileri gelenler” kimlerdir? Nasıl belirlenirler? Toplum onlara niye boyun eğsin?
Müslüman ülkeler niye kabul etsin, hatta tepki gösterirler.

Tarihteki diğer pratik, hükümdarın halife sıfatına sahip olmasıdır. Bu yüzden zalim ve sarhoş halifeler de olmuştur, başta Yezit olmak üzere.
Osmanlı ailesinden birini kurayla halife mi ilan edeceğiz yoksa?!

TARİHİN DERSLERİ

Abbasi imparatorluğunu kuran Ebü’l Abbas’ın ünvanı “seffah”tı, yani kan dökücü!

Emevi ailesinin mensuplarını bebeklere varıncaya kadar kılıçtan geçirmişti!

Siyasi kin ve siyasi hırs denetimsiz ve dengesiz kalırsa neler yapabilir, görüyorsunuz!

Sorun dinli ilgili değil. O çağlarda bütün dünyada hanedanların iktidar savaşları böyle korkunç katliamlarla yürütülürdü.

İslam’ın adalet emri ve Veda Hutbesi’ndeki temel haklar ahlaki tavsiyeler ve uhrevi mesuliyetler olarak kalmış, “kamu hukuku”na evrilmemişti. Bu gerçeği Hayrettin Karaman da yazdı.

Halife olacak kişinin hukuki yetkileri ve hukuken sorumlu kılınması nasıl olacaktı?

Nasıl denetlenecek, nasıl dengelenecekti?

Temel haklar hangi kurumlarca güvenceye alınacaktı?

Bu soruların hilafet tarihinde cevabı yoktur!

Kamu hukukunun gelişmemiş olmasının sonuçlarıdır bunlar.

Bu yüzdendir ki, Sayın Hayrettin Karaman “İslami sistem de mekanizma olarak başkanlık sistemine benzer” diye yazdı.  (Yeni Şafak, 15 Aralık 2015)

Ve, CB sistemine proaktif destek verirken denetim ve denge, kuvvetler ayrılığı gibi hayatî prensipler CB sisteminde var mı diye sormak aklına bile gelmedi.

ANAYASA ÖRNEKLERİ

Prof. Ahmet Akgündüz, “İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, Kamu Hukuku” adlı kitabında “İslam anayasası” denilen iki metin yayınladı. Biri 1951, öbürü 1983 tarihli. (Sf. 96 vd.)

Her ikisi de “Hakimiyet Allah’ındır” diye başlıyor. Fakat Prof. Fazlur Rahman’ın dediği gibi, böyle yazınca hâşâ Allah gelip yönetmeyecek. Yine insanlar kanunlar koyacak, kurumlar oluşturacak...

Bu ‘anayasa’larda devlet başkanı halife gibi düşünülmüş, çok geniş yetkiler verilmiş. Çünkü tarihteki hükümdar-halifeler örneğiyle düşünmüşler: Kuvvetler ayrılığı yok…

Her iki metinde de bir “şûra meclisi” var fakat üyeleri nasıl seçilecek, yetkileri ne olacak belli değil!

Fıkıhtan niye çağımızda bir devlet sistemi çıkarılamıyor; açık değil mi?

Batı tarihinde çok daha kanlı saltanat ve güç savaşları, ‘kan dökücü’ diktatörlükler oldu. “Doğal hukuk” doktrini sayesinde zamanla “gücü nasıl sınırlarız, yürütme gücü karşısında hak ve hürriyetleri nasıl garantiye alırız?” düşüncesi gelişti; anayasa hukuku doğdu.

Bugün Müslümanlar niye Batı’da yaşamak istiyor? Belli değil mi?

TARİH LABORATUVARI

Tarihe laboratuvar gibi bakmalıyız: Hilafet tarihsel bir kurumdur. 18. Yüzyıldan itibaren toplumsal ihtiyaçları karşılayamaz hale gelmeye başladı.

Halife-Sultanlar bu sebeple modernleşme yönünde reformlara, modern kanunlar almaya yöneldiler.
Bugün tarihte yaşamıyoruz.

Bilim devrimini, endüstri devrimini, tabii hukuk felsefesini, kamu hukukunu, nihayet anayasa hukukunu idrak etmiş bir çağda yaşıyoruz.
Çağımızda düzgün devlet idaresi ancak hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, denetim ve denge, yargı bağımsızlığı, temel hak ve hürriyetler gibi modern kavramlarla mümkündür.

Başka türlüsü tutmuyor zaten; bakın İslam dünyasının haline.

Hilafet gibi hayallerle Müslümanların beyin enerjisini israf etmenin sonuçları da ortada; yine bakın İslam dünyasının haline.

Dahası, bunlar İslam’ın ontolojik mesajını, evrensel adalet ve güzel ahlak değerlerini de gölgeliyor, hatta içini boşaltıyor.

Tarih tecrübesi Müslümanlar için de demokratik, laik, sosyal hukuk devletini işaret ediyor.

Müslüman beyni ancak siyaset ve rejim kavgalarından kurtularak demokratik hukuk devletinin özgürlük ve güven ortamında bilime, sanata, hikmete, felsefeye, teknolojiye yönelebilir.

Başka yol var mı?

Romantik Osmanlıcılıktan Halifelik Devşirmek Prof. Dr. İsrafil BALCI/29 Temmuz 2020


Ayasofya’nın ibadete açılışı ile beraber Osmanlı’nın ihya edildiğini sanan kimi çevreler iyice havaya girmiş olacak ki, var olduğu zaman bile tamamen bitmiş, tükenmiş, iflas etmiş ve dahi ölmüş olan bir kurumu/halifeliği geri getirmek için kolları sıvamış!
Nitekim halifelik için toplanma çağrıları yapanlar oldu. Ne diyelim herkes her şeyi düşünmek, söylemek, istemek ve konuşmakta serbesttir.
Bir yandan kılıçla hutbeye çıkan Diyanet İşleri Başkanı’na Şeyhulislâm rolü verilirken, bir yandan da halifelik naraları atmak olsa olsa Osmanlı romantizminin hayalperestliği olabilir.
Hadi içinizden bir Şeyhulislam çıkardınız ve bu rolü Diyanet İşleri Başkanına verdiniz, halife ilan edeceğiniz adam kim olacak?
Zira Kur’an’dan sonra en otorite kaynak olarak sunulan Buhârî ve Müslim başta olmak üzere tüm hadis kaynaklarında “halife Kureyş’ten olmalı” görüşü kayıtlıdır. Sözü edilen kesim hadisleri nas gibi gördüğüne göre, buna aykırı düşmemek için şimdiden bir Kuryeşli aramak/bulmak zorundadır. Samimiyet ve tutarlılık bunu gerektirir.
Halifelik beklentisinde olanlar bu çatı altında Müslümanların bir araya geleceği hayalinden henüz uyanmış değiller.
Oysa halifelik hiçbir dönemde Müslümanlar arasında birleştirici olmamıştır. Aksine çoğunlukla kanlı iktidar çatışmalarının en önemli muharrik unsuru haline gelmiştir. Gücü ele geçiren kendisini halife ilan ederek rakip veya muhaliflerinin adeta celladı olmuştur. Müslümanların tarihi bunun acı tecrübeleri ile doludur.
Halifelik kurumu birleştirici unsur ise, ilk önce bir evin çocukları olan Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki mücadeleyi (Cemel Savaşı’nı) izah etmek gerekir. Keza Hz. Ali ile Muaviye arasındaki iktidar savaşını, Hz. Ali’den kopan Hariciler’i ya da halifelik iddiasıyla ortaya çıkan sair muhalifleri nereye koyacağız?
“Hakem olayından” sonra Muaviye, kedi hakemi tarafından halife ilan edilince, kararı tanımayan Hz. Ali halifeliğini sürdürmüştür. Böylece iki ayrı halife ortaya çıktığı gibi, Hz. Ali’den ayrılan Hariciler de kendi içlerinden birisini halife seçmiştir. Sonuçta henüz sahabe döneminde üç ayrı halife çıkmıştır. Buyurun birleştiricilik!
Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra rakipsiz kalan Muaviye halifeliği saltanata dönüştürürken, aynı zamanda servis edilen içi boş iddiaları hadis diye sunup halifeliği/idareyi Kureyş tekeline özgü bir yapıya dönüştürmüştür.
Emeviler, yönetimi tekelde toplamış gibi gözükse de 90 yıllık iktidarları içinde muhalifler hiçbir zaman eksik olmamış ve birçok kanlı isyan çıkmıştır. Yürek yakan Harre olayı, Hz. Hüseyin ve Kerbela, Abdullah b. Zübeyr’in kurduğu halifelik, kanlı Harici isyanları ve sair isyanlar... Nerede kaldı birleştiricilik?
Bugün İslâm dünyası Sünnî ve Şiî olmak üzere iki ana kola ayrılmış ve tamamen birbirlerinden kopmuştur. Emeviler döneminde atılan nifak tohumları ile beraber ayrışan bu iki dünya, o gün bu gündür asla birleşememiş, birleşme şansı da kalmamıştır.
Şiîler imameti/idareyi/yönetimi Ehl-i Beyt’e sabitlerken, Sünnî gelenek Şîa’nın bu yorumundan esinlenip onlara alternatif olarak Kureyşilik tezini ortaya atmış ve idarenin Kureyş’de olması gerektiğini savunmuştur. Hatta tıpkı Şîa gibi bunu inanç doktrinine dönüştürmüştür.
Saltanatı Emeviler’den devralan Abbâsiler Kureyşlik kriterini aynen benimserken, ilaveten halifeyi/halifeliği dinî statüye büründürmüşler ve ona belli bir kutsiyet atfetmişlerdir. Böylece halifeler otoritelerini ilahi güce dayandırıp iktidarlarını tahkim etmeyi hedeflemişlerdir. Hâlbuki İslâm’da bir kişi veya zümreye kutsallık atfedilmez veya ruhbanlık sınıfı yoktur.
Abbâsî halifeleri, hilafet makamına böyle bir rol vermişse de, ihtilalin ilk gününden itibaren kanlı isyanların ardı arkası kesilmemiştir. Mevali ve Arap isyanları, Ali evladı isyanları, Harici isyanları vs isyanlar… Zulüm, kan, gözyaşı ve ayrışmalar hiç mi hiç bitmemiştir.
Abbâsiler’in ilk asrına kadar halifeler bir şekilde krallık gibi tek otorite görüntüsündeydi. Ancak bu süreçten sonra halifelerin gücü giderek tükenmiş, kimisi darbe ile kimisi suikastla makamdan edilmiş, kimisi ise muktedir komutanlar veya hanedanlar elinde kukla olmuştur.
Dikkat edilirse Abbâsiler zamanında Bağdat ve Endülüs’te iki ayrı sünni halife bulunurken, ayrıca Mısır’da ise Şiî Fatımî halifesi ortaya çıkmış, İslâm dünyası uzun asırlar bu üç başlı yönetimle idare edilmiştir. Arada çıkanların ise sayısı belli değildir.
İlhanlı hükümdarı Hülâgü’nün 1258’de Bağdat’ı işgali ile beraber Abbâsi halifeliği yıkıldıktan sonra, Memlükiler Moğolları Aynicâlût’da (1260) durdurunca, idareyi ele geçiren Baybas halifeliğin siyasi gücünden faydalanmak için tüm Müslümanların hamisi olma adına Mısır’da kukla Mısır-Abbâsi halifeliğini kurmuştur.
Yaklaşık 310 yıl kadar süren bu sözde halifelik, 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı ele geçirmesi ile son bulmuş ve Osmanlı İslâm dünyasının tek hakimi olmuştur. Keza halifeliğin hiçbir fonksiyonelliği kalmadığı için, bu kurumu yeniden ihya etme gereği duymamıştır. Edemezdi de, zira halife Kureyş’ten olmalıydı.
Çöküş döneminde II. Abdulhamit halifeliği yeniden ihya etmeye çalışmışsa da, Osmanlı’nın ve halifeliğin gücü tüm Müslümanları birleştirmeye yetmemiştir. Nitekim padişahın çağrılarına rağmen Arapların çoğu halifenin değil İngilizlerin peşinden gitmiştir.
Diğer yandan hilafet kurumunun hiçbir dinî mahiyetinin olmadığını da hatırlatayım. Zaten yapı itibarıyla saltanat ve krallıktan farkı yoktur. Oysa Kur’an Neml suresinde krallığı yermektedir (Neml 34).
Sözün kısası halifelik tamamen siyasî bir kurumdur ve Araplar’ın benimsediği bir yönetim biçimidir. Üstelik bugün onların bile böyle bir arayışı veya talebi yoktur.
Diğer yandan halifenin seçimi konusunda da hiçbir kriter getirilememiştir. Kim halife olacak diye bir tartışmanın zemini oluşturmak kimseye bir şey kazandırmaz. Eş’ârî kelamcısı İmam Harameyn el-Cüveynî’nin ö. 478/1085) dediği gibi, gücü ele geçiren kendisini halife ilan etmiş veya edebilir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de birileri kendi halifesini ilan edip bir nevi monarşik idare isteyebilir. Neticede hayalperestliğin sınırı yoktur, ancak unutulmasın ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nizamı bellidir. Gerisi beyhude çabadan başka bir şey değildir.
Müslümanların bu tür içi boş arayışlara değil, bilimin aydınlık rehberliğinde ilerlemeye, teknolojiye, hukukun üstünlüğüne, ileri demokrasiye ve özgürlüklere ihtiyacı vardır.

28 Temmuz 2020 Salı

Sıra hilafette mi? Taha Akyol/28.07.2020


AK Parti’nin ilk iki dönemi evrensel hukuka yönelen reformlarla geçti. Türkiye’ye yılda 20 milyar dolara kadar yabancı sermaye geldi; dünya ekonomisindeki payımız yüzde 1.23’e kadar yükseldi.
Fakat Batı’dan gelen otoriterleşme eleştirileri iktidarı öfkelendirdi.

Artık “stratejik ortağımız” Rusya’dır!

Bu süreçte AK Parti’nin içinde ilk iki dönemdeki değerleri savunanlar da tasfiye edildi.

Bu yönelişin sonuçları bellidir: Yatırım gelmiyor, dünya ekonomisindeki payımız da 2019’da yüzde 0.86’ya düştü.

Bu durumda kitleleri tutmak için eski “Milli Görüş gömleği”ni bile aşan keskin bir ideolojik dil geliştirildi.

DÜN VE BUGÜN

İstanbul Sözleşmesini övünerek imzalamak ama şimdilerde lanetlemek…

Ayasofya’nın açılmasını “tezgah” olarak nitelemek, hatta İslamofobiyi tahrik edebileceğini söylemek ama şimdilerde muazzam bir törenle açmak…

İktidar partisindeki değişimi simgeleyen olaylardan sadece ikisi.

Artık tarikat vakıflarının bildirilerinde İstanbul Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesiyle yetinilmiyor, Türk Ceza Kanunu’nun ve Türk Medeni Kanunu’nun da “medeniyetimizin değerlerine göre” değiştirilmesi isteniyor.

Nihayet, hilafetin gündeme getirilmesi sürpriz değil!

CB sistemi Türkiye’yi uçuracak derken, ideolojik aşırılık artık devletin temel niteliklerinin reddedilmesi boyutlarına tırmanıyor.

Demokratik toplumda böyle fikirler, gruplar olabilir. Sorun, devletin niteliklerini, yani rejimi sorun sayan bu kesimlerin iktidarın kanatları altındaki çevreler olmasıdır.

DEMOKRATİK LAİK…

Parti Sözcüsü Ömer Çelik, “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” vurgusu yapan, “Cumhuriyetimiz tüm nitelikleriyle göz bebeğimizdir” diyen çok isabetli bir açıklama yaptı.

Tanıdığımız Ömer Çelik bu sözlerinde samimidir, gidişattan çok endişeli olduğunu da tahmin ederim.
Fakat oy kazanmayı birinci ölçü sayan iktidar bir yandan bu çevrelerle ittifakını sürdürmek, öbür yanda ise rejime bağlı milyonlarca seçmene “demokratik laik sosyal hukuk devlet” mesaj vermek gibi bir siyaset izliyor.

İktidarın ilk iki dönemindeki evrensel hukuk yönelişini bırakıp dinimizi ve tarihimizi siyasallaştırması adım adım öyle bir atmosfer yarattı ki, ne ekonomi için “güvenli liman” görüntüsü kaldı, ne hukuk güveni, ne de toplumda huzur ve istikrar…

Ekonomiyi krize iten, iktidara da büyük şehirleri kaybettiren asıl faktör iktidarın bu yönelişi olduğu halde, oy tutmada son kale gibi ideolojiye sarılması nasıl bir sarmala girdiğini göstermiyor mu?

Kendisi için de Türkiye için de hazin bir tablo…

HİLAFET KONUSU

Dün bir dergide “Müslümanların birleşmesi için hilafet şart” diyorlardı. Hilafet Hz. Ali Efendimizle ile Hz. Ayşe Validemizi birleştirmiş miydi?!

Sıffin savaşlarında 70 bin Müslüman birbirini öldürürken hilafet vardı ve bu vahim kanlı kavga hilafet kavgasıydı!

Yeniden bir “kim halife olacak” girdabına kapılmanın yol açacağı felaketleri bir düşünün!

Hilafet artık hayalden öteye gitmez çok şükür.

Hilafet dini ve kutsal bir kurum değildir.

Hilafet siyasi bir kurumdur, tarihen monarşik devlet başkanlığıdır.

Evet Osmanlı hilafeti kurumlaşmıştı; Türkiye’de kurumsal devlet geleneğinin oluşmasında önemli katkısı da olmuştu. Fakat Osmanlı çökerken de hilafet vardı.

Cellatlar elinde can veren halife padişahlar da olmuştu!

OSMANLI ROMANTİZMİ

Bazı İslamcılarda hilafet tahayyülünü besleyen bir faktör Osmanlı romantizmidir.

Halbuki Osmanlı kurumları ve Osmanlı hukuku eskimiş, daha 19. Yüzyılda işlevini kaybetmişti.

Sultan Abdülaziz’in kendisinin kurduğu Sayıştay’ı 11 Mayıs 1868’de ziyaretindeki şu sözlerine bakın:
“Geçen asırlarda halkın ve memleketin çıkarları konusunda yapılmış olan şeylerden çağımızda artık istifade kabil değildir. Geçmişte konulan usul ve kanunlar memleketimizin ve halkımızın ihtiyaçlarına yeterli olmuş olsaydı bugün Avrupa’nın en medeni ve en muntazam devletleri arasında olmamız gerekirdi.”
Bu konuda ayrıntılar için benim “Türkiye’nin Hukuk Serüveni” adlı kitabıma bakabilirsiniz.

Evet, bugünkü İslamcıların idealize ettiği Osmanlı kurumları bilim devrimi üretebilecek, sanayi devrimi için iktisadi birikim yaratabilecek nitelikte olsaydı, Osmanlı kendi başkentini bile kurtaramayacak kadar zaafa düşer miydi?

Çağımızda Müslümanların hilafete değil, modern bilime, hukuk devletine, özgürlüklere ihtiyacı var.

Hilafet gündemi provokasyon mu? Ahmet Taşgetiren/28.07.2020


...
Provokasyonu falan ondan sonra konuşur hale geldik.

Acaba bugün “Hilafet”i konuşmak provokasyon mudur? Ayasofya’nın açıldığı, “Bundan sonra hangi adım gelecek?” sorularının sorulduğu, “Tayyip Erdoğan’ın 2023’e kadar ajandasındaki bütün maddeleri tek tek hayata geçirme kararlılığında olduğu”, “Bunlar arasında Hilafet’in bulunup bulunmadığının tartışıldığı”, ya da “Bunlar neler olabilir?” sorularına cevap arandığı bir zamanda “HİLAFET: Şimdi değilse ne zaman sen değilse kim?” diye bir kapak sözü ile çıkan bir derginin yayın yönetmeni bu mesajın sadece “Biz Müslümanların birliğinden bahsediyorduk” şeklindeki bir izahla “Provokasyon” iddialarını durduracağını sanıyorsa ya çok saftır, ya da dünyayı çok saf zannediyordur. İkisi de değilse, o zaman başka bir şeyin peşindedir.

Bilemiyorum, mesela Anadolu’nun, Trakya’nın bir şehrinde ya da bir tv kanalında “Yakında hilafet var mı?” diye bir soru ile karşılaşsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cevabı, Tekirdağ’daki vatandaşa verdiğine benzer bir şey mi olur, yoksa “Bekleyin bakalım” gibisinden her yoruma açık bir cümle mi olur? Ne dersiniz?

Hilafet… İslam dünyasının birliği… Ümmet…

Mesela önce İslam İşbirliği Teşkilatı’nın içi doldurulabilse değil mi?

Yooo, adı konsa, bir “Halife” ortada dolaşsa ümmet hemen bir araya gelir!!! Öyle mi?

Arap isyanı ne zaman başlamıştı?

Osmanlı halifesi henüz yerinde iken… İngilizler’in “Seni halife yaparız” yemine atlayan Şerif Hüseyin tarafından değil mi?

“Hilafetin kaldırılması”nı tartışmak ayrı. Buradaki “İngiliz hesapları” ayrı.

Ama Hilafet’in o günlerdeki etkinliğinin boyutları da ayrı, bugün yeniden “Halifelik” konuşmanın olabilirlik zemini de ayrı.

Halifelik müessesesinin içinin dini – siyasi anlamda bugün nasıl doldurulabileceği konusu da ayrı.

Bakar mısınız, bir “İslamcı” yazar, söz konusu derginin kapağını retweetliyor, Tayyip Erdoğan’ın yoluna baş koyduğunu defalarca açıklayan bir başka isim ise yapılanı “28 Şubat öncesi” olanlara benzetip provokasyon kaygısını dile getiriyor.

Daha konunun bir derginin kapağındaki hali bile yakın platformlardaki insanlar arasında böyle uç yorumlara sebep oluyorsa, varın başka dünyalarda nasıl karşılık bulur hesap edin…

Bir yandan “İslam dünyası var mı ki?” sorularının sorulduğu bir zamanı yaşıyoruz. “İslam dünyası olsa Filistin böyle mi olur, böyle mazlûmiyetler mi olur?” sorularının sorulduğu zamanları yaşıyoruz. Bir yandan “En sembolik” alanların devreye sokulduğu süreçleri…

“Yeterince güçlendik!

Dünyaya meydan okuyabiliriz!

7 Düvel ne ki!”

Hoş bir psikoloji. Gururumuz kamçılanıyor. “Yiğit düştüğü yerden kalkar. İstanbul’da düştük, İstanbul’da ayağa kalkacağız. O günler geliyor. Belki yarın belki yarından da yakın!”

“Halife-i ruy-i zemin… Yeryüzünün halifesi…” Türkiye Cumhurbaşkanı böyle tanımlansa…

Kaygılananlar niye kaygılanıyor, umutlananlar niye umutlanıyor ve neden içimizde “Bu işler akılla mı yapılıyor hislerle mi?” sorusu deveran ediyor? Ülke için endişe mi baskın, yoksa yüreklerimize sinmiş korku mu?

İslamcılar eşiyle eşit haklara sahip olmayı sindiremiyor Kani Torun/Gelecek Parti


"Türkiye'nin esas gündemi; hilafet tartışması değil. O yüzden esas gündemi konuşmak lazım. 'Cumhurbaşkanlığı Hükümeti Sistemi' denilen ucube sistemin götürdüklerini konuşalım. Halifelik idealine sahip olan birtakım gruplar var ama gerçekçi bir karşılığı yok şu anda dünyada. O türden bir halifeliğin de dini bir karşılığı yok. Halifelik zaten siyasidir. Katoliklik'teki Papa'nın karşılığı değildir, siyasidir.

Yeni partilerin kurulması AK Parti’de tedirginlik yarattı, çünkü yeni sistemde yüzde 2'lik oy bile çok önemli. Bir yıl önce gündemde bile olmayan Ayasofya, yeniden masaya yatırıldı. Ne içeride ne de dışarıda Ayasofya'nın açılması büyük olay oldu. Ayasofya iç politika malzemesi olarak kullanıldı, bu yüzden insanlarda burukluk oluştu. Ama biliyoruz ki; namazla niyazla alakası olmayan tipler Ayasofya'da saf tuttu.

Aynen iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de iki temel yanlış var: Birincisi her şey kişiselleşti artık. Bir ekibin çalışması yok. Kurumsal altyapı çökertildi. İkinci yanlış da stratejik vizyondan kopmak oldu. Artık günübirlik bir siyaset yapılıyor. Yeni sistemle birlikte Dışişleri Bakanlığı devre dışıdır. Kariyerden yetişme çok kaliteli insanlar vardır, bunlar yeterince değerlendirilmiyor. Bu da kurumsal bir zaafiyet oluşturuyor.

Türkiye tamamen diplomasiden vazgeçti, sürekli askeri çözümlerle dış politikaya müdahale ediliyor. Tamam, Libya'da başarılı olduk… Ya Mısır da sahaya girerse? Eğer Libya'da Rusya'nın teklifi kabul edildiyse çok tehlikeli. Rusya Wagner'i kullanarak süreci Moskova'ya taşıma niyetinde. Bu eğer kabul edilirse Türkiye tarafından bu ikinci Astana sürecidir ve Libya’ya geçmiş olsun. Parti olarak Libya konusunda doğru yapıldığını düşünüyoruz. Sadece diplomasiye biraz daha önem verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Suriye konusunda Türkiye'yi suçlamanın haksızlık olduğu kanaatindeyim. Esed kimyasal silah kullandı. Dünyanın süper gücü gıkını çıkarmadı. Türkiye yarı yolda bırakıldı. Milyonlarca mülteciyle baş başa bırakıldı. Türkiye Suriye'de yalnız bırakıldı, varil bombaları ile halkını bombalayan bir Devlet Başkanı’na birilerinin ses çıkarması gerekiyordu… Bu konuda Türkiye'ye haksızlık yapıldı. Türkiye, el sıkıştırdığı takdirde Esed'e hiçbir şey yaptıramaz. Bir tane mülteci de geri gitmez.

Şu andaki mevcut iktidarın görünmez ortaklarından bir tanesi MAO'cu, Çin'in etki ajanlığını yapan bir siyasidir. Şimdi bunlarla yatağa girdikten sonra tabii ki Çin'e laf etmesi zor olacak. Son tahlilde eğer Türkiye, demokratik değerleri öne alan bir ülke olsaydı Çin'e laf etmek için elinde malzeme olurdu. Hazine ve Maliye Bakanı'nın sözünü hatırlayın. 'Para gelmesi için illa demokrasi şart değil, Çin'e geliyor.' Zaten kıbleleri Çin'e dönmüş durumda. Bu durumda elbette Uygurların çektiklerinden bahsedemezler. Her şey kişiselleştiği kısır ve kişisel politikalar izleniyor. Halbuki Türkiye'nin Uygurlar konusunda söyleyecek ciddi sözleri var. Çin ile ticari ilişkileri eskisi gibi olmaz ama tamamen bozmaz. ABD, Çin’ karşı en ağır sözleri söyleyen ülke. Çin, ABD ile ticaretini bozuyor mu? Türkiye, buradaki zulme sessiz kalmadığında ahlaki üstünlüğü de kazanacaktı. Maalesef hiçbir konuda ahlak kalmadığı için ahlaki üstünlüğü de unuttular.

1980'lerden sonra Türkiye'de kadın hakları yavaş yavaş konuşulmaya başlandı. Konuşuldukça din ile geleneği birbirine karıştıran kesimler, feodal aile yapısını 'dinin' kendisi zannedikleri için, onların gözünde 'feodal aile' yıkıldıkça 'din' yıkılmış oluyor. Halbuki burada bir değişim var ve maalesef değişime yine erkekler ayak uyduramıyor. Türkiye'de erkekler, en başta dindar erkekler olmak üzere kimse bu değişime ayak uyduramıyor.

Ne yapıyor? Karısı ile eşit paylaşımı kabul edemiyor. Karısı ile eşit hakları kabullenemiyor. Ondan sonra şiddet uyguluyor... Şiddet uygularsan; kusura bakma sonucuna da katlanırsın. İstanbul Sözleşmesi de bunu diyor. Hani diyorsunuz ya İslami çevre, bizim arkadaşlarımız... Bunlar, bütün bu süreçleri yok farz ediyor. Bu arkadaşlarımız 'Kızlar okusun ama çalışmasın' diyor. Bu mümkün değil; okuyan kız çalışır. Ya da 'Çalışacak ama eve geldiğinde; erkek yatacak kadın yine çalışacak' diye düşünüyorlar. Böyle bir dünya yok.

Türkiye'de İslami kesim dediğiniz; bu zihniyetin uç noktası Afganistan'daki Taliban'dır. Taliban 'Kadınlar okumasın' diyor aslında 'Türkiye'deki İslamcılar'dan daha dürüst ve daha iç tutarlılıkları var. Taliban diyor ki; okursa çalışacak. Çalışmasını istemiyoruz okumasın, otursun evde. Türkiye'nin böyle olmasını istiyorsa bu arkadaşlar, aslında böyle bir örnek var. Ama yok okuyorsan, çalışacak. Böyle bir dünya yok. Tıp okuyorsa doktor olup çalışmayacak, hukuk okuyorsa avukatlık yapmayacak. Kadın, çalışınca eve geldiğinde kocasından eşit haklar isteyecek. Burada çağa ayak uyduramayan ve dediğim gibi feodal gelenekleri 'din' zanneden ve çağ dışı bir İslami kesim var. Türkiye, bu kesimle yüzleşmeli, bunlar bizim arkadaşlarımız... Bunlarla yüzleşerek, bu sorunları aşmamız gerekiyor.

Bu değişim kaçınılmaz; bu arkadaşlar selin durdurmak istiyor, önüne duvar örmek istiyor. Geçmiş olsun artık o sel duvarı delip geçer. Feodal zihniyeti 'din' olarak verirsen; onunla beraber 'din' de gider. Dolayısıyla burada yapılacak şey; örneğin sel geldiğinde, kanallardan suyu dağıtırsanız birincisi gücünden elektrik elde edersiniz. İkincisi suyu aynı zamanda sulama amacı ile kullanırsınız. Böyle bir değişim var. Bizim yapmamız gereken değişimi; doğru düzgün, aileyi parçalamadan ve öncelikle erkeklerimizi eğiterek yapmamız lazım.

İstanbul Sözleşmesi'nden çekileceklerini düşünmüyorum, evet çok konuşulacak fakat Türkiye imzasını geri çekmeyecek. Belki bazı kanuni değişikler gündeme gelebilir."

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Artık bu CHP AK Parti’nin işine yaramıyor! Mehmet Ocaktan/27.07.2020


Dışarıdan bakan tarafsız bir göz, özellikle son beş yılda Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’de demokratik değişim yönünde önemli adımlar attığını rahatlıkla görecektir.
Şunu öncelikle ifade etmek gerekiyor ki, CHP’yi sadece bugünkü değişim adımlarıyla okumak doğru bir yaklaşım olmaz elbette. Siyasi tarihimizin penceresinden baktığımızda CHP’nin otoratik bir gelenekten geldiğini, dolayısıyla bugünden ibaret olmadığını da söylemek gerekiyor.

Geçmişte darbelere yakın durmuş, ya da darbelerle birlikte anılmış bulunan CHP, bugün kendisini sivil ve demokratik alanda konumlandırmaya ve de orada tutunmaya çalışan güçlü bir refleks gösteriyor. Aslında Kılıçdaroğlu’nun Atatürkçülüğü sivil ve demokratik bir söylemle sentezleyerek, CHP’de çok daha ciddi bir değişimi gerçekleştirmeye çalıştığı muhakkak.

Ancak esas itibariyle bugün CHP’yi önemli kılan, demokratik anlamda kendi içinde hala bir takım sıkıntıları olmakla birlikte günümüzün otokratik sistemini değiştirmede üstlendiği tarihi roldür.

Hafta sonu Ankara’da gerçekleşen büyük kongrede Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı 13 maddelik “değişim manifestosu”, bu açıdan ciddi bir değişime işaret ediyor. Yeni bir anayasa ve Kürt sorununu merkeze alan manifesto özetle şöyle:

1-Yeni anayasa: Darbeler hukukundan ve vesayetten arındırılmış, kuvvetler ayrılığına dayalı yeni anayasa ve güçlendirilmiş bir parlamenter sistem.

2-Toplumsal barış: Başta Kürt sorunu olmak üzere tüm toplumsal sorunlar, demokrasi temelinde ve TBMM öncülüğünde çözülecek.

3-Liyakat sistemi: Devlet hizmetlerinin partizanca, çıkar amaçlı olmasının önüne geçilecek. İşi ehline vermek devlet politikası olacak.

4-Seçim yasası değişecek: Milletin vekilini millet seçecek. Seçim barajı kaldırılacak. Genel başkanlar değil, vekili millet seçecek.

5- Siyasi ahlak yasası çıkacak. Vatandaşla, siyasetçi arasındaki güven inşa edilecek.

6-  Kamu ihale kanunu yeniden düzenlenecek.

7-  Sayıştay gerçek işlevine kavuşacak, Ulusal Vergi Konseyi kurulacak.

8-  Güçlü bir Stratejik Planlama Teşkilatı kurulacak.

9-  Eğitim sistemi tüm bileşenlerin ortak çabasıyla yeniden yapılandırılacak.

10-  Gelecek nesiller için yaşanabilir dünya teslim etmek için ekosistem kurulacak.

11-  Aile destekleme sigortası olacak, asgari gelir desteği sağlanacak.

12-  Yeni merkez-yerel dengesi oluşturulacak: Yerel yönetimlerin gelirleri arttırılacak, kayyum uygulamalarına son verilecek.

13-  Ortadoğu barış ve işbirliği teşkilatı kurulacak.

CHP’nin bir süredir belirgin hale gelen değişimci politikalarının nasıl bir geleceğe evrileceğini, daha doğrusu parti içindeki otokratik geleneğin bu yeni politikaları ne ölçüde içselleştireceğini kestirmek mümkün değil. Ama şu bir gerçek ki Kılıçdaroğlu’nun demokratik söylemiyle CHP ülkeyi kutuplaştırıcı politikalardan uzak tutma yönünde önemli adımlar atıyor. Özellikle başörtüsü konusunu siyasallaştıran tavrından kurtulması Türkiye siyaseti adına önemli bir kazanımdır.

Genellikle siyaset geleneğimizde seçmen kitlesinin ana eksenini oluşturan iki büyük parti arasındaki sert kavgalar, her ne kadar partiler açısından kolaylaştırıcı bir enstrüman olsa da, aynı zamanda kutuplaşmayı da derinleştiren bir unsur olmuştur.

Son dönemde Kılıçdaroğlu bu geleneği tersine çeviren bir politika izliyor. Mesela doğrudan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı hedef almak yerine, AK Parti’nin politikalarını eleştirmeyi tercih ediyor. Ve Erdoğan’la polemiğe girmekten özenle kaçınıyor. Hatırlayalım, Kılıçdaroğlu yerel seçimler öncesinde Erdoğan’ın CHP’yi hedef alan sert söylemlerine karşı cevap verme yarışına asla girmedi.

Nitekim seçim sonuçları bu politikanın doğru olduğunu tescillemiş oldu. Aynı şekilde Ayasofya’nın açılışı ile ilgili de “Elinizde yetki var, konuşmayın, yapın. Bizim itirazımız olmaz” benzeri pozitif bir politika izlemeyi tercih etti. Eğer CHP Ayasofya’nın açılışına karşı çıksaydı, AK Parti açısından siyasal getirisi daha yüksek olurdu. Bu yüzden, Kılıçdaroğlu’nun politikaları AK Parti’nin pek işine yaramıyor.

Belli ki artık yeni dönemde siyaset farklı bir sürece evriliyor. Talihsizlik o ki, CHP otokratik gelenekten değişimci ve demokratik bir iklime doğru yol alırken, AK Parti’nin CHP’nin geçmişindeki otokratik geleneğe özenir hale gelmesidir.

26 Temmuz 2020 Pazar

Genç kuşaklar İslâm’ı terk etmeyecekler de ne yapacaklar! Kenan Çapık/26.07.2020


Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Kenan Çapık “İnsanlar işsizlikten, şiddet dilinden, ayrımcılıktan bıktı. İnsanlar özgür, adil, şeffaf, öngörülebilir bir gelecek istiyor. Bunlar için kesif bir İslami jargona veya aidiyete ihtiyaç yok” diyor.
Bazı muhafazakâr İslamcı sosyal medya ve iletişim gruplarında Yusuf Kaplan’ın Yeni Şafak’ta yayınlanan “Türkiye’nin istiklal ve istikbal mücadelesi tehlikede!” başlıklı yazısı paylaşılıyor, gafil olunan bir tehlikeye karşı ‘camia’ muhasebeye davet ediliyor. Yazının en dikkat çekici bölümü Türkiye’de genç nesillerin sekülerleştiği, dinden uzaklaştığı, İslâm’a olan aidiyet bilincini ve bağlarını kaybettiği, bunun da varlığını İslam’a borçlu olan bu toplumun yok oluşu anlamına geldiğidir. Benzerlerini çok okuduğumuz, pek de yeni olmayan bu haykırış İslami camiayı yine bir tefekküre daldırmış görünüyor. Evet, aslında tam da Kaplan’ın yazısının sonunda dediği gibi “genç kuşaklar İslâm’ı terk etmeyecekler de ne yapacaklar!” Fakat bunun sebebi olarak öne sürdüğü gerekçeler acaba gençlerin dünyasında neye tekabül ediyor? Hangi İslam terk ediliyor? Sorun tam olarak nedir?

Bir kere muhafazakâr çevrede Yusuf Kaplan’ın temsil ettiği perspektif fazlasıyla soyut, makro, özcü ve dışlayıcıdır. “Yangın”,felaket”, “yok oluş” feryatlarıyla tam olarak neyi kast ettiği, hayatın içinden hangi bela ve musibetlere işaret ettiği belki ancak yine onun jenerasyonundan okurların kendi anlam dünyalarına yansıtabildikleri ölçüde birer tefekkür unsuru olarak kalıyor. Sözleri genç kuşaklar nezdinde ise neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Bu durum aslında Türkiye’de İslami cemaatlerin her daim temel sorunu olagelmiştir. Bir yanda kadim kültürümüzün kemikleşmiş belli öğelerince biçimlenen ve daima kahir ekseriyeti teşkil etmiş olan memleketin ‘Müslüman evladı’, diğer yanda Cumhuriyet tarihi boyunca bundan farklı bir Müslümanlığı yaygınlaştırmaya çalışan, ister sûfi ister selefi olsun, fakat hepsi de bu ekseriyetin diline, dünyasına nüfuz etmekte başarısız kalmış azınlık cemaatler, tarikatlar v.dğr. Acaba ‘İslam’ın bugünün dünyasına söyleyecek sözü yok mudur? Yoksa bu, hayatın akışkanlığı, çeşitliliği ve zenginliği karşısında insanları sürekli dondurulmuş rafine söylemlere çağırmaktan, yani ‘hayatı yadsımak’tan mı kaynaklanıyor? Emin olduğumuz en bariz gerçek, kapanacak görünmeyen bir iletişim mesafesinin her şeyi bulanıklaştırdığıdır. Bu yüzden yazımızda İslam kelimesi de tırnak içinde tutulmayı gerektiriyor. Hangi İslam? Kimin İslam’ı?
***
Kaplan, yazısına yine kallavi bir girişle başlıyor: “Türkiye, çok yönlü, kapsamlı ve zorlu bir istiklal ve istikbal mücadelesi veriyor.” Devamında “..uzun soluklu bir medeniyet yürüyüşüne çıktığımızı..” vurguluyor. Hocanın bu cümlelerine yine kendi aktardığı tespitle paralel bir yanıt verelim: Evet, genç nesiller bu mücadelenin, medeniyet yürüyüşünün ne olduğunu bilmiyor, çünkü umurlarında değil. Bu umursamazlığın nedeni cehalet değil, tersine bu kavram demetleriyle ne kastedildiğinin belli olmaması, daha ötesi, bu kavramlarla süslenen tez ve iddiaların genci yaşlısı bu memleketin Müslüman evladına artık fazlasıyla itici gelmesidir. Medeniyet kavramını, on yıllar, yüzyıllar içinde bir çerçeve kazanan, belli bir coğrafyada yaşayan bir topluluğu tanımlayan öğeler bütünü olarak düşündüğümüzde Türkiye’de ‘İslami hareket’ acaba bu bütüne hangi unsurları dahil edebildi? Bugün Müslüman, mütedeyyin, muhafazakâr, İslamcı denilince akla hangi nitelikler geliyor? Cemil Meriç’in ölçütüyle, medeniyet iddiamız insana ne kadar değer katabildi? “Müslüman olmadan önce gerçekleştirdiğimiz ilk yolculukta, pagan ve barbar Batılılardan farklı bir şey yapmadık.” Herhalde bu cümlenin ardında Müslüman olmayan toplumlarda adaletten, değerden, ahlaktan, hukuktan, refahtan söz edilemeyeceği ön kabulü yatıyor. Fakat gençler bu varsayımlara değil, toplumsal, siyasal ve ekonomik verilere bakıyor. Çoğunluğu tam da bu unsurlar için Batı ülkelerinde yaşamak istiyor.

Kaplan bir yerde “Bu iş, hamasetle, sloganla filan olacak bir iş değildir.” diyor. Fakat genç nesiller tam da yukarıdaki kavramlar demetini, üslubu ve verdiği mesajı hamaset ve slogandan ibaret görüyor. Türkiye’de ‘İslami hareketler’ -yalnızca genç nesillerle de değil-, her yaştan, mezhepten, meşrepten, inanç ve ideolojiden memleketimin insanıyla iletişime geçebilmek istiyorlarsa artık başka bir dil kullanmalılar.

“Varlık sebebimiz” İslam hakkında genç kuşak acaba ne düşünüyor? Hangi İslam? Dinsel inancın ve aidiyetin belli bazı kıyafet ve saç sakal modellerine indirgendiği, kişiyi sokağına, mahallesine, toplumuna yabancılaştıran ve aklını kiralamak isteyen bir yapıya mı dahil olsun? İçinde yaşadığı toplumu, hatta ebeveynini dahi küfürle itham ettiren, dışlayıcı, hakikat tekelcisi bir gruba mı katılsın? Elbette bu iki anlayışın farklı ve yumuşak tonlarda tezahürleri mevcut. Fakat günün sonunda hayatı yadsımak çoğunun ortak özelliği. Acaba İslam öte dünya çileciliğini mi vaz etmekte? İslam’ın protestanlaştırıldığına yönelik sık sık dile getirilen eleştiriler herhalde bu perspektiften hareket ediyor olsa gerek. Maalesef elde bundan farklı düşünmemize imkân verecek bir entelektüel malzeme de yok. Acaba İslam nasıl bir siyasal, ekonomik, toplumsal veya estetik düzen öngörüyor? Genç kuşaklar bir yana, genel olarak çağın insanına hitap edecek ne var elimizde? Yoksa bu soru ‘çağı İslam’a uydurmak yerine İslam’ı çağa uydurmak’ tehlikesini mi barındırıyor? Ne otantik bir itiraz(!) Fakat elde var sıfır.

On yıllar boyu ülkede en güçlü biçimde örgütlenmiş, siyasal ve sivil toplumun her alanına yayılmış, milyonlara güven vermiş bir cemaat günün birinde çıkıp hırs ve iktidar uğruna masum insanlara silah doğrulttu, yüzlercesini katletti. Genç kuşaklar, bir taraftan cemaat kavramının yerini terör örgütü’ne bıraktığı bu travmatik olayın etkisi sürerken, diğer taraftan ortaya çıkan boşlukta nüfuz alanını gittikçe genişleten, fakat bu ülkenin insanı ile hala iletişim kuramamış cemaatlerin vaz ettiği muğlak ‘İslamlar’dan kaçmasın da ne yapsın!

Kaplan’ın sık sık değindiği tehlikelerden biri Türkiye’nin sekülerleştiği, hatta bunun sağ-muhafazakâr iktidarlar eliyle gerçekleştirildiğidir. Onca literatürü hıfzetmiş Yusuf Kaplan Hoca’yı sekülerleşme kavramını yeniden düşünmeye davet etmek biraz hadsizlik olacak mıdır? Fakat kavramı salt dünyevi arzulara, değerden, ahlaktan yoksun hedonizme indirgemesi de haksızlık değil midir? İslami çevrelerde harcıalem kullanılan ve yadsınan bu kavramın bireysel ve toplumsal açıdan farklı okuma biçimleri olduğunu hatırlatmak bize düşmez mi yoksa? Bu kavramın kendisinin temsil ettiği kitlelerce bu kadar ezbere kullanılmasına gönlü nasıl razıdır?
***
Kaplan “dünyanın Covid-19 salgınını bile İslâm’ın temizlik anlayışı ve korunma yöntemleriyle yenmeye çalıştığı”nı söylüyor. Genç nesiller bu geçmişe öykünme hikayelerinden de bıktı. Müslüman düşünürlerin, bilim insanlarının, felsefecilerin bir zamanlar dünyaya ilham vermiş olduğunu tekrar ededurmamızın geçmişle avunmaktan öte ne faydası var? Bugün Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin sokaklarında gezelim, bir de şeytanlaştırdığımız “barbar Batı”nın sokaklarında…

Gençlerin gündeminde, “yeniden tarihin akışını değiştirecek bir aktör olmak” adına dünya ile kavga etmek değil, tersine dünya ile entegre olmak, her ülkede Türkiye pasaportunun itibarıyla dolaşabilmek var. Türkiye’nin refah, huzur, güven ve özgürlükler ülkesi haline gelmesidir hayali. İddianızda ısrarlıysanız, gençlere neden bunun kavga etmeden mümkün olamayacağını anlatın.

“İslâm’la ilişkisi sıfırlanan, aidiyet bilinci yok olan kuşaklar, bu toprakları koruyamazlar.” Kaplan’ın jenerasyonunun göremediği bir diğer nokta, gençlerin artık dış mihraklar, lobiler, Türkiye’yi bölmek ve yıkmak için kapalı kapılar ardında gizli toplantılar yapan büyük güçler edebiyatından da sıkıldığı gerçeğidir. Kimi kime karşı koruyoruz? Gençler ‘şu kavgacı moddan bir çıkın, bir etrafınıza bakın, iletişime geçin, konuşun, etkileşin’ diyor.

Gençler “tarih yapan aktör Osmanlı’yla”, yüzükle, tesbihle ilgilenmiyor. Teknolojinin sunduğu engin imkanlarla ilgileniyor, kaliteli eğitim, istihdam, güvenli ve huzurlu bir yaşam, özgürlük, ekonomik refah ve öngörülebilir bir gelecek istiyor. Duruş, yürüyüş, mefkûre bunlardan hangisiyle ilgilidir? Gençlere bunu anlatın!
***
Nesiller elden gitmiyor. Bilakis, nasıl ki bizler ve bizden önceki nesiller, içinde yaşadığımız çağın koşullarınca şekillenmiş, ancak o çağın dili ve düşünce dünyası içinden konuşabilmişsek, gelecek nesillerimiz de yok olmayacak, fakat evet, farklı olacak. Hayatı yadsıyan iddia ve çabalara rağmen hayat kendisini dayatmaya devam edecek. Bu, vahyin doğduğu mekân ve zamandan bugüne böyledir. Tam da bu yüzden, İslam’ın bağlamla ilişkisine dair henüz hala filizlenme aşamasındaki tartışmaların olanca yoğunluğuyla sürmesi gerekiyor ki genç nesillerimiz ortaya çıkacak külliyattan daha adil, daha estetik, daha güçlü bir Türkiye çıkarabilsin.
***
Lütfen artık davayı, duruşu, yürüyüşü, dirilişi, muştuyu, medeniyeti, mefkûreyi bir kenara bırakalım. Hepimizin bildiği anladığı cümlelerle konuşalım. İnsanlar işsizlikten, kayırmacılıktan, sokaklarımızı, ekranlarımızı, en tepeden en ücraya her yanımızı saran şiddet dilinden ve kabadayı kültüründen, nezaketsizlikten, mezhebe, meşrebe, inanca, ideolojiye, dünya görüşüne dayalı ayrımcılıktan, taciz haberlerinden, kadın cinayetlerinden bıktı usandı. Gençler özgür, adil, şeffaf, öngörülebilir bir gelecek istiyor, doğanın ve hayvanların hakkını arıyor. Bunlar için kesif bir İslami jargona veya aidiyete ihtiyaç da yok. Yoldaki bir çukur İslamcının da Alevinin de Sağcının da Solcunun da aracında kazaya sebep olur. Yasal mevzuata göre yapılmamış bir bina çöktüğünde içinde yaşayanın kimliği onu kurtarmayacaktır. Acaba duruş, yürüyüş sahipleri, mücadele ve dava adamları mefkûrelerine bu başlıkları sığdırabilirler mi?

Somut analizlere, istatistiklere bakalım. Bir tıkla tüm dünyayı okuyabileceğimiz bir çağdayız. Türkiye’nin yoksulluk, sağlık, eğitim, ekonomi, demokrasi, medya, özgürlükler, doğanın korunması, hayvan hakları, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, sürdürülebilir kalkınma vb. kriterlerde karnesi nasıldır? Eğer bu veriler veya bu verilerin ‘empoze edildiği’ ‘şer merkezleri’ muhafazakâr zihnin umurunda değilse, bilsinler ki bunlara sağır kalacak bir ‘İslam’ da o kaybolmasından korkulan genç nesillerin umurunda olmayacak.

25 Temmuz 2020 Cumartesi

İstanbul Sözleşmesi bütün kötülüklerin anasıdır (!) Mustafa Öztürk/25.07.2020


Birkaç ay önce Medyascope’de Ruşen Çakır’la yaptığımız söyleşide Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hutbesinde bahsi geçen eşcinsellik ve LGBT meselesiyle ilgili olarak İstanbul Sözleşmesi’nden söz etmiş ve “Siyasi irade bu sözleşmeye attığı imza konusunda bugün ne düşünüyor, bilmiyorum…” demiştim.
Ancak son günlerde bu sözleşmenin ciddi bir tartışmaya konu olmasından ve Numan Kurtulmuş’un “Farklı kesimlerden İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olumsuz tepkiler var. Her gün halkın içinde olan birisiyim, gittiğimiz her yerde karşımıza çıkıyor. Biz buna karşı duyarsız kalamayız. Gerekirse, nasıl girildiyse o şekilde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılır” şeklindeki beyanatından anlaşıldığı kadarıyla, İstanbul Sözleşmesi muhafazakâr mahallenin bazı lokasyonlarında aile kurumunu imhaya yönelik sinsi bir proje olarak tanımlanmakta ve hatta bazı köşe yazarları bu sözleşmeyi İstanbul’un fethine yönelik bir intikam girişimi olarak okumaktadır.

Bu bağlamda, her melanetin kökenini Batı’da arama ve Batı dünyasına ait her şeyi şeytanlaştırma yönündeki paranoyaklığın artık kabak tadı verdiğini belirttikten sonra ailenin parçalanması ve boşanmaların artması gibi multifaktöriyel sorunları bir sözleşme metnine bağlayarak izaha kalkışmanın ciddiye alınacak bir tarafının bulunmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Bununla birlikte kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin yine bir sözleşme metniyle ortadan kalkacağını düşünmek de ahmaklık olsa gerektir. Haddi zatında aileyi parçalayan da, kadını şiddete maruz kalmaktan koruyan da sözleşme metni veya kanun maddesi değil, sevgi, şefkat, merhamet, insaf ve iz’andan yeterince nasiplenmiş/ nasiplenmemiş vicdanlardır. Bu sebeple, insan malzememizin kalitesini, insani ve ahlaki değerlerle ilişkimizin sığlık ve derinliğini ölçüp tartmadan ve bu konuda kendimizi adamakıllı sorgulamadan, sözleşme metinleri, yasa maddeleri ve hatta bazı kadın dernekleriyle didişip durmanın ve beylik laflarla oraya buraya taş atmanın âlemi yoktur.

Daha açık söylemek gerekirse, “11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan ve Avrupa Konseyi üyesi 20 ülke tarafından onaylanan İstanbul Sözleşmesi yuvaları yıkmaya devam ediyor!” gibi sözde tespitler laf-ı güzaftan ibarettir. Zira bugün Türkiye’de sık sık kadın cinayetleri işleniyorsa, sayısız kadın şiddete maruz kalıyorsa ve boşanmalar günden güne artıyorsa, bütün bu sorunların İstanbul Sözleşmesi’ni baştan sona okuyup adamakıllı analiz ettikten sonra durumdan kendine vazife çıkaran nobran erkeklerin marifeti olarak ortaya çıktığından dem vurmak, Batı alerjisine bağlı obsesyon ve paranoyadan başka bir şey değildir. Kaldı ki bir kamuoyu araştırmasında “İstanbul Sözleşmesi’ni hiç duymadım” diyenlerin oranının yüzde 67.9,

“Duydum ama okumadım” diyenlerin oranının 16.3’e tekabül etmesi aile, kadın ve şiddet gibi sorunlardaki artışın bu sözleşmeyle alakasız olduğunu göstermeye kâfidir. Şu halde, son on yıllık rakamlara göre ortalama her altı evlilikten birinin boşanmayla sonuçlanmasını veya TÜİK’in yayınladığı son verilere göre boşanan çiftlerin sayısının 2018’de yaklaşık % 11 artmış olmasını İstanbul Sözleşmesi’ne bağlamak, yolda yürürken tökezleyip düşen bir İslamcı’nın “Kahrolsun Siyonizm” diye tepki vermesinden pek farklı değildir.

İstanbul Sözleşmesi ile ilgili bazı raporlarda, “Bu sözleşme toplumsal cinsiyet eşitliği kavramıyla cinsiyet algısını silmeyi ve toplumu cinsiyetsiz hela getirmeyi hedefliyor. Sözleşme kadınların daha maskulen, erkeklerin ise daha feminen bir davranış şekline kaymasına yol açıyor. Sözleşme toplumun din, kültür, örf, töre, namus, edep gibi yüksek değerlerinin değersizleştirilmesini amaçlıyor” gibi kesin yargılarda bulunulması, “İslam’da kadın baş tacıdır. Bizim kadın diye bir sorunumuz yoktur. Şayet bugün böyle bir sorundan söz ediliyorsa, bu modernizm ve sekülerizmin başımıza sardığı bir sorundur” gibi beylik ezberlerle kendini ifade eden zihniyetin gayet etkin biçimde iş başında olduğunu gösterir. Bu ataerkil zihniyetin temsilcileri, kendilerini muhtemelen sosyolojik vakumda yaşıyor zannettiklerinden olsa gerek, müslümanlık tecrübesinde kadınla ilgili herhangi bir sorunun mevcudiyetine inanma taraftarı değildir. Batı’nın bize bakmasından hareketle bizim kendimize bakmamızı zül addeden, dolayısıyla modern çağın ortaya çıkardığı sosyolojik olguları da reddeden bu zihniyete göre dinî gelenekte ne varsa hepsi yerli yerindedir; bu sebeple kadınla ilgili çağdaş sorular/ sorunlar fıkhî-ictihadi tadilata bile konu olacak bir önemi haiz değildir. Fakat gerçekte kadın konusu -en son yaşanan Pınar Gültekin cinayetinin bir kez daha gözler önüne serdiği üzere- kanayan yara gibidir. Bu yaranın sürekli kanamasının temel sebeplerinden biri, toplumdaki namus ve şeref algısının büyük ölçüde maçoluğu besleyen feodal ve patriyarkal kalıp yargılarla bezenip dine refere edilmesi ve din üzerinden erkeklik kodlarının pekiştirilerek kadın üzerinde mutlak egemenlik kurulmasıyla ilgilidir. Nitekim ataerkil dinî söylemde ırz, namus ve iffet gibi ahlaki değerler kadının hanesine kodlanmış haldedir. Bu kodlama uyarınca söz konusu değerlerin muhafazası kadına, kadının bekçiliği ise erkeğe aittir. Ahlaki bekçiliği onur, haysiyet ve şeref kodlarıyla da pekiştirilen erkek nezdinde kadının ciddi bir tehlike ve tehdit öğesi olması kaçınılmaz hale gelir. Ne var ki toplumsal cinsiyet bağlamında erkek cinsinin mutlak hegemonyasını teyit ve tebcile yönelik bütün bu kabuller bize göre genel insanlık normları açısından arızalı ve sakıncalı bir zihniyetin göstergesidir

23 Temmuz 2020 Perşembe

Bu gurur kime ait? Servet AVCI/23.07.2020


Bizim devletimizi yönetenler, Die Welt muhabiri Deniz Yücel için 'terörist ve ajan' suçlaması yaptığında henüz ortada bir mahkeme kararı yoktu…
Deniz Yücel tutukluydu ama henüz iddianamesi de çıkmamıştı…
Almanya Başbakanı Merkel bastırıyordu "Bırakın" diye… O bastırdıkça bizimkiler de "Hukuk devletiyiz, mahkemeler bağımsız" klasiğiyle durumu idare ediyordu…
Merkel ısrar ettikçe, bizimkilerin 'kürsülerden taşan büyüklüğü' burada sökmedi… Öyle iddialı konuşuyorlardı ki, yasalarımızda idam olsa Deniz Yücel asılır ve kimse de karışamaz zannedebilirdiniz!..
İç tribünlere yönelik efelik görüntüsü dışarıda pek itibar görmüyordu oysa…
***
'Terör örgütü propagandası yapmak'tan tutuklu Deniz Yücel'in tahliye edilebilmesi için öncelikle iddianamesinin çıkması gerekiyordu… Bu amaçla Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel defalarca Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'yla, iki kere de Cumhurbaşkanı Erdoğan'la görüşmüştü…
Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım, Alman ARD televizyonunda katıldığı bir programında Deniz Yücel hakkında "Kısa sürede bir gelişme olacağı kanaatindeyim" demişti.
İddianame açıklanır açıklanmaz tahliye olan Deniz Yücel hakkında, istediğini söke söke alan Almanya'nın Dışişleri Bakanı Gabriel, "Bugün çok güzel bir gün" diye bir açıklama yapmış ve süreci hızlandıran Türk hükûmetine teşekkür etmişti…
Hakkında 4 yıldan 18 yıla kadar ceza istenen Yücel serbest kalmış, kendisini Almanya'ya götürecek uçağa bindiğinde "Elimdeki kâğıtta tutukluluk hâlim devam ediyor ama ben tahliye edildim" diyerek adeta dalgasını geçmişti…
Benzer durumlarda koyulan 'yurt dışı yasağı' kendisine koyulamamıştı… O yasağı koyacak ve uygulayacak yerlerimiz ağrıyordu çünkü!..
Tribündekiler de o esnada dünyayı şamarlayan Abdülhamit dizisi izliyorlardı!..
***
Geçen hafta İstanbul 32. Ağır Ceza Mahkemesi, tutuksuz sanık Deniz Yücel hakkındaki kararı açıkladı: "FETÖ terör örgütü propagandası yapmak" ve "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçlarından beraat…
"PKK terör örgütü propagandası yapmak" suçundan 2 yıl 9 ay 22 gün hapis ceza... "Cumhurbaşkanına hakaret" suçu işlediği iddiasıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusu…
Daha temyiz aşaması var tabii…
Orada da mahkûmiyet onaylanırsa, artık Merkel kendi eliyle getirip Silivri'ye yatırır vatandaşını herhalde!.. Yoksa bizimkiler bu konuda çok hassas!.. Alıp gelmek zorunda kalırlar!..
Bu anlamda kimse de gücümüzü test etmeye kalkmasın!..
***
Deniz Yücel, 27 Şubat 2017'de tutuklandı… 16 Şubat 2018'de tahliye edildi ve bir gün bile beklemeden Almanya'ya götürüldü...
Geriye ne kaldı:
Deniz Yücel'in PKK örgütünü övdüğü, PKK yöneticilerinin Türkiye aleyhine sözlerine yazılarında yer verdiği ve hendek kazan teröristlerin yakıldığı iftirasını yaydığına dair tutuklama kararı…
"Ben bu makamda oldukça asla iade edilmeyecek" şeklindeki devletlû sözleri…
Merkel'in "Deniz Yücel'in durumu ivedilikle çözülmeli" ricası!.. Sonra daha tahliye çıkmadan Almanya'ya alınmış bir uçak bileti!..
Ve bir de "Biz hukuk devletiyiz… Bağımsız yargımız var" türünden teselli edebiyatımız!..

Demokrasiden eksilen her tuğlanın ülkeye ve sofraya maliyeti Mustafa Karaalioğlu/23.07.2020


Ekonomide artık rutinleşen kriz halinin sebeplerini konuşmak ve tartışmak da bir başka rutin haline geldi. Eleştiriler belirli sebeplere ve gerçeklere odaklandıkça “Eee, öyleyse öyle” havası hakim oluyor. Biraz ileri gidecek olursanız, bu kez ülkenin karşı karşıya bulunduğu riskler, tehditler, beka endişesi, dört bir yanımızda hatta uzaktaki düşmanlar listesini yeniden dinliyorsunuz. Var ya da yok, bütün bu düşmanların oyunlarını bertaraf etmek iktidarın görevi değilmiş gibi. Yahut neden bu kadar düşmanımız oldu; düne kadar dostluklarıyla övündüğümüz, bugün de bir yandan sloganlarla kovalarken öte yandan para için, ticaret için peşinde koştuğumuz ülkeler neden bize düşman oldu, sorularının cevabının yine iktidarda olması gerekmiyormuş gibi.

Geçelim bu faslı, geçelim de hukuk, şeffaflık, öngörülebilirlik, kuvvetler ayrılığı, basın özgürlüğü gibi temel değerleri kaybetmenin ülkeye çıkardığı faturaya bir bakalım. Bu arada sayılan değerlerin hiçbirinin dış güçler tarafından geriletilmediğini, bizatihi kendi irademizle tüketildiğini de ekleyelim.

Tükettik, şimdi faturayı ödüyoruz. Bakın nasıl ödüyoruz?

Ekonomist ve Gelecek Partisi kurucusu İbrahim Turhan önceki gün Karar TV yayınında konuğumuzdu. Aşağıda vereceğim rakamlar da Turhan’ın yayında ve yazılarında dile getirdiği çalışmaların sonucudur.

Bu rakamlarda, “Türkiye kabaca 2013, 14, ve 15 yıllarına kadar izlediği ekonomi yönetimi anlayışını sürdürse ve hukuk içinde, öngörülebilir bir ülke olsa bugün hangi noktada olurdu?” sorusunun cevabı vardır.

Son sözü, İbrahim Turhan’ın cümlesiyle baştan söyleyelim: “2013’teki konumumuzu korusaydık bugün, 20 yaşın üzerindeki her bir vatandaşın cebinde, her ay bir asgari ücrete eşit ilave gelir olacaktı. Son üç yılda neden bir Türkiye kadar (1 yıllık milli gelire denk) gelir kaybettik? Bu hesabı kime sormalıyız? Dış güçler mi kötü yönetim mi?”

Devam…

“Kişi başına milli gelirimiz 6 yıl öncesine göre yüzde 30 düştü, 2007 yılındaki seviyesinin altında. Gelir dağılımı giderek bozuluyor ortalama gelir düzeyi aylık 500 ABD doları bile değil. İhracatımızın kg. başına değeri son birkaç yılda yüzde 15 geriledi.”

Sık sık tekrarlanan ve muhtemelen bazılarına artık sıkıcı gelmeye başlayan değerlerdeki kaybın ülkeye faturası ağır bir gayrı safi milli hasıla ve dolayısıyla ağır bir kişi başına gelir kaybıdır. Demokrasiden eksilen her tuğla, sofradan ve cüzdandan da eksiltiyor. Refahı azaltıyor, üretimi küçültüyor, geleceği belirsizleştiriyor. Kafamızı kuma gömmek, kapıları kapatmak, önümüze geleni düşman diye yaftalamak, iç ve dış yatırımcıyı durduruyor, dış borç maliyetimizi artırıyor ve şimdi içinde bulunduğumuz hal gibi ülkeyi uzun bir kriz dönemine mahkum ediyor. İşler biraz yolunda gitmiş olsaydı bugün muhtemelen 15 bin doların üzerinde kişi başı gelire sahip olacak Türkiye, hala 9 bin doların altına demir atmış bulunuyor.

Dünya ligindeki halimiz de aynı şeyi söylüyor.

Dünya Bankası ve TUİK verilerine göre, Türkiye’nin gayrı safi yurt içi hasılasının küresel üretim içindeki payı 2010’da yüzde 1.17’di. Bu rakam 2013’te 1,23’e kadar yükseldi. Bugün, yani 2020’de (2019’da öyle) ise payımız yüzde 0,86’ya kadar gerilemiştir.

Başka söze, analize yahut slogana gerek var mı? Potansiyeli yüksek, istekli ve dinamik bir ülke; yapılması gerekenler apaçık ortadayken, bunlara kulak tıkayan, gerçekleri komploların eseri olarak gören anlayış yüzünden adım adım fakirleşiyor. Sadece bugününü değil geleceğini de tüketiyor.