26 Ocak 2021 Salı

ELVEDA ANAYASA MAHKEMESİ İrfan Fidan Olayı Kemal Gözler* /23 Ocak 2021

Aslında bir ülkede kuvvetler ayrılığına “elveda” dedikten sonra daha çok şeye “elveda” demek gerekiyor.

I. OLAY

Bir ön bilgi vererek başlayalım: Anayasamızın 146’ncı maddesine göre Anayasa Mahkemesinin üç üyesi, Cumhurbaşkanı tarafından Yargıtay Genel Kurulunun göstereceği üçer aday arasından seçiliyor. Anayasa Mahkemesinde Yargıtaydan gelmiş olan bir üye emekliye ayrılacağı zaman yerine yenisinin belirlenmesi için önce Yargıtay Genel Kurulunda bir seçim yapılıyor, sonra da bu seçimlerde en çok oy alan üç aday arasından biri Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesine üye olarak seçiliyor.

Şimdi olayların seyrini görelim:

İstanbul Başsavcısı Sayın İrfan Fidan, Hâkimler ve Savcılar Kurulunun 27 Kasım 2020 tarih ve 606 sayılı kararıyla Yargıtay üyeliğine seçilmiştir [1].

Sayın İrfan Fidan’a Yargıtay üyeliğine seçilmesine ilişkin mazbata Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından 11 Aralık 2020 tarihinde verilmiştir [2].

Yargıtay Genel Kurulunda Anayasa Mahkemesi üyeliği için Cumhurbaşkanına önerilecek üç adayın belirlenmesi amacıyla 1 Aralık 2020 tarihinde seçim yapılması gerekiyordu. Ancak Yargıtay Başkanlığı, bu seçimi Covid-19 sebebiyle 17 Aralık 2020 tarihine erteledi [3].

1 Aralık 2020 tarihinden itibaren gazetelerde bu ertelemenin gerçekte İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesine seçilmesini sağlamak amacıyla yapıldığı iddiasını içeren haberler yayınlandı [4]. Keza gazetelerde İrfan Fidan’ın gerçekte Anayasa Mahkemesine üye seçilmesi için Yargıtaya atandığı ve ilerideki günlerde de Yargıtay Genel Kurulunda Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimlerinde İrfan Fidan’ın seçileceği ve bu amaçla da bu seçimlerde aday olan bazı üyelerin adaylıktan çekileceği ve keza Cumhurbaşkanının İrfan Fidan’ı Anayasa Mahkemesine üye olarak atayacağı yolunda iddialar ileri sürüldü [5].

Ben bu iddialara inanmadım; bunların hayal ürünü olduklarını düşündüm. Ancak maalesef olayların seyri, söz konusu iddiaları teyit eder tarzda gelişti. Gerçekten de İrfan Fidan Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimlerine adaylığını koydu. Gerçekten de daha önce adaylığını ilân eden iki Yargıtay üyesi seçimlerden önce adaylıktan çekildi. Gerçekten de seçimlerde İrfan Fidan en yüksek oyu aldı. Gerçekten de Cumhurbaşkanı İrfan Fidan’ı Anayasa Mahkemesi üyeliğine atadı. Olaylar adım adım şöyle gelişti:

2 Aralık 2020 tarihli gazetelerde İrfan Fidan’ın Yargıtay üyesi olarak henüz görevine fiilen başlamadan Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimlerinde adaylığını duyurduğu yolunda haberler çıktı [6].

Anadolu Ajansının bildirdiğine göre üyelik için daha önceden Yargıtay üyeleri Mustafa Erol, Mikail Özdemir, Şaban Kazdal, Nevzat Özsoy ve Nazmiye Beyazıtoğlu Kuşçuoğlu aday olmuşlardı. 17 Aralık 2020’de yapılan Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimi başlamadan önce Mikail Özdemir ve Şaban Kazdal adaylıktan çekildiklerini açıkladılar. Seçimde 340 Yargıtay üyesi oy kullandı. Adaylardan İrfan Fidan 107, Nevzat Özsoy 65, Mustafa Erol 52, Nazmiye Beyazıtoğlu Kuşçuoğlu 45, Mahmut Coşkun 35 oy aldı. Oylardan 21’i boş çıktı, 15’i geçersiz sayıldı [7].

Seçimden sonra en çok oy olan üç adayın isimleri (İrfan Fidan, Nevzat Özsoy, Mustafa Erol) Cumhurbaşkanına Yargıtay Başkanlığı tarafından bildirildi.

22 Ocak 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı kendisine önerilen üç adaydan biri olan İrfan Fidan’ı Anayasa Mahkemesine üye olarak atadı [8].

Görüldüğü gibi, Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından 27 Kasım 2020 tarihinde Yargıtay üyeliğine seçilen Sayın İrfan Fidan, atanmasından sadece 20 gün sonra, Yargıtay Genel Kurulunda 17 Aralık 2020 tarihinde yapılan Anayasa Mahkemesi üyeliğine aday gösterme seçimlerinde en yüksek oyu almıştır.

Haliyle ben Sayın İrfan Fidan’ın Yargıtay'daki görevine fiilen ne zaman başladığını bilebilecek durumda değilim. İstanbul Başsavcısı olan Sayın İrfan Fidan’ın Yargıtaydaki görevine 27 Kasım 2020 tarihinde değil, hayatın olağan akışı göz önünde bulundurulursa, birkaç gün sonra başlamış olması gerekir [9].

Gazetelerde İrfan Fidan’ın Yargıtay Genel Kurulu tarafından seçildiği gün itibarıyla Yargıtay’da henüz bir dosyaya bakmamış olduğu yolunda haberler çıktı [10]. Hâliyle bu haberlerin doğruluğunu bilemem. Ama herhâlde, şu pandemi döneminde, 17 Aralık 2020 tarihinde Yargıtay Genel Kurulunun İrfan Fidan’a oy veren saygıdeğer üyeleri, 27 Kasım 2020 tarihinde atanan Sayın İrfan Fidan’ı çok kısa bir süre içinde yakından tanıma imkân ve şansını bulmuşlardır.

II. ANAYASAYA AYKIRILIK VAR MI?

Olaylar bunlar. Bu olaylarda Anayasaya bir aykırılık var mı?

Hayır. Yok.

Hâkimler ve Savcılar Kurulunun İrfan Fidan’ın Yargıtaya üye atanmasına ilişkin 27 Kasım 2020 tarih ve 606 sayılı kararı Anayasamızın 155’inci maddesinin ikinci fıkrasına uygundur.

Yargıtay Genel Kurulunda normalde 1 Aralık 2020 tarihinde yapılması gereken Anayasa Mahkemesi üyeliği seçiminin 17 Aralık 2020 tarihine ertelenmesinde bir hukuka aykırılık var mı? Bu erteleme kararının Covid-19 sebebiyle alındığı anlaşılmaktadır. Bu sebebin gerçek ve ertelemeyi gerektiren ağırlıkta bir sebep olup olmadığını hâliyle bilmiyorum. Keza 1 Aralık 2020 tarihinde var olan bu sebebin 17 Aralık 2020 tarihinde ortadan kalkıp kalkmadığını da bilmiyorum.

İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesi seçimlerinde aday olması hukuka aykırı mı? Hayır değil. Anayasamızda veya bir başka kanunumuzda yeni seçilmiş Yargıtay üyelerinin Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimlerinde aday olmasını yasaklayan, Anayasa Mahkemesi üyeliğine adaylık için Yargıtayda belli bir süre çalışmış olmak gibi kıdem şartı getiren bir hüküm yoktur.

Daha önce aday olan Mikail Özdemir ve Şaban Kazdal’ın 17 Aralık 2020’de yapılan Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimi başlamadan önce adaylıktan çekilmeleri hukuka aykırı mıdır? Hayır değildir. Adaylık isteğe bağlı olduğuna göre, aday olan kişi her zaman adaylıktan çekilebilir.

Yargıtay Genel Kurulunda 17 Aralık 2020’de yapılan Anayasa Mahkemesi üyeliği seçiminde bir hukuka aykırılık var mıdır? Özellikle Yargıtayın 107 üyesinin İrfan Fidan’a oy vermesi hukuka aykırı mıdır? Hayır, değildir. Anayasamızda veya kanunlarımızda bunu yasaklayan bir hüküm yok. Her Yargıtay üyesi, aday olan her üye için oy kullanabilir.

Yargıtay Başkanlığının, söz konusu seçimden sonra en çok oy olan üç adayın isimlerini Cumhurbaşkanına bildirmesi Anayasamıza aykırı mıdır? Hayır değildir. Bu Anayasamızın bir emridir.

22 Ocak 2021 tarihinde Cumhurbaşkanının kendisine önerilen üç aday arasından İrfan Fidan’ı Anayasa Mahkemesine üye olarak ataması Anayasamıza aykırı mıdır? Hayır değildir. Bizzat bunu Anayasamızın 146’ncı maddesi öngörmüştür. Dahası Cumhurbaşkanı, üç adaydan en az oy alanını değil, en çok oy alanı atayarak Yargıtayın iradesine saygı duyduğunu da göstermiştir.

III. SORUN NEDİR?

Görüldüğü gibi her şey Anayasamıza ve kanunlarımıza uygun bir şekilde cereyan etmiştir. O hâlde neden ben bu makaleyi yazıyorum? Neden bu olay bu kadar eleştiriliyor? Sorun nedir?

Sorun şu ki ortada anormal bir durum vardır ve dahası bu anormal durum Anayasa Mahkemesinin etkililiğini bitirmeye aday bir durumdur.

1. Anormallik Sorunu

Anayasa Mahkemesi üyeliği için aday belirleme seçimlerine, sadece 20 günlük bir üyenin katılması ve bu seçimlerde Yargıtayda yıllarca çalışmış adayları geçerek en çok oy olması Yargıtay tarihinde görülmemiş bir şeydir.

Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasası ile kurulmuş ve 1962 yılında faaliyete geçmiştir. Kurulduğu günden bu yana Anayasa Mahkemesi üyelerinin bir kısmı, ya doğrudan doğruya Yargıtay Genel Kurulu tarafından, ya da onun önerdiği üç aday arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. 58 yıl boyunca Anayasa Mahkemesine bu şekilde Yargıtaydan seçilmiş 44 üye olmuştur. Bu üyelerin isimleri, Yargıtaya atanma tarihleri, Anayasa Mahkemesine seçilme tarihleri ve Anayasa Mahkemesine seçilmeden önce Yargıtaydaki görev sürelerini gösteren bir tablo EK-1’de verilmiştir.

EK-1’de verilen tablodan görüleceği üzere, Yargıtay tarihinde, Yargıtaya atandıktan 20 gün sonra, Anayasa Mahkemesi üyeliği aday belirleme seçimlerine katılan ve bu seçimlerde seçilen, İrfan Fidan dışında bir başka Yargıtay üyesi yoktur. Tablonun son sütununda, her bir üyenin Anayasa Mahkemesine seçilmeden önce Yargıtaydaki görev süresi gösterilmiştir. Bu sütunun incelenmesinden görüleceği üzere Yargıtaydan Anayasa Mahkemesine seçilen üyelerin Yargıtaydaki görev süresi ortalama dokuz yıldır. Yani Yargıtay tarihinde bir Yargıtay üyesinin Anayasa Mahkemesine üye seçilebilmesi için Yargıtayda ortalama dokuz yıl görev yapması gerekmiştir. İrfan Fidan’ın ise Anayasa Mahkemesi üyeliğine Yargıtay tarafından aday gösterilebilmesi için Yargıtayda yirmi günden az bir süre görev yapması yetmiştir. İrfan Fidan ile Anayasa Mahkemesine seçilen diğer Yargıtay üyeleri arasında neden böyle bir fark olduğu sorusunu sormak sanıyorum her Türk vatandaşının hakkıdır.

Altını çizerek tekrarlayalım: Yargıtay tarihinde, Sayın İrfan Fidan dışında, atandıktan 20 gün sonra, Yargıtay tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilen veya seçilmek üzere Cumhurbaşkanına aday gösterilen bir başka üye yoktur. Bu istatistiksel veriler ortada anormal ve alışılmadık bir durum bulunduğu göstermektedir.

Yüksek yargı, geleneklerin, istikrarın, kıdemin, tecrübenin olduğu yerdir. Yargıtay tarafından Anayasa Mahkemesine seçilen 44 üyenin ortalama kıdem süresi dokuz yıl iken, şimdi yirmi günlük bir üyenin seçilmesi Yargıtayın gelenekleriyle ne derece bağdaşır?

Yargıtayın saygıdeğer üyeleri, yetkilerini kendi adlarına değil, egemenliğin sahibi olan Türk milleti adına kullanır. Türk milletinin her üyesinin ortada bulunan bu anormal ve alışılmadık durumdan kuşku duymaya ve bunu sorgulamaya ve eleştirmeye hakkı vardır. Yapılması gereken şey, bu soruların ve eleştirilerin bir şekilde önüne geçmek değil, Sayın İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesi üyeliğine siyasî bir saikle değil, tamamıyla ehliyetle ve liyakatle seçildiğini ikna edici bir şekilde kamuoyuna açıklamaktan ibarettir. Bu seçimde Sayın İrfan Fidan’ın Yargıtayın kıdemli üyelerinin önüne geçiren istisnaî meslekî vasıflarının neler olduğu gösterilmelidir. Bir yüksek mahkeme, eleştirildi diye güvenirliğini ve saygınlığını yitirmez. Bir yüksek mahkeme, bu tür eleştirilere cevap veremezse veya bu tür eleştirileri geçiştirmeye kalkarsa veya bu tür eleştirileri dile getirenleri susturmaya teşebbüs ederse, işte o zaman güvenirliğini ve saygınlığını yitirir.

2. Bağımsızlık ve Tarafsızlık Sorunu

Sayın İrfan Fidan, Yargıtaya üye seçilmeden önce, 2010 yılından beri İstanbul’da, sırasıyla Cumhuriyet Savcısı, Cumhuriyet Başsavcıvekili ve Cumhuriyet Başsavcısı olarak pek çok önemli soruşturmayı yürüttü, pek çok önemli davayı açtı. Son beş altı yıldır İstanbul’da görülen önemli siyasî davaların pek çoğunun bir yerinde Sayın İrfan Fidan’ın imzası vardır. Bu davaların neredeyse hepsi, siyasî yönleri ağır basan, kamuoyunu ikiye bölmüş, kamuoyunda büyük tartışma yaratmış önemli davalardır.

Böyle davalarda, davanın savcısının isminin etkilenmemesi mümkün değildir. Bu süreç boyunca İrfan Fidan hakkında gazetelerde haklı ya da haksız yığınla eleştiri yazısı yayınlanmıştır. Bağımsızlık ve tarafsızlık soyut bir hukukî kavramdan ibaret değildir; bunun sosyal, psikolojik ve objektif boyutları da vardır. Bağımsızlık ve tarafsızlık sadece içsel değil, aynı zamanda dışsal bir kavramdır. Bağımsızlık ve tarafsızlık sadece hâkim ve savcının ne düşündüğü ile ilgili değil, toplumun hâkim ve savcı hakkında ne düşündüğüyle de ilgilidir.

Vatandaşların, böyle yıprıtıcı bir süreçten geçmiş bir savcının, bağımsızlık ve tarafsızlık bakımından ideal bir Anayasa Mahkemesi üyesi olabileceğinden şüphe etmesi tamamıyla normaldir. Sayın İrfan Fidan hakkında gazetelerde yayınlanmış yüzlerce haber vardır. Bu haberlerden sadece bir tanesinden örnek vereyim:

2016 yılında İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı olarak Büyükada davasının duruşmasını izlemeye giden AKP İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Savcı İrfan Fidan’ın daveti üzerine odasına gittiğini ve İrfan Fidan’ın odasındaki büyük masayı kendisine göstererek “devletin kaderi bu masada belirleniyor” dediğini beyan etmiştir [11].

Kamuoyunda Sayın İrfan Fidan’ın yürütme organına çok yakın bir isim olduğu yolunda yaygın bir izlenim vardır. Hâliyle biz bu izlenimin ne derece gerçeği yansıttığını bilemeyiz. Ama bu izlenim, bir vakıa olarak mevcuttur ve Sayın İrfan Fidan’ın bağımsızlığı ve tarafsızlığı üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Hâkim bağımsızlığı ve tarafsızlığı, sadece kâğıt üzerinde yazan iki kelimeden ibaret değildir; bunun objektif ve dış koşulları da vardır. Maalesef Sayın İrfan Fidan’ın, geçmişte ifa ettiği görev nedeniyle, bu objektif ve dış koşulları hakkıyla yerine getirdiği hususu tartışmaya açıktır.

Pek çok kişi, bu objektif ve dış koşullar yüzünden Sayın İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesine üye olarak seçilmesinin Anayasa Mahkemesinin “bağımsızlığı ve tarafsızlığı için ciddi bir tehlike” olduğunu düşünmektedir [12].

Açıkçası durum şu: Sayın İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesi üyeliği görevine başlamasıyla Anayasa Mahkemesinin kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getiremez hâle geleceğinden korkulmaktadır.

Anayasa Mahkemesi, pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de anayasal sistemin kilit taşı niteliğinde bir mahkemedir. Anayasa Mahkemesi anayasal sistemin hâkemidir. Bu hâkemin bağımsızlığı ve tarafsızlığı, sistemin işleyebilmesi için olmazsa olmaz koşuldur.

Hâlihazırda Anayasa Mahkemesinin üye dağılımı çok hassas bir durumdadır. Anayasa Mahkemesi, pek çok olumsuz gelişmeye rağmen, istisnaen de olsa, hâlâ, 17 Eylül 2020 tarihli Enis Berberoğlu kararı örneğinde olduğu gibi, siyasî iktidarı sınırlandırmaya yönelik, özgürlükçü kararlar verebiliyor. Bu kararların neredeyse hepsi 7’ye karşı 8 veya 8’e 8 (başkanın oyunun ağır basması sayesinde) oy çokluğuyla alındı. Anayasa Mahkemesinde bıçak sırtı bir denge var. Sayın İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesinde göreve başlamasıyla bu denge pek muhtemelen değişecek. Artık istisnaen de olsa Anayasa Mahkemesinde, bir oy farkla veya Başkanın oyunun ağır basmasıyla verilmiş olsa da, özgürlükçü kararlar göremeyeceğiz.

Hatta İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesinin gelecekteki başkanlık seçimlerinde Anayasa Mahkemesi Başkanı seçileceği yolunda iddialar şimdiden gazetelerde yer almaya başladı [13].

Artık Anayasa Mahkemesinin kuvvetler ayrılığı açısından kendisinden beklenen fonksiyonu ifa edemeyeceğinden korkuluyor. Anayasa Mahkemesi bu fonksiyonu ifa edemez ise, Türkiye’deki anayasal sistem, siyasî iktidarı daha da sınırlandıramayan, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini daha da az koruyan bir sistem hâline gelecektir. Açıkçası büyük ölçüde çökmüş olan anayasal sistemimiz tamamıyla çökebilecektir. Korkulan budur. Sorun da budur.

Yukarıda açıklandığı gibi Sayın İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesine üye seçilmesinde Anayasamızın Anayasa Mahkemesine üye seçim usûlünü düzenlediği 146’ncı maddesinin sözüne bir aykırılık yoktur. Sayın Fidan’ın Anayasa Mahkemesine üye seçilirken Anayasamızın 146’ncı maddesinin öngördüğü bütün koşullara ve usûllere uyulmuştur. Ama buna rağmen, İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesine üye olarak seçilmesi olayı, Anayasamızın 146’ncı maddesinin öngördüğü sistemin özü itibarıyla çökmesine yol açan bir olaydır.

IV. ANAYASAMIZIN 146’NCI MADDESİNİN ÖNGÖRDÜĞÜ SİSTEM NEDİR?

Türkiye’de Anayasa koyucu, “Anayasa Mahkemesi” isimli bir yüksek mahkeme kurmuş ve bu mahkemeye, kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini yapmak, Cumhurbaşkanı ve bakanlar gibi bazı kişileri görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılamak, temel hak ve hürriyetlerinin ihlâl edildiğini iddia eden vatandaşların yaptığı bireysel başvurular hakkında karar vermek gibi görev ve yetkiler vermiştir. Yine Anayasa koyucu önemine binaen bu Mahkemenin üye seçim usûlünü, kanun koyucuya bırakmamış, doğrudan doğruya kendisi düzenlemiştir. Zira siyasal iktidarın bu önemli Mahkemeye üye atama yetkisini suiistimal edeceğini tahmin etmiştir.

Anayasa koyucu, Anayasa Mahkemesine üye atama yetkisinin kötüye kullanılmasını önlemek amacıyla, ustaca, kendi içinde birbirini dengeleyen yetki ve usûllerden oluşan bir sistem tasarlamıştır. Bu sistemde, Anayasa koyucu, Anayasa Mahkemesine üye atama yetkisini tek bir makama vermemiş, bunu Cumhurbaşkanı ve TBMM arasında paylaştırmıştır. Anayasa koyucu, bununla da yetinmemiş, TBMM’ye ve Cumhurbaşkanına verdiği atama yetkilerini de, başka makamlara verdiği öneri yetkisiyle sınırlandırmıştır. Şöyle:

Anayasa koyucu TBMM’ye verdiği atama yetkisine Sayıştay ve baro başkanlarını ortak etmiştir. Zira Anayasamızın 146’ncı maddesinin ikinci fıkrasına göre, TBMM istediği kişiyi, Anayasa Mahkemesine üye olarak seçemez. TBMM’nin Anayasa Mahkemesine seçeceği iki üyenin “Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından, her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden” seçilmesi gerekmektedir. Yine TBMM’nin seçeceği bir üyenin de “baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday içinden” seçilmesi lazımdır. Böylece TBMM’nin Anayasa Mahkemesine üye seçme yetkisi, bu yetkiye bir yandan Sayıştay, diğer yandan baro başkanları ortak edilerek dengelenmiş ve sınırlanmıştır.

Aynı şekilde Anayasa koyucu, Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesine üye atama yetkisini, sekiz üye bakımından, bu yetkiye Yargıtay, Danıştay ve YÖK’ü ortak ederek dengelemiş ve sınırlandırmıştır. Cumhurbaşkanı bu sekiz üye söz konusu olduğunda, istediği her kişiyi Anayasa Mahkemesine üye seçememekte, sadece Yargıtayın, Danıştayın ve YÖK’ün kendisine önerdiği üçer aday arasından bir adayı seçebilmektedir. Zira Anayasamızın 146’ncı maddesinin üçüncü fıkrasında “Cumhurbaşkanı; üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden; … üç üyeyi Yükseköğretim Kurulunun … göstereceği üçer aday içinden… seçer” denmektedir.

Böylece Anayasa koyucu, Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesine üye seçme yetkisini, sekiz üye bakımından, bu yetkiye Yargıtay, Danıştay ve YÖK’ü ortak ederek sınırlandırmış ve dengelemiştir. Böylece Anayasa koyucu, Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesine üye atarken siyasî saiklerle hareket etmesini engellemek istemiştir. Zira öngörülen sistemde Cumhurbaşkanı, istediği kişiyi değil, ancak kendisine önerilen üç kişiden birini üye olarak seçebilecektir.

Dikkat edileceği gibi Anayasa koyucu, Yargıtay veya Danıştaydan Anayasa Mahkemesine seçilecek üyenin Yargıtay veya Danıştay üyesi olmasını yeterli görmemiş, bunların adı geçen yüksek mahkemelerin genel kurullarında en çok oy alan üç üyeden biri olmasını şart koşmuştur. Böylece Anayasa koyucu, Anayasa Mahkemesine herhangi Yargıtay veya Danıştay üyesinin değil, en tecrübeli, en liyakatli ve en ehliyetli üyelerden birinin seçilmesini arzu etmiştir. Eğer böyle bir arzusu olmasaydı, Anayasa koyucu, Cumhurbaşkanına istediği Yargıtay üyesini atama yetkisini verirdi. Anayasa koyucu bu arzusunun gerçekleşmesini sağlamak amacıyla, Cumhurbaşkanına önerilecek üç adayın belirlenmesi için Yargıtay ve Danıştayın Genel Kurullarında seçim yapılmasını öngörmüştür. Anayasa koyucu, bu seçimlerde, birkaç günlük veya birkaç haftalık bir üyenin değil, birlikte çalıştığı arkadaşlarının güvenini ve takdirini kazanmış kıdemli üyelerin ilk üçe girebileceğini varsaymıştır.

Anayasa koyucunun istediği şey budur. Anayasa koyucu bunun için gerekli düzenlemeleri de yapmıştır. Bence yaptığı düzenlemeler de yerindedir; bunlarda eleştirilebilecek bir yan yoktur.

Peki uygulamada ne oldu?

Anayasa Mahkemesinin 146’ncı maddesinde öngörülen sistem amacına uygun bir şekilde çalıştı mı?

Hayır. Yukarıda açıklandığı gibi Sayın İrfan Fidan, Yargıtaya atanmasından sadece 20 gün sonra Yargıtay Genel Kurulu tarafından Anayasa Mahkemesine aday üye olarak seçildi. Sayın İrfan Fidan, Anayasa Mahkemesine aday üye seçildiğinde, atama kararı tarihi itibarıyla 20 günlük bir Yargıtay üyesiydi. Bu seçimlerde İrfan Fidan, Yargıtay Genel Kurulunda en çok oyu alarak birinci oldu.

Yargıtay üyeleri nasıl olup da henüz birlikte çalışmadıkları bu meslektaşları hakkında böylesine kuvvetli bir kanaat sahibi oldular? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye’de 1962’den beri, Anayasa Mahkemesinin toplam 44 üyesi, ya Yargıtay tarafından doğrudan doğruya ya da onun gösterdiği üçer aday arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilmiştir. Anayasa Mahkemesine Yargıtaydan tarafından seçilen veya aday gösterilen bu üyelerin Yargıtaydaki kıdem süresi ortalama dokuz yıldır. Bu üyelerin arasında, İrfan Fidan dışında, sadece yirmi günlük kıdemle, Yargıtay Genel Kurulu tarafından Anayasa Mahkemesine seçilen veya aday gösterilen bir başka üye yoktur.

Bu anormal ve alışılmadık duruma bakarak, Anayasa koyucunun, Anayasanın 146’ncı maddesinde tasarladığı sistemin özü itibarıyla çöktüğünü söylemek sanıyorum bir abartı olmayacaktır.

V. SİSTEMİN ÇÖKÜŞÜNDEN KİM SORUMLU?

Yukarıda açıklandığı gibi Anayasamızın 146’ncı maddesinde, Anayasa Mahkemesine üye seçimi amacıyla, kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun bir şekilde, atama yetkisini çeşitli organlar arasında paylaştırıldığı dengeli bir sistem kurulmuştur. Ne var ki, yukarıda açıklandığı gibi bu sistem, İrfan Fidan örnek olayında işlememiş ve çökmüştür.

Bu sistem neden çöktü? Bu çöküşten kim sorumlu? Cumhurbaşkanı mı? İrfan Fidan mı? Yargıtay üyeleri mi? Yoksa kötüye kullanılmayacak bir sistem tasarlayamayan Anayasa koyucu mu? Kim sorumlu?

1. Cumhurbaşkanı mı Sorumlu?

Anayasa Mahkemesinin 146’ncı maddesinin öngördüğü sistemin çökmesinden Cumhurbaşkanı mı sorumlu?

Hayır.

Siyasî makamlar kendilerine verilen yetkileri siyasî saiklerle kullanmak eğilimindedir. Bu yönde karine vardır. Her siyasetçi Anayasanın kendisine verdiği yetkileri siyasî mülahazalarla kullanır. Zaten anayasa koyucular da bunu bilirler ve siyasî makamlardaki kişilerin görev ve yetkilerini kötüye kullanmalarını önlemek için gerekli tedbirleri alırlar. Anayasacılık denen şey de esasen budur.

Sadece bizde değil, başka ülkelerde de, devlet başkanları, kendilerine verilmiş atama yetkilerini, çoğunlukla, bu makama en ehil ve en layık olan kişiyi değil, kendine siyaseten en yakın gördüğü kişiyi atamak için kullanırlar. ABD Başkanı 2020 yılının Ekim ayında Federal Yüksek Mahkemeye üye olarak Amy Coney Barrett’i atarken hangi motiflerle hareket etmiş ise, Türk Cumhurbaşkanı da 2021 yılının Ocak ayında Anayasa Mahkemesine üye olarak İrfan Fidan’ı atarken pek muhtemelen aynı motiflerle hareket etmiştir.

Devlet başkanlarının siyasî motiflerle hareket etmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur. Zaten anayasacılık teorisi bunu bilir ve devlet başkanlarına güvenmez; devlet başkanlarının yetkilerini siyasî sebeplerle kullanacaklarını varsayar ve bunu önlemek için anayasalarda gerekli düzenlemeleri yaparlar. Anayasacılık teorisinde anayasalar, devlet başkanlarının iyi niyetine emanet edilmiş belgeler değillerdir. Anayasa koyucular, devlet başkanlarına verdikleri yetkilerin kötüye kullanılacağını tahmin ederler ve bunun önüne geçmek için, devlet başkanına verdiği yetkileri başka makamlarla paylaştırır, söz konusu yetkinin kullanılması sürecinde başka makamlara teklif veya onama yetkileri vererek onları bu yetkinin kullanılmasına ortak eder veya o yetkiyi dengeleyecek başka makamlara da başka yetkiler verir. Yetkilerin kötüye kullanılmasını önlemek için bir “frenler ve dengeler sistemi” kurar. Anayasacılık denen şey de zaten budur. Anayasacılık, devlet yetkilerinin çeşitli organlar arasında birbirini sınırlandıran ve dengeleyen bir şekilde paylaştırılmasıdır. Amaç daima iktidarın yetkilerini sınırlandırmak ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini korumaktır.

2. İrfan Fidan mı Sorumlu?

Anayasa Mahkemesinin 146’ncı maddesinin öngördüğü sistemin çökmesinden Sayın İrfan Fidan mı sorumlu?

Hayır.

Anayasamızın 146’ncı maddesinde öngörülen sistemin amacına aykırı bir şekilde işletilmesinden İrfan Fidan sorumlu olamaz. Nihayette Sayın Fidan’ın da her hâkim ve savcı gibi ülkenin en yüksek mahkemesinde üye olmayı istemesi ve bu göreve aday olması kadar normal ne olabilir?

3. Anayasa Koyucu mu Sorumlu?

Acaba İrfan Fidan olayında Anayasanın 146’ncı maddesinin öngördüğü sistemin çökmesinden bizzat Anayasa koyucu mu sorumludur?

Şöyle düşünenlerin çıkacağından eminim: Eğer Anayasanın 146’ncı maddesinde, Yargıtay üyelerinin Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimlerine aday olması şartı olarak belli bir süre Yargıtayda görev yapmış olmak şartı konulsaydı, İrfan Fidan Anayasa Mahkemesine üye seçilemezdi. Doğrudur. Anayasa koyucunun çok ileri görüşlü olup, böyle bir hüküm koymasında yarar olacakmış. Gelecekte 146’ncı maddede değişiklik yapılması söz konusu olduğunda, ben böyle bir hükmün maddeye konulmasını şimdiden teklif ediyorum.

Ama gerçekten de Anayasa koyucunun bu işten sorumlu olduğu iddia edilebilir mi? Sanmıyorum. Anayasa koyucu böyle bir şeye ihtimal vermemiştir. Muhtemelen Anayasa koyucu “ben üç adayı seçme yetkisini Yargıtay Genel Kuruluna verdim, zaten Yargıtay Genel Kurulu, içlerinden en kıdemli ve arkadaşlarının saygısını kazanmış en ehil üyeleri seçecektir; ayrıca bir kıdem şartı koymaya gerek yoktur” diye düşünmüştür.

Ama yanılmıştır. Hatası Yargıtay Genel Kuruluna güvenmektir. Hatası, Yargıtay Genel Kurulunun kendisine verilen yetkilere sahip çıkacağını varsaymaktır.

Aslında Anayasa koyucunun bu düşüncesinde yanlış bir yan yoktur. Ülkenin en kıdemli hâkimlerinden oluşan Yargıtay Genel Kurulunun kendisine Anayasanın verdiği yetkilere sahip çıkacağını varsaymanın neresi yanlıştır? Anayasa koyucunun ülkenin en kıdemli hâkimlerinden oluşan Yargıtay Genel Kuruluna güvenmesinde ne gibi bir yanlışlık vardır? Anayasa koyucu Yargıtay Genel Kuruluna dahi güvenemeyecek ise, bu ülkede kime güvenecektir? Eğer bu yanlış ise, bu ülkede anayasa yapmanın hiçbir anlam ve gereği yoktur.

Anayasal makamların Anayasa koyucunun kendilerine verdikleri yetkilere sahip çıkmadıkları bir ülkede aslında anayasa yapma boşu boşuna bir çabadan başka bir şey değildir.

4. Asıl Sorumlu Yargıtayın Saygıdeğer Üyeleridir

Kanımca Anayasamızın 146’cı maddesinde öngörülen sistemin amacına aykırı bir şekilde işlemesinden, ne Cumhurbaşkanı, ne İrfan Fidan, ne de Anayasa koyucu sorumludur. Bunun sorumluluğu bütünüyle Yargıtay Genel Kurulunun saygıdeğer üyelerine aittir. Zira, bu saygıdeğer üyeler, Sayın İrfan Fidan’a oy vermeseydi, bugün bu sorunu tartışıyor olmayacaktık.

Neden ülkenin en kıdemli hâkimleri olan Yargıtay üyelerinin önemli bir kısmı, Anayasamızın 146’ncı maddesinin kendilerine verdiği yetkiyi kendilerinden beklenilen bir şekilde kullanamadılar? Neden bu üyeler, sahip oldukları bu yetkiyi, 20 gün önce atanmış ve pek muhtemelen yakından tanımadıkları ve birlikte de çalışmadıkları bir üyenin seçimi yönünde kullandılar?

Bu sorulara benim verebilecek bir cevabım yok. Oy verme psişik bir vakıadır; benim bu üyelerin zihninin içine girip ne düşündüklerini bilmem mümkün değil. Ben ne falcı, ne de sihirbazım.

Ama sanıyorum bir Türk milletinin bir üyesi olarak şu soruyu sormak hakkımdır: Yargıtay Genel Kurulunun, Yargıtay tarihinde görülmemiş bir şekilde, 20 günlük bir üyeyi seçmesinin sebebi nedir? Yargıtayın bu anormal ve alışılmadık durumu, egemenliğin sahibi olan Türk milletine açıklaması gerekir.

Yine bir anayasa hukuku profesörü olarak şunu gözlemlemek de sanıyorum benim hakkımdır: Anayasa Mahkemesine aday gösterilecek üç üyenin belirlenmesi amacıyla Yargıtay Genel Kurulunun 17 Aralık 2020 tarihinde yaptığı seçimde kullanılan oylarla Anayasamızın öngördüğü sistem özü itibarıyla çökmüştür. Yukarıda açıkladığımız gibi Anayasamız Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesine üye seçme yetkisini (sekiz üye bakımından) bu yetkiye diğer makamları ortak ederek sınırlamış ve dengelemiştir. Bu sistem, Yargıtay üyelerinin kendilerine verilen aday önerme yetkisine sahip çıkacakları varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayım söz konusu örnek olayda işlememiştir.

VI. KUVVETLER AYRILIĞININ TEMEL VARSAYIMI

Yukarıda da belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesi Türkiye’de kuvvetler ayrılığı sisteminin kilit noktası olan bir mahkemedir. Bu mahkemenin kendisinden beklenen fonksiyonu ifa edebilmesi için bağımsız olması gerekir. Anayasa Mahkemesi üyeleri gerçekte yukarıda eleştirilen şekilde seçiliyorsa, Anayasa Mahkemesinin bağımsız olması ve keza kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getirmesi mümkün değildir.

Burada Anayasamızın bir suçu yoktur. Anayasamız, Anayasa Mahkemesinin bağımsız olmasını istemiş ve bu yönde düzenlemeler yapmış, Anayasa Mahkemesine üye seçme yetkisini değişik makamlar arasında paylaştırmış ve bu şekilde her bir organın birbirini dengelediği ve sınırlandırdığı bir kuvvetler ayrılığı sistemi tasarlamıştır. Ne var ki bu sistemin işleyebilmesi için, sistemde kendisine yetki verilen her bir makamın kendisine verilen yetkilere sahip çıkması beklenir. Sistem bu varsayım üzerine kuruludur. Kendisine yetki verilen makamlar, yetkilerine sahip çıkmıyorlarsa, o ülkede, kuvvetler ayrılığı sisteminin işlemesi mümkün değildir.

Kuvvet kuvvetle sınırlanır. Kuvvetler ayrılığı teorisi birden fazla kuvvettin olduğunu varsayar. Kuvveti sınırlayacak kuvvetlerin olmadığı yerde kuvvetler ayrılığı teorisi büyük bir aldatmacadan başka bir şey değildir.

Kuvvetler ayrılığı sistemi, sistemde kendisine yetki verilen makamlarda görev yapan kişilerin güçlü kişilikler oldukları ve kendilerine verilen yetkilere sahip çıkacakları varsayımı üzerine kuruludur. Bu kişiler yetkilerine sahip çıkmıyorlarsa, kuvvetler ayrılığından da, anayasadan da bahsetmenin bir anlamı yoktur. Böyle bir ülkede anayasal bir demokrasi bulunduğunu söylemek zordur.

Daha da ileri gidelim: Hukuk, Cumhurbaşkanından muhtara, Anayasa Mahkemesi başkanından sulh hâkimine, YÖK Başkanından anabilim dalı başkanına kadar, büyük veya küçük, bütün kamu makamlarının kanunların kendilerine verdiği yetkilere kıskançlıkla sahip çıkacakları ve bu yetkileri başkalarına hediye etmeyecekleri ve keza bütün gerçek ve tüzel kişilerin kanunların kendilerine verdiği hakları korumak için mücadele edecekleri varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayımın geçerli olmadığı bir ülkede “hukuk” da büyük bir kandırmacadan başka bir şey değildir. Böyle bir ülkede, sadece anayasanın değil, genel olarak hukukun da bir anlamı yoktur.

VII. ANAYASAYA KARŞI HİLE

Tekrarlayalım: Yukarıda anlatılan İrfan Fidan örnek olayında Anayasamızın sözüne aykırı bir yan yoktur. Yukarıda da açıklandığı gibi Sayın İrfan Fidan, Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından Yargıtaya üye olarak atanmıştır. Bu Anayasamızın 154’üncü maddesine uygundur. İrfan Fidan Yargıtay seçimlerine aday olmuştur. Bu Anayasamızın 146’ncı maddesinin üçüncü fıkrasına uygundur. Yargıtay Genel Kurulu İrfan Fidan’ı Anayasa Mahkemesine aday olarak seçmiştir. Bu Anayasamızın 146’ncı maddesinin üçüncü fıkrasına uygundur. Cumhurbaşkanı kendisine önerilen üç aday arasında İrfan Fidan Anayasa Mahkemesine üye seçmiştir. Bu da Anayasamızın 146’ncı maddesinin üçüncü fıkrasına uygundur.

Görüldüğü gibi İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesine üye seçilmesi, Anayasanın 146’cı maddesinin sözüne uygundur; ama gelgelelim ruhuna aykırıdır. Zira yukarıda açıkladığımız gibi, bu örnek olayda, Anayasamızın 146’ncı maddesindeki usûlün, bu maddenin öngördüğü amaçla değil, tersine bu maddenin öngörmediği bir amaçla, Anayasa Mahkemesinin bağımsızlığını zayıflatmak ve kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak amacıyla kullanıldığını düşünmek için gerekli olan bütün veriler vardır.

Hukukun genel teorisinde bir kanun maddesinin, o maddenin ulaşmak istediği amaca değil, bir başka amaca ulaşmak için kullanılmasına “kanuna karşı hile (fraude à la loi)” denir. Bu yolla kanunun yasakladığı sonuca, yine aynı kanunun imkân verdiği usûller kullanılarak ulaşılır. Aynı şey anayasa hukukunda da geçerlidir. Anayasa hukukunda anayasanın yasakladığı bir sonuca yine anayasanın imkân verdiği usûllerin kullanılarak ulaşılmasına “anayasaya karşı hile (fraude à la constitution)” denir [14]. Anayasamız kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, demokratik devlet ve yargı bağımsızlığı ilkelerini öngörmüştür. Anayasamızda çeşitli makamlara verilen yetkilerin bu ilkeleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması “anayasaya karşı hile” oluşturur.

Anayasaya karşı hileye geçmişten bir örnek verelim:

1. Anayasaya Karşı Hileye Bir Örnek: 2010 Yılında Alparslan Altan’ın Anayasa Mahkemesine Üye Atanması Olayı

Anayasamızın 146’ncı maddesinin 12 Eylül 2010’dan önceki şekline göre Anayasa Mahkemesi raportörlerinin Anayasa Mahkemesine üye olarak atanması mümkün değildi. Cumhurbaşkanı çok istese de, bir Anayasa Mahkemesi raportörünü Anayasa Mahkemesine üye olarak atayamazdı.

Ne var ki, Anayasamızın öngördüğü bu yasak, yine Anayasamızın 146’ncı maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinin verdiği bir imkânla 2010 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından aşılmıştır. Şöyle: Bu fıkranın son cümlesi Cumhurbaşkanına Anayasa Mahkemesine “üst kademe yöneticileri” arasından üye atama yetkisi vermekteydi. Madem Cumhurbaşkanının bir Anayasa Mahkemesi raportörünü Anayasa Mahkemesine üye atama yetkisi yok, o hâlde, bu raportör önce, bir kamu kurumuna “üst kademe yöneticisi” olarak kısa süreliğine atanır; daha sonra da, bu kişi, “üst kademe yöneticileri” kontenjanından Anayasa Mahkemesine üye olarak atanabilirdi! Neden olmasın? Belki bu satırları okuyan okuyucular gülümsüyor; “yok ya, bu kadarı da olmaz” diyorlardır. Bu ülkede bu aynen olmuştur! 2010 yılında Anayasa Mahkemesi raportörü Alparslan Altan, tam da bu şekilde Anayasa Mahkemesine üye olarak atanmıştır. Şöyle:

Anayasa Mahkemesi raportörü Sayın Alpaslan Altan, önce dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün imzalarını taşıyan 25 Şubat 2010 tarih ve 2010/116 sayılı müşterek kararnameyle “Denizcilik Müsteşarlığı Müsteşar Yardımcılığı” görevine atanmıştır [15]. Bu arada belirtelim ki, Sayın Altan hukuk fakültesi mezunudur ve denizcilikle ilgili bir eğitimi de yoktur. Alparslan Altan, “Denizcilik Müsteşar Yardımcısı” olarak sadece 30 gün (evet, yanlış okumadınız, sadece otuz gün) “görev yaptıktan” sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından 29 Mart 2010 tarih ve 2010/5 sayılı kararla Anayasa Mahkemesi üyeliğine atanmıştır [16].

O dönem çeşitli gazetelerde Alpaslan Altan’ın, gerçekte Denizcilik Müsteşar Yardımcılığına adı geçen Müsteşarlıkla ilgili bir görev ifa etmesi için değil, kendisinin daha sonra Anayasa Mahkemesine üye olarak seçilebilmesini sağlamak amacıyla atandığı iddia edilmiştir. Örneğin dönemin YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan, Alparslan Altan’ın atanmasının “bir dolanma kültürünün sonucu olduğunu” ileri sürmüştür [17]. Belirtelim ki, idare hukukunda asıl görevi yapmak için değil, bir başka amaçla yapılan atamalara “düzmece atamalar” denir [18].

Yukarıdaki örnek olay neyi gösteriyor? Anayasamızın 146’ncı maddesinin o zaman yürürlükte olan şekline göre, Cumhurbaşkanının bir Anayasa Mahkemesi raportörünü Anayasa Mahkemesi üyesi olarak ataması mümkün olmamasına rağmen, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Anayasamızın 146’ncı maddesinin yasakladığı bu sonuca, yine aynı maddenin bir başka hükmünden yararlanarak ulaşmıştır. İşte “anayasaya karşı hile” budur. Anayasanın yasakladığı bir sonuca, anayasanın başka bir amaçla verdiği imkândan yararlanılarak ulaşılmasına “anayasaya karşı hile” denir.

Not edelim ki, Anayasa Mahkemesi üyesi Sayın Alparslan Altan, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra 16 Temmuz 2016 günü gözaltına alınmış, Ankara 2. Sulh Ceza Hâkimliğinin 20 Temmuz 2016 tarih ve 2016/595 sayılı kararıyla “terör örgütüne üye olma” suçundan tutuklanmıştır. Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu da 4 Ağustos 2016 tarih ve E.2016/6 (Değişik İşler), K.2016/12 sayılı kararıyla meslekten çıkarılmasına karar vermiştir [19]. Alparslan Altan, FETÖ-PDY ile bir bağlantısının olmadığını belirtip, “Anayasa Mahkemesi üyesiyken yazdığı karşı oylar nedeniyle” tutuklandığını beyan etmiştir [20]. Anadolu Ajansının geçtiği bir habere göre, Alparslan Altan, 6 Mart 2019 tarihinde Yargıtay 9. Ceza Dairesince FETÖ üyeliğinden 11 yıl 3 ay hapis cezasına mahkûm edilmiştir [21].

2. İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesine Üye Atanması Anayasaya Karşı Hile Örneği midir?

Anayasamızın 146’ncı maddesinin üçüncü fıkrası Anayasa Mahkemesinin üç üyesinin Yargıtay üyeleri arasından seçilmesini arzu etmiştir. Bunda eleştirilecek bir yan yoktur. Zira ülkedeki en tecrübeli, en liyakatli, en ehliyetli hâkimler, Yargıtay hâkimleridir.

Sayın İrfan Fidan ise Yargıtay üyeliğine 27 Kasım 2020 tarihinde seçilmiştir. Mazbatasını ise 11 Aralık 2020 tarihinde almıştır. 17 Aralık 2020 tarihinde İrfan Fidan Yargıtay Genel Kurulu tarafından Anayasa Mahkemesine aday üye olarak seçilmiştir.

Sayın İrfan Fidan, gazetelerde iddia edildiği gibi [22], Yargıtay üyeliğine gerçekte Yargıtay üyeliği yapmak için değil, Anayasa Mahkemesine izleyen günlerde üye olarak seçilmesini sağlamak amacıyla atanmış ise, yani bazı gazetelerde yazıldığı gibi, Yargıtay üyeliği bir “atlama tahtası”, bir “basamak” olarak kullanılmış ise [23], ortada anayasa hukuku teorisinde “anayasaya karşı hile (fraude à la constitution)” denen durumun olduğu düşünülebilir. Hâliyle bizim İrfan Fidan’ın atanması sürecinde Sayın Fidan’ı atayan makamların zihninden geçen düşünceleri bilmemiz mümkün değildir.

VIII. ANAYASAYI DOLANMA KÜLTÜRÜ

Anayasayı dolanma kültürünün bu ülkede çok derin kökleri vardır.

Türkiye’de gerek yargısal, gerekse idarî nitelikte bazı makamlara atamalarda dolanma kültürünün izleri görülür. Dışarıdan baktığınızda bu atamaların şeklen hukuka uygun olduğunu görürsünüz. Ama daha yakından baktığınızda, bu atamaların içerik olarak pek de hukuka uygun olmadığını, bu atamalarda aslında hukuk dışı motiflerin rol oynadığını anlarsınız. Bu konuda apayrı bir inceleme konusu olacak derecede örnek vardır. Bu örnekler bu makalenin konusu dışında kalır.

Türkiye’de Anayasa Mahkemesi üyelerinin atanmasına ilişkin tartışmaya açık başka sorunlar da vardır.

Anayasamızın 146’ncı maddesinin üçüncü fıkrasına göre, Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesinin üç üyesini, Yükseköğretim Kurulunun öğretim üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden seçer. Hâlihazırda Anayasa Mahkemesinde bu şekilde seçilmiş üç üye var. İlginçtir üçü de hukuk fakültesi mezunu değil. İkisi kamu yönetimi bölümü mezunu, biri de çalışma ekonomisi mezunu. Anayasa Mahkemesine üye seçilmeden önce bu üç üyeden biri Polis Akademisinde, diğeri Sakarya Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesinde, üçüncüsü de KTÜ İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesinde öğretim üyesi idi.

Türkiye’de yüzlerce hukuk profesörü, onlarca anayasa hukuku profesörü var iken YÖK’ün hukuk fakültesi mezunu dahi olmayan öğretim üyelerini Anayasa Mahkemesine hâkim olarak önermesine ne demeli? Dışardan bakarsanız YÖK’ün Anayasa Mahkemesine üye önerme işleminde ve Cumhurbaşkanının önerilen üç adaydan birisini atama işleminde Anayasaya bir aykırılık yoktur. Bu işlemler, Anayasanın 146’ncı maddenin sözüne uygundur. Ama acaba özünde bir aykırılık yok mu?

Hâlihazırda Anayasa Mahkemesinin 15 üyesinden 8’i, yani çoğunluğu hukuk fakültesi mezunu değildir [24]. Hangi üyelerin hangi fakülteden mezun olduklarını merak edenler EK-2’deki tabloya bakabilirler.

Hukukçu olmayan bu üyelerin atanma sürecine bakarsanız, bu üyelerin hepsinin görünüşte Anayasamızın 146’ncı maddesine uygun olarak atanmış olduğunu görürsünüz. Ama sürece değil de sonuca bakarsanız, şaşırırsınız! Sonuçta üyelerinin çoğunluğu hukukçu olmayan bir mahkeme ortaya çıkmıştır! Nasıl oluyor da bir mahkemenin çoğunluk üyeleri hukukçu olmayabiliyor? Bu garip değil mi? Böyle bir mahkeme tarafından yargılanmayı kim ister? Yarısından fazlası hekim olmayan bir ameliyat ekibi tarafından ameliyat edilmeyi kim kabul eder? Anayasamızın 146’ncı maddesinin böyle bir şey arzu ettiğini kim söyleyebilir? Dünyanın neresinde böyle bir şey görülmüştür?

Dolanma kültürüyle ilgili tek sorun Anayasa Mahkemesinde değildir. Daha başka mahkeme ve kurumlara ilişkin daha pek çok örnek verilebilir. Danıştaya üye seçiminde de benzer, hatta daha ağır problemler vardır. Dahası Danıştayın üyelerinin çoğunluğu da hukukçu değildir. Bu konuda 24 Ekim 2019 tarihinde yayınladığım “İdarî Yargıda Hukukçu Olmayan Hâkimler Sorunu” başlıklı makaleme bakılabilir [25].

* * *

İlave etmek isterim ki yukarıda verdiğim örnekler AKP döneminde yaşanmış örneklerdir. Ancak dolanma kültürünün AKP’ye mahsus bir kültür olduğu sanılmasın. Türkiye’de geçmişte de anayasanın dolanıldığına ve keza anayasanın kendisine verdiği yetkilere sahip çıkma cesareti gösteremeyen makamlara çok rastladık. Bunlara da pek çok örnek verebilirim.

Türkiye’de anayasayı dolanma yöntemini AKP keşfetmiş değil. Bu bizde, Osmanlı’dan beri bilinen ve çok kullanılan bir yöntem. Ancak itiraf etmem gerekir ki, geçmiş dönemlerde, bu yönteme bu kadar açıktan açığa başvurulduğuna ben şahit olmadım.

IX. ANAYASA MAHKEMESİNE “ELVEDA” DEMENİN ZAMANI GELDİ Mİ?

Artık Anayasa Mahkemesinin kendisinden beklenen fonksiyonu ifa edemeyeceği tahmin edilebilir. Siyasî iktidarı sınırlandıramayan ve vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini koruyamayan bir Anayasa Mahkemesinin ülkemize sağlayacağı bir yarar yoktur.

Böyle bir durumda Anayasa Mahkemesinin fiilen bittiği söylenebilir. Şüphesiz, fiilen biten Anayasa Mahkemesi resmen kapatılmayacak; görünüşte de olsa Anayasa Mahkemesi yaşamaya devam edecektir. Yani Anayasa Mahkemesi bir “façade anayasa mahkemesi” olarak varlığını sürdürecektir; aynen Anayasamızın da bir “façade anayasa” olarak varlığını sürdürdüğü gibi [26].

Maalesef Anayasamızın özellikle temel hak ve hürriyetlere ve keza bunların yargısal korunmasına ilişkin hükümlerinin uygulamadaki etkililiği çok zayıftır. Acaba hâlâ Türkiye’de Anayasayı okuyup, “Anayasamız bana pek çok hak ve hürriyet veriyor ve eğer hak ve hürriyetlerim ihlâl edilirse, mahkemeler huzurunda hakkımı alabilirim veya alamazsam bile Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yoluyla başvurup hakkımı koruyabilirim” diyen bir kişi kaldı mı?

Şimdiye kadar Anayasaya ve Anayasa Mahkemesine güvenmenin büyük ölçüde bir yanılgı olduğunu gördük. Önümüzdeki günlerde ise Anayasa Mahkemesine güvenmenin muazzam bir yanılgı olacağını göreceğiz. Şimdiye kadar Anayasa Mahkemesi kıyısından köşesinden de olsa bizi şaşırttı; özgürlükçü kararlar verdi; arada sırada bize sürprizler yaptı. Önümüzdeki günlerde artık böyle sürprizlere hasret kalacağız.

23 Aralık 2016 tarihinde, “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ni getiren 2017 Anayasa değişikliğininin TBMM'de görüşlüdüğü günlerde, “Elveda Anayasa” başlıklı bir makale [27]; söz konusu Anayasa değişikliğinin 16 Nisan 2017 tarihli referandumla onaylanmasından önce, 2017 yılının Mart ayında da aynı başlıkla bir kitap [28] yayınlamıştım.

Sanıyorum artık Anayasa Mahkemesine de “elveda” demenin zamanı geldi.

Aslında “Elveda Anayasa” dedikten sonra bu Anayasanın bir parçası olan Anayasa Mahkemesine de “elveda” demenin çok da orijinal bir yanı yok. Zaten bu, olanın bir tekrarından, genelin özelde de doğrulanmasından başka bir şey değil.

SONUÇ

Vakıa şu ki, bir ülkede kuvvetler ayrılığına “elveda” dedikten sonra, daha pek çok şeye “elveda” demek gerekiyor. Zira bütün anayasal sistem, bu ilke üzerine kuruludur.

Yukarıda açıklandığı gibi bir ülkede kuvvetler ayrılığı olmadan bir anayasal sistemin işlemesi mümkün değildir. Kuvvetler ayrılığından bahsedebilmek için ise, birbirine rakip kuvvetlerin olması gerekir. Kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasanın yetki verdiği makam ve kişilerin kendilerine verilen yetkiye sahip çıkacakları varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayımın geçerli olmadığı bir ülkede, kuvvetler ayrılığı sisteminin işlemesi ve dolayısıyla anayasal kurum ve mekanizmaların çalışması mümkün değildir.

Maalesef Türkiye’de Anayasada ne yazarsa yazsın, kuvvetler ayrılığı kültürü çok zayıftır. Belki de, kestirmeden, kuvvetler ayrılığı fikrinin Türkiye’ye hiç uğramadığını söylemek bile mümkündür.

Bunun nedeni nedir? Bilmiyorum. Ama maalesef Türkiye’de kendi yetkilerine sahip çıkacak ve kendi yetkilerini ne olursa olsun savunacak kişi sayısının pek az olduğunu ve gün geçtikçe bu sayının daha da azaldığını her gün görüyorum.

Türkiye’nin asıl sorunu, anayasa yapmak ve değiştirmek değildir. Türkiye’nin asıl sorunu yöneticileri değiştirmek de değildir. Türkiye’de pek çok anayasa yapıldı. Bu Anayasanın yerine de yenisi yapılır. Türkiye’de pek çok siyasî iktidar değişti. Bu iktidar da değişir. Ama Türkiye’nin anayasa sorunu değişmez. Türkiye’nin asıl sorunu, anayasayı ve iktidarı değiştirmek değil, Türkiye’deki devlet ve hukuk zihniyetini değiştirmektir. Bu zihniyeti değiştirmedikçe, Türkiye’de anayasal demokrasinin kurulmasının imkân ve ihtimali yoktur. Haberiniz olsun!

25 Ocak 2021 Pazartesi

GELECEĞİN DÜNYASINDA İNSAN KALABİLMEK NE KADAR MÜMKÜN? Mehmet Yaşar SOYALAN/16.01.2021

-Küreselleşen Dünyada Din, Devlet ve Eğitimin Geleceğine Dair Bazı Öngörüler-

GİRİŞ.

DÜN, BUGÜN VE GELECEK İLİŞKİSİ

Gelecek üzerine konuşabilmek ve bir öngörüde bulunabilmek için, olmuş ve olmakta olana dair bir fikrimizin ve bir hafızamızın olması gerekir. Özellikle de son iki yüzyıldaki gelişmeler, bu gelişmelerin nasıl bir dünya ve nasıl bir insan ortaya çıkardığı konusu temel alınmalıdır. Dünü ve bugünü, dünün ve bugünün fikri temellerine, varlık, insan ve bilgi tasavvurlarına vakıf olarak, olgu ve olaylar üzerinden analiz ettiğimizde, ortaya çıkan “yeni durum” ve “yeni gerçeklik”i daha iyi kavrayacağımız gibi gelecek hakkındaki öngörülerimiz de daha gerçekçi ve tutarlı olacaktır. Bu yazımızda/makalemizde özellikle gelecekle ilgili bir değerlendirme yapmaya ve bazı öngörülerde bulunmaya çalışacağız.

Son iki yüz yılda dünyanın yeniden şekillendiği hatta yeni bir dünyanın ve yeni bir insanın ortaya çıktığı herkesin malumudur. Bu “yenidünya” hem niceliksel hem de niteliksel anlamda bir yeni bir dünyadır. Öyle ki, bu süreçte, giyim kuşamdan, yeme içmeye; öğrenme biçimlerinden, iletişim, ulaşım ve yönetişim araçlarına, insanlar arası ilişkilere, dini ve kültürel değerlere kadar her şeyiyle farklı yeni bir dünya ve yeni bir tasavvur ortaya çıkmıştır. Bu yeni gerçekliğin motor gücü ve kaynağı 16. Yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan ve 18.yy da ete kemiğe bürünen Batı’nın Aydınlanma düşüncesidir. Bu düşünce Batı’nın iki bin yıllık tarihi ile yüzleşmesinin ve bu yüzleşmenin bir yansıması olan iç mücadelesinin/ dinamizminin hasılası olarak vücut bulmuştur.

Aydınlanma düşüncesi, gelecek yüzyıllar için yine bir mücadele ve kavga çerisinde varlığını sürdürmüş, hâkim olduğu coğrafyaya ve sakinlerine büyük bedeller ödeterek yeryüzü egemenliğini ilan etmiştir. Bu ilan aynı zamanda yeni bir dünyanın (ama her şeyi ile yeni) ortaya çıktığının da ilanıdır. Kurumlar, kurallar, gelenek ve görenekler, alışkanlıklar, davranışlar, alet ve araçlar, kısacası iletişim araçlarından, ulaşım araçlarına, üretim araç ve alışkanlıklarından tüketim alışkanlıklarına kadar, din, dil, kültür dâhil (insanın bedeni dışında) hemen hemen her şey değişmiş, kelimenin tam anlamıyla yeni bir dünya kurulmuştur. Ancak etkileri açısından değerlendirildiğinde bu değişim yeryüzü coğrafyasının ve sakinlerinin hayrına olmamıştır. Yerküre eskisi ile kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir yıkım ve tahribata uğramış, sakinleri daha önce eşi ve benzerine rastlanmayacak boyutta acılar yaşamış, kitlesel yıkımlara, katliamlara maruz kalmıştır. Bu konudaki fotoğraf çok nettir.

Fotoğraf, bakana, faillerin niyet ve fikirleri ile amaç ve hedefleri konusunda bazı ipuçları veriyor; onların varlık, bilgi ve insan tasavvuru konusunda zihinde de az çok bir şekil beliriyor. Ancak kesin bir kanaat için fotoğrafın ötesine geçmek gerekiyor. Görünenin ötesine geçmek ve işin mantığını kavramak için dikkatli bir göz kadar sağlam bir hafızaya ve bütüncül bir metodolojiye/ yönteme de ihtiyaç var.

Bu makalede amacımız bir batı aydınlanması eleştirisi yapmak olmadığı için konunun bu yönüne fazla odaklanmayacağız. Bu nedenle konumuzla ilişkisi çerçevesinde Aydınlanma düşüncesi, uygulamaları ve sonuçları ile ilgili kısa bir değerlendirme ile yetineceğiz. Ayrıca ifade etmemiz gerekir ki zaten bu dergide yayınlanan diğer yazılarımızda konuyu daha derinlemesine tartıştık. Sonuç olarak “aydınlanma”nın temel paradigmasının/dogmasının bilimsel bilgi ve aydınlanmış insan olduğunu, varlık, bilgi ve insan tasavvuru dâhil tüm tasavvurunu bunun üzerine kurduğunu, tek kutsalının bilimsel bilgi ve aydınlanmış insanın ihtirasları olduğunu, bu tasavvurda metafizik alana yer olmadığı gibi adalet, eğitim ve ahlak gibi konuların/alanların bilimsel bilginin ve aydınlanmış/kutsanmış insanın arzu ve ihtirasının bir aracı haline geldiğini, teoride farklı ifade edilse de iki yüz yıllık uygulamanın bu yönde olduğunu ifade etmiştik.

AYDINLANMIŞ İNSANIN YÜREĞİNİ VE YERYÜZÜNÜ ÇÖLLEŞTİRMESİNDEKİ TEMEL PARADİGMASI: DİN VE İKTİDARIN BİRBİRLERİNİ KUTSAYIP ARAÇSALLAŞTIRMASI VE BU ARAÇSALLAŞTIRMADA EĞİTİMİN ROLÜ

İki yüzyıl öncesinin dünyasının/yeryüzünün coğrafi/fiziki durumuyla bugünün dünyasının coğrafi/ fiziki durumunu karşılaştırdığımızda Batı tasavvurunun dünyayı getirdiği yer kendisini apaçık gösterir. Aydınlanmış veya yarı aydınlanmış sakinleri tarafından fiziki yapısı/ habitatı tahrip edilmiş, yapılan talan ve ifsat sonucu kaynakları kurutulmuş ve böylece her gün bir yenisinin yaşandığı devasa boyuttaki çevre felaketleri ile sarsılan yeni ve yaralı bir dünya… Yeryüzüne bunu yapan bu aydınlanmış ve yarı aydınlanmış insan sakinlerinin durumu ise yeryüzünün durumundan farklı değil; o da yaralı, ama yaralı olduğunun farkında değil. İnsanın hırsı ve kendisine öğretilen şeyler, maruz kaldığı şartlandırma, aklını, zihnini ve yüreğini örtmüş; kanaati ve hakkına rıza göstermeyi unutmuş, kendisini yeryüzünün efendisi olarak görüyor ve bu nedenle çevresine istediği gibi davranabileceğini, habitatı istediği gibi yok edebileceğini sanıyor ve iki yüz yıldır bu sanısını acımasızca uygulamaya devam ediyor.

Peki, bu tasavvurun temel muharriki nedir?

Temel muharrik; evrendeki her şeyin, canlı cansız her varlığın sınırsız ve sorumsuz bir şekilde kendisine ait olduğu anlayışıdır/inancıdır. İnsan yeryüzünün hatta evrenin tek sahibi ve efendisi olduğuna inandırılmıştır. Herhangi bir metafizik gerçekliğe ve değere inanmaması –çünkü bilimsel bilgi bunu gerektirir- nedeniyle inancının gereğini yerine getirme konusunda zihninde herhangi bir engel ve sınır da yoktur. Çevresindekine sahip olma dışında bir sorumluluk bilincine de sahip değildir.

Bu sınırsızlık ve sorumsuzluk hali sadece coğrafyanın maddi/fiziki anlamda tahrip ve talan edilmesinde görülmüyor; insanı ilgilendiren yönetim/iktidar, iktisat, kültür, din ve eğitim alanında da kendini gösteriyor.

Dinileşme süreci, şartlandırmadan başka bir şey olmayan eğitim olgusunu, eğitimin gerçekleştiği mekânı/okulu, eğitimin tek çıktısı olan diplomayı yani bir bütün olarak eğitim sistemini de olmazsa olmaz ve kutsal bir şey ve kutsal bir yer olarak görülmesini de zorunlu kılmıştır.

Dolayısıyla bugünün dünyasının hâkim iktidar/devlet telakkisi; şekli, yapısı, sisteminin adı ne olursa olsun Modern Batı’nın ürettiği ve tedavüle soktuğu bilimci iktidar anlayışının ülke ve coğrafyalara göre farklı tezahürlerinden başka bir şey değildir. Hepsi de bilimsel düşünceyi merkeze alan, hatta onu tek otorite kabul eden bir varlık ve dünya tasavvuru çerçevesinde bir iktidar anlayışına sahiptirler. Bu bilimsellik tasavvuru aynı zamanda her bir devletin/iktidarın kendilerine özgü kutsalları olsa da tüm kutsalların kendisine tabi olduğu veya onay verdiği, hepsinin ortak kutsalıdır bu bilimsellik tasavvuru aynı zamanda. Konuya bu çerçeveden bakıldığında kimisi cumhuriyet, kimisi krallık/monarşi, kimisi başkanlık, kimisi diktatörlük, kimisi demokrasi veya demokratik cumhuriyet sistemleri ile yönetilse de mevcut tüm devletlerin (örneğin, ADB, AB, Çin, Küba, Kuzey Kore, İran, Suudi Arabistan, Rusya, Türkiye, Asya, Afrika, Ön Asya ve Güney Amerika ülkelerinin), yönetim, yöneten, yönetilen telakkileri birbirinden çok da farklı değildir.

Bu algının bu denli yaygın ve belirleyici olması, yani bilimin, bilimsel düşüncenin bir din gibi algılanması, hatta bir dine dönüşmesi yine klasik dini tasavvur sayesinde, onun onay vermesi ve kutsaması ile mümkün olmuştur. Klasik dini tasavvur, modern dönemlerde varlığını ancak bilimsel düşüncenin eteklerine tutunarak sürdürebileceğine vehmederek, kendisini onun içinde eriterek veya yeniden kurgulayarak bilimsel düşüncenin “diniliğini”, “dinliğini” tescil etmiştir. Öyle ki, bilim ve bilimsel düşünce bir süreç içerisinde klasik dindarların da dini olacak şekilde dogmalaşmış ve küresel bir dine dönüşerek yeryüzünün tek egemen dini haline gelmiştir. Yani bu tesciliyet, ancak dine dönüşmüş bir bilimsellik algısı sayesinde mümkün olmakta, klasik dini tasavvur ve dini söylem de bu yeni durumun, yeni tasavvurun meşrulaştırılma görevini üstlenmiş görünmektedir.

Elbette bilimsel düşüncenin şartlandırılma merkezleri olan eğitim kurumlarını, eğitim-öğretim müfredatlarını, eğitim araç ve gereçlerini (en önemli araç olan öğretmenleri) de unutmamak gerekir. Çünkü bu anlayışın üretim ve dağıtım merkezleri buralardır. Zaten bu dinileşme süreci, şartlandırmadan başka bir şey olmayan eğitim olgusunu, eğitimin gerçekleştiği mekânı/okulu, eğitimin tek çıktısı olan diplomayı yani bir bütün olarak eğitim sistemini de olmazsa olmaz ve kutsal bir şey ve kutsal bir yer olarak görülmesini de zorunlu kılmıştır. Bu durum tüm eğitim sisteminin kendisi için var olduğu öğrenciyi, akletmeyen bir müride/inanana dönüştürmüş, öğrenmenin öznesi olacakken eğitimin nesnesi haline gelmiştir. Öğrenmenin, ellerinde gerçekleştiği öğretmen/ muallim de bu sistemde sıradan bir eğitim materyaline indirgenmiştir. Kısacası her fiili durum, başka bir fiili durumu meşrulaştırıp dokunulmaz kılmaktadır.

Bilime ve bilimsel düşünceye bu dokunulmazlık, mutlaklık, yanılmazlık, dolayısıyla kutsallık atfedilmesi klasik dinin tescil ve onayı ile olmuşken, varlığını daha da pekiştirip sürekli hale getirmesi de iktidar ve eğitim sistemi sayesinde mümkün olmuştur, olmaktadır. Öyle ki her biri diğerinin varlık nedeni olan bu üç yapı; bilimsel düşünce, iktidar ve eğitim sistemi aynı zamanda bir birini de kutsamakta, dogmalaştırmakta ve mutlaklaştırmaktadır. Üçü birlikte içinde batin-zahir, maddi- manevi her türlü tatminin sağlandığı -tepesinde bilimsel düşüncenin olduğu- yeni küresel bir tasavvura/ dine dönüşmüş durumdadır. Her biri ayrı ayrı farklı şekillerde tanımlansalar da modern dünyadaki konumları -özellikle üçü birlikte- tam ve muktedir bir din işlevi görmektedir. Birbirini besleyen bu yapılar, yani bilimsellik merkezli eğitim tasavvuru ve modern yönetim/iktidar biçimleri en az yüz yıldır küreselleşmiş durumdadır. Teknolojik devrim ile birlikte daha da giriftleşen ve derinleşen bu yapılar, birey ve toplumların yönlendirilip denetlenmesini daha kolay hale getirdiği gibi plan ve projelerin etkin bir şekilde uygulanmasını da sağlamıştır. Günün sonunda insan da teknolojik bir alete dönüşmüş olmaktadır.

İktidarların bilimsel bilgiyi bir araç ve bir yönetim aygıtı olarak tasarlayıp kullanması ile birlikte iktidarların işi daha da kolaylaşmış, örneğin eğitim sadece kişi ve toplumları şartlandırma / yönlendirme aracı olarak değil, toplumların din tasavvurlarının yeniden dizaynı için de kullanmıştır. Oluşturulan bu yeni dini tasavvurun olmazsa olmazı bilimsel bilgiyi merkeze alması ve iktidarlar ile ilişkisini bunun üzerinden kurmasıdır.

Tüm bunların sonucu olarak toplumlar ve toplumların sahip oldukları değerler, örf ve gelenekler bilimsel bilgi dininin önünde birer engel olarak görüldükleri için, öncelikle “bilim dışı” gösterilip itibarsızlaştırılmış, müntesipleri kendilerine yabancılaştırılıp aşağılık kompleksine mahkûm edilerek etkisizleştirilmiş. Sonrasında yerel kültür, farklılıklar, farklı düşünme biçimleri, farklı tasavvurlar, bilimsel düşünce ve bilimci davranış kalıpları arasında eritilerek ya egemen kültürün bir parçası haline ya da folklorik ve turistik bir öğe haline getirilmiş. Tıpkı Avustralya (!) ve Amerika (!) kıtalarının (İlgili coğrafyaların eski isimlerini bile yok ederek o yerleri kendileri yeniden isimlendirmişler.) gerçek/yerli halklarını ve kültürlerini yok ettikleri, kendi güçlerinin ve egemenliklerinin bir göstergesi olarak geriye bıraktıklarını da asimile edip, yapılarını ve özelliklerini değiştirdikten sonra özel kamplarda tarihi bir obje olarak koruma altına aldıkları gibi.

Genetik olarak aldığı miras ve çevrenin yönlendirmesi ile insanoğlunun zihni “ben” merkezci veya aidiyetçi (toplum merkezci) bir şekilde kodlandığı için yeni bir öteki oluşturarak varlığını idame ettirir. Sonrasında da “öteki” kabul ettiğini kendisine dönüştürmeye veya kendisine itiraz edemez hale getirmeye çalışır. Bunları bireysel ölçekte bizzat kendisi yaptığı gibi toplumsal ölçekte ise toplumun ve idarenin/ iktidarın güç, imkân ve araçları kullanılarak yine “görevlendirilmiş vatandaşlar” eliyle yapılır. İşte bu dönüştürme, kendisine benzetme ve etkisiz kılma işine eğitim denmektedir.

İki yüzyıl öncesinde ne devlette ne de devleti oluşturan halkta/tebaada bugünkü anlamıyla “vatan” ve “vatandaşlık” tasavvuru bulunmadığı için bugünkü anlamda bir eğitim algısı da söz konusu değildir. Her birey, ne öğrenmek ne olmak istiyorsa onu kendisinin arayıp bulması gerekmektedir; devletin/iktidarın bu konuda herhangi bir çabası ve çalışması yoktur. Devletin ve içinde yaşadığı coğrafyanın, “vatan” olması ile birlikte bölge halkı/ insanı da vatandaş olmuştur. Artık bulunduğu coğrafyayı, doğduğu toprakları, vatandaşı olduğu devleti beğenmeyip başka yerlerde kendisine yeni “vatanlar” yeni devletler kurma imkânı da kalmamıştır. Yeryüzü tümüyle arkasına kendi halkını da alan egemenler tarafından parsellenerek sahiplenilmiştir. Artık yeryüzünde sahibi olmayan bir karış toprak bile bulunmamaktadır. Bu sahipler de bir yerde bu toprakların mahkûmu haline gelerek özellikle modern zamanlardan itibaren coğrafyasının kaderi onların kaderi haline gelmiş durumdadır.

Benzer bir mahkûmiyet durumu da tasavvurlar alanında gerçekleşmiştir. Eğitimin küreselleşip, küresel bir zorunluluk haline gelmesi, teknolojik gelişmişlik ve bilgiye/malumata/materyale ulaşmanın kolaylaşması insanoğlunun kendisini daha da özgürleştirdiğini, özgürlük alanlarının arttığını vehmetmesine neden oldu. Kendi kimliğine, kadim kültürüne ve coğrafyasına yabancılaşmayı bir erdem ve kazanım olarak görmeye başladı. Küresel bir nesneye dönüşmüş olmanın sarhoşluğu içindeki insanoğlu, küresel teknolojik bir alete/ robota dönüştüğünü, sadece istenilen davranışları sergilediğini, kendi özgün iradesinin yok edildiğini fark edemedi/ edemiyor. Bu nedenle bu sarhoşluk ve sekr hali onun için bir yaşam biçimine dönüştü. Kısacası modern dönemlerin eğitim sistemi ebeveynlerinin izin ve onayı ile öğrenci ve ebeveynini kendi yerel zindanlarında küresel bir tüketici haline getirmiştir. Eğitim hem bir doktrin ve düşünce olarak hem de bir model ve uygulama olarak, kutsallaştırıldığı, bir tabuya/ dogmaya dönüştürüldüğü için layüsal/dokunulamaz, sorgulanamaz konuma geldi.

Dini alanda da benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Ancak ne hazindir ki, aklettiği için muhatap almak durumunda kaldığı insanı, akledemez hale getirmek de dine nasip olmuştur(!). Çünkü dünyaya ait bir varlık, bir ahlak, bir adalet, bir hayat tasavvuru olması hasebiyle dinler doğrudan iktidarların ilgi alanına girmekte ve dinin dünya hayatı ile ilgili tasavvurları, uygulamaları iktidar tarafından satın alınarak onu kendisinin malına dönüştürmekte ve ilgili tasavvurların içini yeniden doldurarak kendisi için yararlı bir meta haline getirmektedir.

Dinin özne olma iddiasından vaz geçip/geçirilip nesne konumuna indirgenmesi/düşürülmesi, din-dindar / inanan ilişkisini yeniden kurduğu gibi dinin doğasında var olan, Tanrı, dünya, ötedünya ve insan tasavvuru da egemenliği altına girdiği iktidarın tasavvurları çerçevesinde yeniden kurgulandı ve iktidarın istediği kalıba girmiş, istediği renge bürünmüş oldu. İnananlar tarafından da din, bu yeni tasavvur, kurgu ve kalıp içinde algılanır ve yorumlanır hale geldi. Elbette uygulamalar da bu yeni anlayış çerçevesinde gerçekleşti. Belki ritüellerde ve dini mekânların fiziki yapısında şekli olarak çok belirgin, radikal bir değişim olmadı ama işin yönü, özü, amacı ve anlamı değişti.

Dinler, inananlarının, sorumluluk ve irade sahibi bir birey olma özelliklerini devam ettirerek toplumsal bir aidiyet bilinci içerisinde bir topluluk oluşturmaları durumunda ancak ayakta kalabilirler. Toplulukları yok olduklarında dinler de hayatın içinden çekilerek tarih kitaplarının içine girerler. Aynı şekilde iktidarların ilgi alanından çıkıp tarihçilerin ilgi alanına girmiş olurlar. Dolayısıyla dinlerin varlığı, inananlarının varlığı ile; inananların varlığı, ait oldukları toplumun/milletin varlığı ile; toplumun varlığı o topluluğu ayakta tutacak mekanizmaların, sistemlerin yani toplumsal dini ritüellerin ve ortak ahlaki kuralların, örf, adet ve geleneklerin varlığı ile mümkün olur. Ortak dini ritüeller ve ortak ahlaki kurallar ortadan kalktığında toplum da, inanan da, din de ortadan kalkar. İşte genel itibarı ile iktidarlar bu gerçekliğin farkında oldukları için inananların bir topluluk halinde, dini ritüellerini yerine getirerek, alışılmış ve üzerinde uzlaşılmış ahlaki kurallar çerçevesinde yaşamaları için özel gayret gösterirler ki kendi iktidarları da devam edebilsin. İktidarın nesnesi haline gelmiş bir dinin varlığını sürdürebilmesi için bile böyle bir döngü zorunluluktur. Bu döngüye özen göstermeyen veya izin vermeyen iktidarların iktidarı da SSCB örneğinde olduğu gibi (bilimi de bir inanç/din haline dönüştüremediği için) kalıcı olmaz.

Dinlerin iktidar karşısında nesne haline dönüşmesi, inanlarının da iktidar karşısında nesne haline gelmesine neden oldu. Çünkü bu aşamadan sonra artık din, iktidarların yaptıklarını meşrulaştırma ve onama makamına/aracına dönüşmekle kalmaz, inananını da Tanrının değil iktidarın kuluna dönüştürür. Hatta din - iktidar ortaklığının, inanan üzerindeki etkisi bununla sınırlı kalmayarak dinlerin, inananı için bir müsekkin, bir uyuşturucu, gerçekleri örten bir maske/ örtü işlevi görmesine sebep olur. Gelinen bu nokta inananın iktidarın kullarına dönüştüğü noktadır. Artık bundan sonra iktidarın kulları haline gelmiş inananlar, iktidar adına, iktidarın temel değeri olan bilimsel bilgi adına, iktidarların tetikçisi, fedaisi olarak hayatlarını sürdürürler. Dinin ve dindarın nesneleşmesi en az bir yüz yıllık süreç içerisinde gerçekleşmiştir ve bu süreç dinin, dindarın, akıl ile, akletme ile, anlama, fıkhetme ve sorgulama ile ya arasına mesafe koyması ya da bunlarla tüm bağlarını kopararak, yollarını ayırması ile sonuçlanmıştır.

Böylece nesneleşen inananlar topluluğu, tek tip giyinen, aynı şekilde düşünen ve davranan ortak kodlarla hareket eden, tek tip simge ve sembollerle yönetilen askerler, robotlar ordusu veya koyunlar sürüsüne dönüştü ve dönüşmeye de devam ediyor. Bu dönüşme günümüzde teknolojinin de imkânları ile daha hızlı ve daha etkili bir şekilde gerçekleşmektedir. (Teknolojinin bireyi özgürleştirdiği iddiasına gelince, bu başlı başına bir yanılsamadır ve iktidarların ve onun görünen ve görünmeyen ortaklarının bir illüzyonundan başka bir şey değildir.) Geçmişin ve bugünün fotoğrafı budur: iradesini kaybetmiş yaralı insan, küreselleşen bir toplum, nesneleşip silikleşmiş ve kaybolmak üzere olan bir din. Peki, gelecekte bizi ne beklemektedir? Geleceğin dünyasında insanın iyileşmesi/sağaltılması, dinin özne haline gelerek asli görevine dönmesi mümkün olacak mıdır, olacaksa nasıl mümkün olacaktır?

DİN, İKTİDAR VE EĞİTİMİN GELECEĞİNE DAİR BAZI ÖNGÖRÜLER

Bugünkü manzara/ gerçeklik bu. Acaba yarın nasıl olacak? Bugünün gerçekliğinin yarına nasıl yansıyacağı ve yarını nasıl bir gerçekliğin beklediği en temel soru. Bugün, dünün devamı olduğuna göre, genel itibari ile yarın da bugünün devamı olacaktır ve bugün yaşananlar büyük oranda yaşanmaya devam edecektir. Dolayısıyla bugün yaşanmakta olan teknolojik ve bilişim odaklı değişim ve dönüşüm sürecek gibi. Bu değişim ve dönüşümün ne kadar devam edeceği, ne zaman ve hangi aşamada/durumda son bulacağını bugünden kestirmek çok zor. Değişimin hızı, teknolojinin kurgusu ve gelişimi ile doğrudan ilgilidir. Değişimin yönü ve nereye doğru evirildiği çok açık. Değişimin, başladığı ilk günden beri büyük sorunlar oluşturduğu ve varlığın doğası ile uyumlu olmadığı ortada. Elbette insan isterse farklı bir durum ve yol belirleyebilir, daha adil, eşitlikçi, değer merkezli bir dünya kurabilir, geleceğin dünyası böyle bir dünya olabilir, ama bunların tümü istisna ve minik ihtimaller kabilinden şeylerdir diye düşünüyorum. Ancak geleceği belirleyecek olan insanoğlunun elleriyle yaptığıdır ki bugün için insanoğlu hayırhah bir hal içerisinde değil; hem bugünkü durumu hem de gelecekle ilgili planları bunu gösteriyor.

Her şey insanın elinde ama insan elini bir yandan iktidara ve iktidarın aparatlarına (din, eğitim, vs.) bir yandan da teknolojiye/ bilimsel bilgiye kaptırmış görünüyor; aklı örtülmüş, kalbi taşlaşmış, iradesini kaybetmiş, sorumluğunu unutmuş, hep seyirci durumunda. Eylem halindeyken bile seyirci. Dolayısıyla iradesini eline alıp, olan ile yüzleşerek yolunu tekrar çizebilme iradesi ortaya koyması oldukça zor.

Yarın bugünden başladığına göre, bugünden yarına bakabilmek de mümkündür diye düşünüyorum, sınırlı da olsa bazı öngörülerde bulunabiliriz. İlk gördüğümüz şey veya ilk tespitimiz; bu yaralı insan yığınlarının, bu tek tip yapının/topluluğun, nereye istenirse oraya evirilen/eğilen sürü halinin veya sonunda kendisini de yok edecek askerler/fedailer ordusu olma durumunun daha da hız kazanacağı ve eğitim denilen şartlandırma süreçlerinin, şeklen bazı değişikliklere uğrasa da işlevinin ve misyonunun daha da ağırlaşacağı; aynı şekilde iktidarların emniyet sibobu, bilimsel bilginin tasdikçisi ve meşrulaştırıcısı haline gelen dinin ise daha da silikleşip başka bir şeye/şekle dönüşerek devam edeceği yönündedir.

Dindeki bu şekil değişikliğinin nedeni ise, büyük olasılıkla iktidarın ciddi bir güç kaybına uğrayacağı veya bilimsel bilginin dümende olacağı küresel bir iktidarın ortaya çıkmasının kuvvetle muhtemel olduğu için, bugünkü din tasavvuruna ihtiyaç kalmayacaktır. Zaten günümüzde oldukça etkin ve belirleyici olan teknoloji, bilişim ve bilimsel bilgi etkinliğini daha da arttıracaktır; uygulamadaki etkinliğini planlama ve karar noktasına da taşıyacak gibidir. Bu öngörüye sadece dünün ve bugünün uygulamalarından hareketle ulaşmıyoruz; devletlerin ve küresel şirketlerin gelecek öngörüleri de bu yönde. Devlet ve şirketlerin bu kalemlere ayırdıkları paylara, beş yıllık, on yıllık, yirmi yıllık plan ve programlara bakıldığında da bu alanlara yapılan yatırımların, ayrılan ödeneklerin katlanarak arttırıldığını görüyoruz.

Aynı şekilde insanların teknoloji ile ilişkileri de yoğunlaşıyor, sosyal medya bağımlılığı artıyor. Pek çok iş uzaktan erişim ile dijital ortamda yapılmaya başlandı. Bu durumun daha da yaygınlaşacağı anlaşılıyor. Üretim sektörü (fabrikalar, atölyeler), hatta tarım ve hayvancılık sektörü de teknolojik imkânlar kullanılarak yürütülüyor; yapay zekâ ve robotik teknolojinin kullanımı hız kazanıyor. Yavaş yavaş tüm sektörler insansızlaştırılıyor; insan emeğinin yeri teknoloji tarafından dolduruluyor. İlk otuz yılda özellikle üretim sektöründeki işyerlerinin insansızlaştırılması büyük oranda tamamlanacağa benziyor. Belki çalışanların küçük bir kısmı işlerine evlerinden çalışarak devam edebilecekler, ancak büyük çoğunluk işlerini kaybedecek veya çalışacak iş bulamayacaklar. Çünkü “iş”in ve işyerinin mahiyeti değişecek. Belki de “çalışmak” veya “iş” gibi terimler tarih olacak. Öyle görünüyor ki zaman içerisinde hizmet sektörü bile insansızlaştırılacak. Belki de bugün varlığını devam ettiren pek çok sektör, hizmet, tarım, hayvancılık vs. süreç içerisinde ortadan kalkacağa benziyor. Bu durum, beslenme ve gıda sektörünün yeni bir hal almasına neden olacak. İnsan ve gıda ihtiyacı da yeni bir şekil alacak. Gıdanın yapısındaki bu değişiklik farklı bir beslenme boyutuna geçileceği anlamına geliyor. Bu süreçte insanın algı ve hayat tasavvurunda da önemli değişiklikler ortaya çıkacak ve sadece haz merkezli bir hayat tasavvuru oluşacak gibi. Bu yeni boyut aslında yeni bir dünya ve yeni bir hayat demek. Sadece bu alandaki değişiklikler insanın doğasında, metabolizmasında önemli değişiklik anlamına geliyor. Bu ne kadar mümkün olacak, yaşayanlar görecek. Yeni dünya, yeni yaşam biçimi, yeni kalıplar, yeni alışkanlıklar, yeni kurallar, yeni sosyal yapı, yeni ihtiyaçlar elbette yeni insan demektir aynı zamanda.

Tıp, biyoloji ve genetik alanındaki gelişmeler, bugünden, insanın doğası ve geleceği ile ilgili tehlikenin boyutunu ortaya koyuyor. Genetik kodları değiştirme ve kopyalama/ klonlama gibi insanın doğasını değiştirmeye/ bozmaya yönelik pek çok çalışma var; insanın hayrına gibi lanse edilip ama insanı yok edecek, Allahualem gün yüzüne çıkmamış daha ne gelişmeler bulunmaktadır. Çünkü insanın/canlının metabolizmasındaki veya üretim organlarındaki herhangi bir değişiklik insanın zihni ve psikolojik durumunu da doğrudan etkileyecektir. Bu aşamadan sonra eğer, bedeni hala varlığını devam ettiriyorsa artık bu yeni bir canlı, yeni bir insan demektir. Bu yenilik, davranışından beslenme kültürüne, eşyayı algılama biçiminden dil ve kültürüne kadar her şeyiyle yeni olacaktır. Belki insan daha az tüketen ( daha az gıdaya ihtiyacı olan), daha uzun yaşayan, daha az doğurgan bir türe doğru evirilecektir ama bu yeni insan acaba ne kadar insan olacaktır.

Öyle görünüyor ki elli veya yüzyıl sonrasının dünyası bugünün dünyasından oldukça farklı bir dünya olacak. Belki sınırların alabildiğine zorlanması nedeniyle daha ilerisinin kıyamet olmasından dolayı, dağlar vadiler, göller, akarsular vs daha az tahrip edilecek olsa da yerküre teknolojinin hışmından kurtulamayacak ve pek çok küresel musibet/ felaket ile boğuşmaya devam edecektir. Ama daha önemlisi insan tabiat/çevre ilişkisi önemli ölçüde değişecektir. Bu yenidünyada insan, yeni bir insana, çevre yeni bir çevreye, insan çevre ilişkisi yeni bir boyuta evirilerek yerküre adeta insana küsecek, insan ise, toprak, bitki ve hayvan ile ortak yanlarını veya farklılıklarını hatırlamayacak, kendi doğasından alabildiğine uzaklaşacaktır.

Kısacası bu yeni insanın egemenliğindeki yerküre ne kadar mevcut haliyle devam edebilecektir. Ormanlarıyla, yaban hayatıyla, su kaynaklarıyla, bitki örtüsüyle bu yaşlı dünya bu teknolojik saldırıya daha ne kadar dayanacaktır? Son yetmiş yıllık süreçte doğadaki/ coğrafyadaki tahribat ve değişim bize geleceğin dünyası hakkında az çok bir fikir veriyor ve görünen şey oldukça iç karartıcıdır. Teknolojik değişim ve dönüşüm hızı kesmeyeceğine, kesemeyeceğine göre eski hal muhal olacaktır.

Gelinen bu noktada yerkürenin bir parçası durumunda olan insanoğlunun zihnen, fikren hatta bedenen mevcut durumunu ne kadar devam ettirebilecektir/koruyabilecektir. Somut ve soyut anlamda çöle dönmüş yerkürede varlığını sürdüren insanın varlık tasavvuru ne hale gelecektir veya bir varlık tasavvuru olacak mıdır? Aynı şekilde varlık tasavvurunun merkezi konumundaki tanrı tasavvuru ne şekle evirilecektir veya tanrı tasavvuru diye bir algısı ve olgusu olacak mıdır? Tüm bunları bugünden tam olarak kestirmek oldukça zor. Ancak her şeyiyle değişmekte olan insanın, tanrı ve din tasavvuru da değişmek durumunda kalacaktır. Bu değişimin yeni insanın gerçekliğine ve varlık tasavvuruna uygun olacağı muhakkaktır.

Son iki yüz yıldır tecrübe edile geldiği gibi, kadiri mutlak veya adil bir tanrı tasavvurunun egemen olduğu bir dünyada baştan beri ifade etmeye çalıştığımız türden bir değişim ve dönüşümün olması varlığın doğasına aykırıdır. Çünkü insanoğlu böyle bir tanrı tasavvuruna sahip olduğu müddetçe böyle bir değişimi gerçekleştiremez; eşya, varlık ve bilgi algısı buna izin vermez. Bunun içindir son yüz yılda kadiri mutlak tanrı tasavvuru ortadan kaldırılarak Aydınlanmacı modernizmin önü açıldı ve bugünün dünyası ortaya çıktı. Zaten adil tanrı tasavvuru çok önceden ortadan kaldırılmıştı. Yani dinlerin “iyi insan” iddiası fiilen ortadan kalkmıştı. Yani egemen düşünce ve tasavvur, bu türden bir varlık ve tanrı tasavvurunu işlevsiz hale getirdiği için yerküredeki bu değişim ve dönüşümler gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla, insanların davranışları, arzu ve hayalleri değişmişse, inanç ve fikirleri de değişmiş demektir veya tersinden insanların tasavvurları (varlık, tanrı, bilgi, insan), fikir ve inançları değişmiş ise arzu, hayal ve davranışları da değişmek durumundadır. Çünkü çoğu zaman, davranış ve beklentileri, inanç ve fikirler tayin eder. Zaman zaman öncelik sonralık durumu yer değiştirse de zihni, fikri, sosyal, siyasal ve kültürel değişiklikler tanrı, din ve varlık tasavvurundaki değişikliklerle atbaşı gider ve her iki durum/değişim de birbirinden etkilenir. Yeni insanın eski tasavvurunu sürdürerek yeni olması mümkün olmadığından, ilgili tanrı tasavvurları da yeni bir şekil alacaktır.

Peki, zaten değişmiş veya değişmekte olan  bu tasavvur geleceğin dünyasında ne hale gelecek, hangi boyuta ulaşacaktır? Bugün egemen görünen mevcut bilgi ve varlık tasavvuru bu yeni boyutta da egemenliğini hala sürdürüyor olacak mıdır? Sürdürüyor olacaksa bir öngörüde bulunmak kolay olacaktır. Değilse yapılan öngörüler karanlığa taş atmak ile eşdeğer olur. Ancak görünen o ki bu tasavvur uzun yıllar egemenliğini sürdürecek gibidir. Bu egemen algının bir yansıması olarak modern insanın tanrı tasavvuru her gün biraz daha silikleşmekte ve insan metafizik ile ilişkisini bitirme noktasına hızla yaklaşmaktadır. Çok geçmeden Tanrı merkezli din algısı bütünü ile tarihteki yerini alacak gibi görünmektedir; çünkü bu sonuç toplumsal yasaların doğası gereğidir.

Dinlerin varlığı, inananlarının varlığı ile; inananların varlığı, ait oldukları toplumun/milletin varlığı ile; toplumun varlığı o topluluğu ayakta tutacak mekanizmaların, sistemlerin yani toplumsal dini ritüellerin ve ortak ahlaki kuralların, örf, adet ve geleneklerin varlığı ile mümkün olur. Ortak dini ritüeller ve ortak ahlaki kurallar ortadan kalktığında toplum da, inanan da, din de ortadan kalkar.

Dolayısıyla çok uzun olmayan bir süreç içerisinde, kadiri mutlak veya adil bir tanrı tasavvurunun olmadığı bir dünyada, bu tanrı tasavvurlarını merkeze alan bir dinden, dini bir yapıdan söz etmek de mümkün olamayacaktır. Bu iki tanrı tasavvurundan biri yoksa zaten bir tanrı tasavvurundan ve tanrıyı merkeze alan bir dinden söz etmek anlamlı olmaz. Deizm gibi felsefi anlayışlara ait tanrı tasavvurlarının varlığı da bu tasavvurların varlığına bağlı olduğu için, zaten onların yokluğunda bu anlayışların tanrı tasavvurları da yok olacaktır. (Niye böyle olduğu bu yazının alanına girmediği için burada o konuya girmiyoruz.) Yeni dönemde de bugünün devamı olarak “aydınlanmacı modern kutsallar”, teknolojinin ve bilimsel bilginin ürettiği putlar ve yeni tapınma biçimleri yeni insanı motive etmeye devam edecek ve klasik dini tasavvur ve hayat telakkisi sona erecek.

Dolayısıyla böyle bir dünyada bugünkü yapısı ve anlamıyla insandan, dinden ve bir iktidardan/devletten söz etmek ne kadar mümkün olacaktır? Aynı şekilde küresel iktidarın ve egemen düşüncenin bir Truva atı, bir koçbaşı olan, bir şartlandırma ve oyalama merkezi durumundaki okulların ve okulların üzerine bina edildiği küresel bilgi tasavvurunun da ancak bu Aydınlanmacı varlık ve bilgi tasavvurunun egemenliğini devam ettirdiği müddetçe varlığını devam ettireceği izahtan varestedir ve insanı kendi zindanında tutsak kılmaya devam edecektir. Bu aşamada insanı özgürleştiren onu doğası ile barıştıran insani bir öğrenme modelinin ortaya çıkması da imkânsız gibi görünüyor. Çünkü din, iktidar ve eğitim doğrudan bugünkü dünyanın bir gerçekliğidir; bu gerçekliğin değiştiği yerde bunların da değişeceği veya bu gerçeklik sona erdiğinde bunların da sona ereceği veya farklı bir şekle dönüşeceği eşyanın doğası ve Tanrının yasası gereği olsa gerektir. Ancak görünen o ki bugün etkisini yoğun olarak hissettiğimiz Aydınlanmacı algı egemenliğini daha da pekiştirecek, tükenme noktasına gelmiş binyılların tasavvurları ve onların oluşturduğu kurumlar ortadan kalkacaktır. Bu yeni gerçeklik, yeni kutsallar, yeni ritüeller ve yeni olgularla birlikte yeni bir dünya ve yeni bir insan olarak karşımıza çıkacaktır. Acaba bu yeni gerçeklikte yeni kutsallar, yeni ritüeller ve yeni olgular nasıl bir gerçekliğe, tasavvura sahip olacaklardır?

Acaba bu gidiş gelecekte hayatın doğal akışında, insanoğlunun çabalarıyla, doğal araç ve yöntemlerle daha olumlu, verimli ve eşyanın tabiatına uygun bir yöne döndürülemez mi veya en azından durdurulamaz mı? İyiliği unutmuş, hep kendi çıkarının peşinde koşan insanoğlunun yapıp ettikleri buna izin verecek midir yoksa kendi sonunu mu hazırlayacaktır?

Kısacası insanoğlu bu hızla nereye kadar gidecektir; varlığı, varlığın doğasını hatta kendisini, kendi varlığını inkâr üzerine inşa ettiği bu yeni “ben”i kendisini nereye ve ne zamana kadar taşıyacaktır?

SONUÇ YERİNE

Buradaki en temel soru şu:

İnsanın, çevrenin/ habitatın doğası bu değişime ve dönüşüme ne kadar dayanabilecektir; bir gün, günün sonunda “her şey buraya kadar” diyebilecek midir? Yani varlığın, varlığı tehlikeye girdiğinde kendisini koruyacak bir doğası ve/veya yasası var mıdır? Veya bir dindarın diliyle söyleyecek olursak, Tanrının bu gidişe/ değişime, duruma “ buraya kadar”  deyip açıktan veya dolaylı müdahilliği söz konusu olacak mıdır? Olacaksa neresinde ve ne zaman olacaktır? Aslında İslam dâhil mevcut dini tasavvurun geleceğini de bu sorulara verilecek fiili cevaplar belirleyecektir.

Acaba bu gidiş gelecekte hayatın doğal akışında, insanoğlunun çabalarıyla, doğal araç ve yöntemlerle daha olumlu, verimli ve eşyanın tabiatına uygun bir yöne döndürülemez mi veya en azından durdurulamaz mı? İyiliği unutmuş, hep kendi çıkarının peşinde koşan insanoğlunun yapıp ettikleri buna izin verecek midir yoksa kendi sonunu mu hazırlayacaktır? Kısacası, “insanın elleriyle yaptığı şeyler nedeniyle denizde ve karada fesat çıktı” uyarısı/tespiti gereğince, insanoğlu, kendi kıyametini mi hazırlamaktadır. Acaba bu kıyamet sonrasında bu dünyada, yeniden, yeni bir diriliş mümkün olabilir mi? Veya bir felaketten bir rahmet çıkabilir mi? Örneğin, bir nükleer savaş, ağır küresel bir hastalık veya başka küresel bir felaket nedeniyle insanoğlu kendisiyle, kendi fikir ve davranışlarıyla yüzleşerek, kendisine yeni bir yol aramak durumunda kalır mı? İşte belki o zaman başka bir gerçeklik ortaya çıkabilir. Tabi bu son söylediklerimiz genelde istisna kabilinden ve olasılık, dâhilinde olan şeyler, ama asıl ve cari olan şey; devam ede gelen uygulamaların devam ede gideceği yönündedir ki insanoğlunu kıyamete götüren bu uygulamaların duracağına, şekil veya hat değiştireceğine dair bugün için ufukta bir işaret görünmüyor.

Burada, İnsanlığa hadi/hidayet olarak gönderilen Kur’an’dan ve onun ete kemiğe bürünmüş hali olan İslam gerçekliğinden hiç söz etmediğimin, İslam’a ve onun kurucu metinlerine hiç atıf yapmadığımın farkındayım. Çünkü çok uzun yıllardır, Kur’an’a ilk müşrik muhataplarının yaptığını yapmaktayız; ondan, onun dünyasından yüz çevirmiş durumdayız. Yaşayan Kur’anlar olamadığımız gibi onu hayatın içinden de kovduk. Kur’an’ı kâğıtlara, cd ve kasetlere hapsederek rafın, dolabın bir köşesine kapattık. O, orada öyle duruyor. Kur’an ile ilişki biçimimiz, Kur’an’ın tespitiyle; Hz Peygamberin kavmine dediği gibi. O şöyle demişti:

“Resul de: "Ya Rabbi, kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş bıraktılar" demişti” (Furkan:25/30).

Zaten Müslümanlar olarak bizler de yüzyıllardır, Kur’an’ı ve Kur’an’ın önemsediği değerleri arkamıza atarak, Müslümanı, insanlardan bir insan, İslam’ı dinlerden bir din, Kur’an’ı da ya kitaplardan bir kitap, ya da ulaşılmaz, anlaşılmaz bir metin haline getirdiğimiz için, mevcut gerçeklik içinde bu konuda söylenebilecek farklı bir söz bulamadım. Gelecekte ne olur, Kur’an özgürlüğüne kavuşur da bu insanlar, bu toplum yerine başkaları gelir de (İnsan:76/28, Fatır;35/16, Nisa:4/133, Enbiya:/11) onlar Kur’an’ı ve onun değerlerini kendilerine rehber edinirler mi? Allahu alem… Zaten o zaman, başka bir gerçeklik, başka bir dünya ortaya çıkar. Minik (küçükten de küçük) ama kıymetli bir ihtimal.

 

NOT: Bu makale, Yetkin Düşünce Dergisi’nin 12. sayısında (Ekim-kasım Aralık 2020) yayınlanmıştır.