Metaforik bir karşılaştırma yapıldığında,
aydının siyasetteki işlevi, sütlacın içindeki süte benzetilebilir. Nasıl ki,
sütün az ya da çok kullanımı ortaya çıkacak ürünü sütlaç olmaktan çıkarırsa
(bir uçta lapa diğer uçta çorba), aydının siyaset içerisindeki dozunun iyi
ayarlanamaması da paralel sonuçlar doğurur. Yoğun bir aydın katılımı,
partileri, soyut çözümlemelerin; teorik, felsefi tartışmaların yapıldığı bir
platforma, bir enstitüye dönüştürür. Somut adımlar atmak, pratik çözümler üretmekle
mükellef olan siyaset mekanizması, böyle bir tablo içerisinde, bunun gereğini
yerine getirmekte oldukça zorlanır. Aydınlarla bağın zayıflaması ise, bu kez
partileri, parti liderlerini fikri yoksullukla karşı karşıya bırakır. Bir
kısırlaşma, bir koflaşma kendini gösterir. Projeksiyonsuz, pusulasız kalan
siyaset erbabı, ne önünü görebilir ne de topluma yön verebilir. Kitleleri
celbedecek yeni bir hikâye, yeni bir ufuk sunamaz. Giderek satüko bekçiliğine
dönüşür.
Aydının siyasetteki işlevi, içerik kazandırmakla
sınırlı değildir. Ortaya konulan politikaların meşrulaştırılmasında ve
kitlelere aktarılmasında azımsanamayacak roller üstlenirler. Eric Hoffer’ın
ifadesiyle, politikaları belirleyenler her kim olursa olsun, bu politikaların
sözcülüğünü şairler, düşünürler, yazarlar, akademisyenler yani aydınlar
yapmadıkça istenilen başarıya ulaşılamaz. Aydınların dışlandığı bir ortamda
ise, bu roller tam tersine işler. Meşrulaştırmanın yerini yıpratma alırken,
yayma misyonu, yerini negatif propagandaya bırakır. Dolayısıyla, bir siyasi
hareketin, iktidarın başarılı olması, uzun soluklu bir yaşam sürmesi diğer
faktörlerle birlikte aydınlarla kuracağı sağlıklı iletişimde yatmaktadır.
BİR AYDINLAR KOLAJI OLARAK DP
Demokrat Parti, geniş tabanlı bir
toplumsal koalisyonla, çok çeşitli kimliklerle örülü bir ittifaklar zinciriyle
iktidara gelmişti. Bu koalisyonun en önemli paydaşlarından daha doğru bir
ifadeyle alt kategorilerinden biri de içerisinde gazetecilerin, yazarların,
akademisyenlerin yer aldığı aydınlar grubuydu. Elbette aydınlar, tek bir fikri
kökenden gelmiyorlardı. Daha çok demokrasi arzulayan, sahip oldukları
düşünceleri daha iyi bir şekilde ifade etmek ve iktidarda yansımasını görmek
isteyen hemen her toplumsal kesimden (liberal, muhafazakâr, sol, milliyetçi)
gelen aydınlar, bu hareketin arkasında/içerisinde bir şekilde yer almıştı.
Bunun yanı sıra tek partinin donuk ortamında insani ve mesleki açıdan yeterince
gelişme imkânı bulamadıklarını, sahip oldukları potansiyelin karşılığını
alamadıklarını düşünen ve dolayısıyla CHP’yle yan yana gelmekten imtina eden
yeni nesil aydınlar da DP’nin başarısı için kolları sıvamıştı.
Hangi noktadan bakılırsa bakılsın DP bir
nevi aydınlar yığınağı haline gelmişti. Her fikri yelpazeden bu anlamda birçok
isim sayılabilir. Örneğin sol kesimden, daha sonra Türkiye İşçi Partisinin
başkanlığını yapacak olan Mehmet Ali Aybar’ın, 46 seçimlerinde DP’den
milletvekili adayı olarak seçimlere katıldığını görüyoruz. Yine, karı-koca
Serteller (Zekeriya ve Sabiha) “Demokrat Parti’yi nasıl kurduk?” şeklinde bir
başlık atacak kadar partinin yanında saf tutmuşlardı. Milliyetçi-Türkçü kanadın
önde gelen isimlerinden Hamdullah Suphi Tanrıöver, Remzi Oğuz Arık, Sadri
Maksudi Arsal DP’den milletvekili olmuşlardı. Milliyetçi-muhafazakâr dünyanın, şiirlerini
dilinden düşürmediği Arif Nihat Asya 1950 seçimlerinde DP listesinden
milletvekili seçilerek mecliste yer almıştı. İslami/muhafazakâr kesimden Necip
Fazıl, Said Nursi gibi aydınlar inişli çıkışlı da olsa Menderes’in arkasında
durmuştu. Liberal-demokrat çizgide konumlanan Ahmet Emin Yalman, çok partili
hayata geçişteki siyasi mücadele ortamında sahibi olduğu Vatan Gazetesini
DP’nin gelişimine vakfetmişti. Öyle ki, ön cephede yürüttüğü bu mücadeleden
ilhamla, kendisine ‘dörtlerin’ beşincisi payesini vermişti. Çok partili hayatla
birlikte öne çıkan yeni nesil aydınlarından Hayek ve Keynes arası bir yelpazede
konumlandırabileceğimiz Aydın Yalçın ve Osman Okyar; cumhuriyetçi muhafazakâr
olarak tanımlayabileceğimiz Turhan Feyzioğlu; sonraki yıllarda demokratik sol
kimliğiyle kendinden söz ettiren Turan Güneş gibi isimler de tercihlerini
DP’den yana kullanmışlardı. DP-aydın birlikteliği, partinin kurucu kadrosunda
da somut karşılık bulmuştu. Menderes, ekonomik çıkar çevrelerini ve tek parti
döneminde siyasetin dışında tutulan taşrayı, Bayar-Koraltan ikilisi
idari-bürokratik kesimi, devletin resmi yüzünü temsil ederken, Köprülü
aydın/üniversite dünyasının temsilcisi konumundaydı.
SİYASİ DARALMA VE KOPUŞ
Bu kadar farklı kökenden gelen aydınlarla
DP arasındaki ortaklığın, tabiatı gereği ömürlük bir hayat vaadiyle kurulması
mümkün değildi. Kırılgan bir zemin üzerinde gevşek bağlarla birbirine
bağlıydılar. Birlikteliklerinin geleceği, faaliyetlerini rahatça sürdürmeleri
için iktidarın onlara sunacağı entelektüel ortamla; çıkarlarının, taleplerinin
karşılanmasıyla doğrudan ilintiliydi. Şunu belirtmek gerekir ki; birbirleriyle
çelişik toplumsal gruplardan gelen aydınların çıkarlarını bir pota altında
bağdaştırmak, hepsini birden tatmin etmek hiç de kolay değildir. Bu nedenle
başlangıçta avantaj olarak gözüken bu tablo, DP açısından potansiyel bir riski
de taşıyordu. Aydınları DP ile aynı yolda yürümeye sevk eden faktörlerde
yaşanacak bir sapma, her an bir kopmayı meydana getirebilirdi. Nitekim DP
iktidarının, 1954 seçimlerinden sonra akademik ve siyasal alanı daraltma
yönünde yaptığı müdahaleler, ekonomide yaşanan daralma bu anlamda bir kırılmaya
yol açtı. DP ile aydınlar arasında bir mesafe oluştu. İktidar tarafından
layıkıyla taltif edilmedikleri, iktidarın sofrasında kendilerine yeterince yer
açılmadığı veya eski göreceli imtiyazlarını kaybettikleri düşüncesinin de
etkisiyle, bu mesafe giderek açıldı. Tatminsizlik parti içine de yansıdı. Bir
aydın hareketi olan Hürriyet Partisi (HP) de bütün bu sürecin sonucunda doğarak
partinin parçalanmasına yol açmıştır.
DP, parti içi muhalefete habis bir ur,
patolojik bir vaka olarak yaklaştı. Urun, cerrahi bir operasyonla kesilip
atıldığında, partinin sıhhat bulacağı düşüncesinde idi. Aksi halde ‘kanser
hücreleri’ hızla yayılarak vücudu ele geçirebilirdi. HP kurulunca da onu yok
sayma, önemsizleştirme yönünde pejoratif bir söylem geliştirildi. Buna göre,
HP, siyaset yolunda verilen bir sadaka, bir cizyeydi. Ortada bir sermaye kaybı,
sermaye aşınmasını gerektirecek bir tablo yoktu. HP, geçmişten beri devam
edegelen partiden kopmaların devamından başka bir şey değildi. Nasıl ki, DP’den
daha önce ayrılanların/tasfiye edilenlerin kurdukları Millet Partisi, Köylü
Partisi gibi siyasal oluşumlar, yürüyüşlerini kesintiye uğratmamışsa HP de bu
yürüyüşü engelleyemezdi. Oysa bu bir yanılsamaydı. HP’liler entelektüel yönü
güçlü bir kumaşa sahiplerdi. DP bunları tasfiye ederek ve/veya ayrılmaya
zorlayarak entelektüel açıdan önemli bir kayba uğradı. Yaptığımız benzetmeyi
devam ettirirsek, sütlacın içerisindeki süt giderek azaldı. Sadece parti
içindeki milletvekillerinin ayrılmasıyla sınırlı kalınsaydı belki bu eksiklik
bir derece giderilebilirdi. Sorunu asıl derinleştiren, fiili siyasetin dışında
yer alan aydınların DP’den uzaklaşması olmuştu. Başta Forumcular olmak üzere
akademi, basın, yazar ve hukuk çevrelerinden birçok isim Yakup Kadri’nin de
belirttiği gibi “Hürriyet Partisi’nin Genel Merkezinin kapısından dalarak,
politikaya atılmakta adeta yarışa girmişlerdi.” Bunlardan kimi partiyi
desteklemiş, kimi partinin entelektüel mutfağında hizmet vermiş kimi de kurmay
ve teşkilat kadrosunda yer almıştı.
MÜCADELE ÜSTÜNLÜĞÜ ‘KARŞI
MAHALLE’DE
DP’de yaşanan entelektüel boşalma,
iktidarı yarı mekanik, yarı çorak bir varlığa dönüştürdü. Parti için söylem
geliştirebilecek veya var olan söylemi kamuoyuna yayabilecek bir aydın
grubundan yoksun kaldı. Kendi ekseni etrafında patinaj yapan, öz sermayesini
aşındırmış, kuruluş kodlarından uzak, içerik yoksullaşması yaşayan bürokratik
bir aygıt haline geldi. DP’nin entelektüel kanadını temsil eden Köprülü’nün
tasfiye edilmesinden bir hayli sonra Menderes’in kurduğu şu cümle,
yoksullaşmanın dramatik bir levhasıydı: Onu sigara arar gibi arıyorum.
HP’nin ‘güç birliği’ parolası çerçevesinde
CHP ile birleşmesiyle, DP’nin yaşadığı entelektüel kriz, giderek daha da
içinden çıkılamaz hale geldi. Söylem ve kadro üstünlüğü CHP’ye geçmişti. Bir
zamanlar gerici parti olarak nitelendirilen, yan yana gelinmekten imtina edilen
CHP, aydınların ve üniversite gençliğinin karargâhı haline dönüşmüştü. Ortaya
çıkan bu sinerji ve özgüven patlaması, İnönü’nün meydanlardaki görünürlüğünü
artırmış; daha ofansif bir pozisyon almasına yol açmış ve iktidarın sinir
uçlarını tahrip/tahrik etmeye dönük bir yıpratıcı bir dil kullanmasını
tetiklemiştir. Denilebilir ki; bu noktadan sonra CHP, yürüttüğü siyasi
mücadeleyi tamamen ‘rakip sahaya’ yıkmış ve DP, muhalefet tarafından azınlık
iktidarı muamelesi görmeye başlamıştır. Entelektüel çoraklığın bütün
olumsuzluklarını yaşayan DP, haklı olduğu konularda bile kendini ifade etmekten
aciz kaldı. Aşılamayan bu tablo, asker-sivil bürokrasi ile birlikte 27 Mayıs
sürecinin aktif bileşenlerinden birini oluşturmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.