Türk modernleşme serüveninin en girift
sorunlarından birisi, şüphesiz toplumsal sözleşme krizidir. Bugün yaşadığımız
sosyal ve siyasal sorunların büyük bir kısmı da analitik bir gözle
bakıldığında; yine bu sözleşmenin türüne, yapısına ve hedeflerine dair
“vatandaş ve devlet” denkleminde yarattığı açmazlarda görülebilir.
Türk devlet geleneğinde devletin görkemli
konumu, sosyolojik anlamda ve antropolojik kültürümüzde yeryüzünde tanrı yerine
ikame edilen devletin kutsallığı ve yöneticiye bahşedilen kut anlayışı,
devletin mülkiyet haklarını elinde tutmasıyla yok olmuş ekonomik ve sınıfsal
talepler gibi sair sebepler Türk toplumunun geleneksel haritasında ilk bakışta
karşımıza ayan beyan çıkan sorunlardır. Bu durum modern devlet serüvenimizde, tarihten
ve kültürden devraldığı sorunları gerek avantaja gerek dezavantaja dönüştürerek
sürdüren bir hikâye olarak karşımıza çıkıyor. Cumhuriyetle birlikte elbette
modernleşmenin de gereği olarak, devlet ile vatandaşın bir anayasa ile
tanımlarının belirlenmesi gerekliliği, Kemalizm’i birtakım devrimlere ve
akabinde kültürel değişimi derinleştirecek inkılaplara da mecbur bıraktı. Zira
yurdun her köşesindeki köylüyü de kentliyi de aynı temelde eşitlemek, etnik
veya mezhebi farklılıkları da aynı potada eritmek için elde harikulade bir
enstrüman vardı: Vatandaşlık.
***
Fakat bu vatandaşlık tanımının
yapılabilmesi için elbette öncelikle devlet ile vatandaş arasındaki sınırların
çizilmesi, karşılıklı hak ve görevlerin belirlenmesi gerekiyordu. Bu anlamda
Kemalizm gerek Kıta Avrupası’nda ortaya çıkan toplumsal sözleşme modellerinden
gerekse yerelin kültürel özelliklerinden etkilenerek bir sözleşme modeli ortaya
koydu ve bu sözleşmenin sosyal ve siyasal olarak hayatın içinde bir pratik
kazanması için büyük bir mücadele verdi. Sonuçlarını konuyla ilgili bir
parantez açtıktan sonra tartışalım…
Hobbes ile başlayan sözleşme modelleri;
Locke, Kant, Rousseau gibi filozoflarca tartışılarak devlet ile vatandaş
arasındaki pozisyonu Kıta Avrupası’nda tartışmaya açtı ve devletin de
vatandaşın da sınırlarının belirlenmesine oldukça yardımcı oldu. Bu
filozoflarda toplumsal sözleşme biçimleri her ne kadar farklı araçlar ve
amaçları, ahlaki kaideleri veya kaidesizlikleri ihtiva etse de temelde
“evrensel etik”ten türeyen “rızaya dayalı sözleşme”cilik vatandaşlığın temel
şartlarından birisi oldu. Bu modellemelere göre, her ne kadar kendi içinde
farklılıklar olsa da, devlet ile vatandaş simetrik bir pazarlık ile asgari bir
siyasal dengeyi yaratmak ve onu korumak için bir mutabakata imza atmış kabul
edildi. Bu durum devletin meşruiyetini sağlamakla beraber vatandaşın da devlet
karşısında temel taleplerinin hayata geçirilmesini de görece biçimde sağladı.
***
David Miller gibi düşünürler liberal
milliyetçilikten hareketle, ait olduğunuz milliyete karşı insanlığa duyduğunuz
“evrensel etik”ten daha özel sorumluluklarınız olduğunu düşünüyorsanız yani
“partikülarist etik”ten yanaysanız milliyetçisinizdir diyor. İşin liberalleri
ilgilendiren tarafında ise Miller, bu partikülarist etiğin evrensel etiği ihlal
etmediğini nihayetinde her milliyetin bu partikülarist etiği kullanma hakkının
olduğunu da söylüyor. Buraya kadar sorunlar pek göze çarpmıyor, sorun bu
milliyete duyulan aidiyetin nasıl bir toplumsal sözleşmeye evrileceği ve
devletin nasıl bir enstrüman olarak şekilleneceği konusunda düğümleniyor.
Miller, liberallerin temelde evrensel
etikten hareketle hazırladıkları “rızaya dayalı sözleşme”ye alternatif bir “milliyete
dayalı sözleşme” öneriyor. Vatandaşlık kavramı milliyeti aşan bir kapsayıcılığa
sahip olduğundan bu durum önerilen alternatife bağlı olarak devletin ve
vatandaşlığın sınırlarını tabii olarak daraltıyor. Tekrar yarım kalan
tartışmaya bu parantezi kapatarak dönebiliriz.
***
Kemalist dönem üzerine çok şey yazıldı
çizildi ancak henüz odanın dip köşe temizliğinin yapılmadığını, derinlerdeki
tozların süpürülmediğini ve hatta kamuya mal olmuş bu tartışma alanlarının
üzerinde en az düşünülen meselelerden biri olduğunu bu sözleşme modellerini
incelediğimde fark ettim. Kemalizm, temelde Fransız tipi sivil-kültürel-medeni
milliyetçiliği ve milliyete dayalı sözleşme modelini esas almış bir sistem. Bu
sivil milliyetçiliğe göre vatandaşlık tanımı, egemen ulusun kültürel ve
anayasal hegemonyasını korurken aynı zamanda görece biçimde sınıflar ve sosyal
gruplar arasındaki bürokratik dolaşımı da sağlayan, buna imkân alanı açan da
bir sistem. Dolayısıyla tanımladığı sözleşme modeli görünürde “rızaya dayalı
vatandaşlık” zannedilse de içerik olarak doğrudan “milliyete dayalı sözleşme”yi
işaret ediyor. Bir başka deyişle her ikisini aynileştirmeye çalışıyor.
***
Vatandaşlık tanımının herhangi bir
sosyal-siyasal mikro aidiyeti zikretmeden yapılmış olması “rızaya dayalı sözleşme”
yanılsamasına sebep olabilir; ama asıl hedeflenenin Türk milliyetinin anayasal
ve kültürel hegemonyası, ulus devletin adeta anayasal tapusunun Türk
milliyetine kültürel aidiyetten geçmesi “milliyete dayalı sözleşme”nin temel
amaç olduğunu gözler önüne seriyor. Hatta bu anlamda sivil-kültürel-medeni
milliyetçilik bir manivela olarak kullanılıyor. Vatandaşlık ile milliyet
arasındaki makas açıklığı “sivil-kültürel milliyetçilik” gibi geçirgen bir
köprü ile aşılmaya çalışılıyor. İşaret edilen milliyet, sivil milliyetçilik
yardımı ile alanını genişletmek suretiyle vatandaşlık seviyesine yükseltilmek
isteniyor. Günün sonunda, milliyete duyulan aidiyetin vatandaşlık konumuna
yükselmesi yerine; vatandaşlığın milliyete duyulan aidiyete indirgendiğini
görüyoruz. Devletin pratik uygulama alanında ise alan birkaç kat daha
daralıyor. Vatandaşlığı anayasada tariflediği milliyet kavramına, bu milliyeti
de otoritenin ideolojik pozisyonuna indirgemesi oldukça dramatik ve büyük bir
krizin de kapısını açıyor.
Vatandaşlığın sınırlarını otoritenin
milliyet algısı her neyse, onunla daraltmış ve devleti de bu “milliyete dayalı
özel yükümlülükleri” yerine getiren bir enstrümana dönüştürmüş oluyorsunuz, bu
durum devletin gündelik hayatta sınırlarını mevcut otoritenin kimliksel
uygulamalarıyla birlikte daha da daraltıyor. Bu sayede devleti görece sübjektif
bir alana hapsetmiş, sınırlarını otoritenin belirlediği “kimliksel milliyet”e
dayalı özel istekleri yerine getiren bir güvenlik ve hizmet alanına
sıkıştırıyorsunuz. Mevcut otoritenin devlet yönetirken tariflediği kimliksel
milliyete, bugünün tarifiyle “yerli ve milli”liğe, aidiyet duymayan
vatandaşların, dolayısıyla ekseriyetle muhalefetin, kamusal yarardan eşit
biçimde faydalanmak şöyle dursun, bir de “hain” olarak kodlandığı bir sisteme
kapı açıyorsunuz. Hainlik kavramı kolaylıkla siyasallaştığı gibi, her iktidar
tarafından yeniden tariflenen ve devleti güdüleyen bu “milliyete dayalı
sözleşme”nin sonuçlarının muhalefetteki vatandaşları da kolaylıkla kriminalize
ettiği görülüyor. Dolayısıyla gün içinde tariflenen “milliyet” her neyse; bir
modernleşme krizi olarak, onun dışında kalan hainliğe elverişli milyonlarca
vatandaşınız oluyor.
***
Kemalizm ile başlayan ve modern devlet
krizi olarak devam eden bu milliyete dayalı sözleşme ve vatandaşlık sorunu, dün
resmi ideolojiyle mündemiç milliyetin dışındaki muhalifleri hainleştirirken,
bugün de iktidarın ideolojisiyle mündemiç milliyetin dışındaki muhalifleri
hainleştiren bir gelenek olarak devam ediyor. Siz, rızaya dayalı sözleşmeyle
kurulduğunu sandığınız devletin hür ve eşit “vatandaş”ı olarak siyasal
tercihinizden bağımsız biçimde “kamusal yarar”dan eşit biçimde rol almayı
bekleyedurun. Siyasal aidiyetin vatandaşlık ile eşitlendiği ve bunun bir devlet
geleneği haline geldiği güzel ülkemizde, muhalif bir akademisyenken cezaevine,
muhalif bir sivil toplum aktivistiyken teröristliğe kadar geniş ve görkemli
sürgünler sizi bekliyor. Oysa memleketin gerçek vatandaşı yalnızca günün
“milliyete dayalı sözleşme”sine sıkı sıkıya bağlı siyasal aidiyet duyanlar
olmaya devam edecektir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.