Allah, iyi ile kötüyü, faydalı ile
zararlıyı, güzel ile çirkini ayırabilmesi için insanı akıl sahibi bir varlık
olarak yarattı. İnsan, aklını kullanmak suretiyle inanır, Allah’ın yaratma
amacına uygun olarak varoluş bilinciyle ve yaptıklarının bir gün hesabını
vereceği şuuruyla (mebde ve meada uygun ) güzel, kaliteli ve hayırlı işler
(takva/salih amel) yapar. Akıl aynı zamanda sorumluluk ve hayata değer katan
ahlaklı olmanın kaynağıdır. Kur’an, inanç konusunda, ataların inancını ve
uygulamalarını araştırmadan körü körüne benimseyenleri eleştirmiş; başka
birisinin aklıyla hareket etmeyi ya da aklını başkasına teslim etmeyi doğru
bulmamıştır. Geçmiş dini geleneklerde
olduğu gibi bölünüp parçalanmayı dini parçalama olarak görmüş, tefrika ve
fitneye düşmemeyi ve cehaletten yüz çevirip düşünen, bilen ve akleden bir
toplum oluşturmayı hedeflemiştir. İnsanların, soru sorma, sorgulama, eleştirme
yeteneklerini geliştirerek düşünce dünyasını ve eylem dünyasını bir nizama
sokmak istemiş, düşünce, inanç ve eylem arasında bir tutarlılık ve mantıklılığı
yerleştirmeye çalışmıştır. Allah, müslümanları, siyasal, toplumsal ve dinî
alanlarda işlerini planlarken ve yürütürken alanında uzman, ehliyetli ve
liyakatlı olanlarla çalışmaya, sorunların çözümünde kendi aralarında fikirler
üretmeye, bu fikirlerden en iyisini seçmek için eleştiriye ve tartışmaya ve
ortak aklı kullanarak (şura) problemleri çözmeye çağırmıştır. Aklın en birinci
görevi, mükemmel bir şekilde yaratılan ve yaratıklar arasında saygın bir yere
sahib olan insanı, kendi onuruna ve haysiyetine yakışır güzel işler yapmaya
yöneltip kötülük, günah ve çirkin işlerden uzaklaştırmasıdır. İslam, ahlaklı
olmak, ortak değerleri paylaşarak birlikte yaşayabilmek için, şahsiyetimizi ve
kabiliyetlerimizi geliştirmek ve sorunları tespit edip çözümler üretmek için
akletme ve aklı etkin ve doğru bir şekilde kullanmayı önermiştir.
Müslümanlar, saltanat yönetiminin,
dünyevileşmenin (sekülerleşme), etnik ayrımcılığın (şuûbiyye/asabiyyet), siyasî
despotizmin ve hukuksuzluğun ortaya çıkardığı dinî, siyasî ve toplumsal
sorunlarla ilk defa modern dönemde karşılaşmadılar. Hz. Peygamber döneminden
bugüne kadar bunlar sorun olmaya devam etti ve onlarla baş edebilmek için
Müslümanlar yeni yol ve yöntemler denediler. İslam düşünce tarihinde sorunlara
farklı çözüm arayışları ve farklı yaklaşımların ilk tezahürlerine bireysel
olarak sahabe ve sonraki kuşak (tâbiîn) döneminde, toplumsal tezahürlerine ise
Emeviler ve Abbasiler döneminde rastlanan Zahirilik (Haricilik ve Hadis
Taraftarları), Batınilik (Şiî ve Sufî irfancılık)[1] ve Akıl Taraftarlığı (Rey
Taraftarları, Mürcie, Mutezile ve Maturidilik) yaklaşımları, dini anlama,
anlatma, yorumlama ve yaşama konusundaki tarihsel bakış açıları olarak[2],
farklı isim ve görünümler altında günümüzde de bütün canlılığıyla varlığını
sürdürmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar günümüzde yaşanan sorunların
benzerlerini tarihte de yaşadılar. Birçok sorun ve çözüm yolu, şekil ve muhteva
olarak belki farklıydı, ancak sebep ve sonuçları incelendiğinde birbirine
benziyordu. Sadece bu sorunların çözümü için üretilen yöntem ve usuller, ya da
paradigmalar, farklı isimler altında ve değişik biçimlerde kendini
gösteriyordu.
Emeviler ve Abbasilerin ilk yüzyılındaki
sorunları, özellikle de din-siyaset ilişkisi ve din toplum ilişkisini doğru
çözümlemek, Türkiye’de dini düşünce konusundaki zihniyet sorunlarını ve
kutuplaşmaları daha iyi anlayabilmek açısından son derece önemlidir. Çünkü bu
zihniyetler, Cumhuriyet döneminde yaşanan sorunların çözümünde de kendisini şu
ya da bu şekilde göstermektedir. Türkiye’de hayatın dinî, siyasî ve toplumsal
alanlarda yaşanan sorunlar ve onların çözüm yollarına ve bunları üreten söylem
ve zihniyet sahiplerine baktığımızda Emevilerin son dönemleri ve Abbasilerin
ilk yüzyılları, özellikle Memun dönemi aklımıza gelmektedir. O zamanda iktidar
mücadelesi, önce Kureyş’in iki büyük kabilesi olan Emeviler ve Haşimiler
arasında, daha sonra Haşimilerin iki büyük boyu Taliboğulları ve Abbasoğulları
arasında yaşanıyordu. Güçlü olan kabile iktidara sahip oluyordu. Ancak
iktidarın meşrulaştırılması dinî argümanlarla yapılıyordu.
Abbasiler döneminde de hayatın dini,
toplumsal, ve siyasi alanlarında oldukça önemli sorunlarla karşı karşıya
kalınmış idi. Aslında Abbasiler Kureyş’in Haşimî kabilesinin Abbasî kolundan geliyordu.
Emevî-Haşimî çekişmesinin bir sonucunda iktidara ihtilal ile gelmişlerdi.
Zâhirî, Aklî ve Bâtınî zihniyetler Abbasilerin ilk yüzyıllarına da damgasını
vurmuştu. Örneğin Memun döneminde Talibî-Abbasî asabiyet kavgası ve iktidar
mücadelesinde, Talibiler adına hareket eden Şiî-Bâtıniler, Hermesçilik ve
Maniheist gnostisizmden beslenmekteydiler. İlk üç neslin dinî tecrübesini
aktaran metinlerin zâhirine sıkı sıkıya bağlanan Ahmet b. Hanbel, Hadis
Taraftarları’nın ön saflarında yer aldı. Bu iki söylemin yanı sıra sorunlara
akıl yoluyla çözüm arayan Ebû Hanife’nin etrafında oluşan Rey Taraftarı/Akıl
Taraftarları (Ashabu’r-Re’y) ve aklî söylemle sembolleşen Mutezile vardı.
Siyaset, (Memun, Mutasım ve Vasık
dönemleri) en azından Mütevekkile kadar (216/831-232/846), bu üç gruptan
üçüncüsünü din politikasında öne çıkarmak istedi. Özellikle Memun dönemi, bunun
en tipik örneği idi. Abbasiler Şiî irfancılık ve Hadis Taraftarlığı’nın Zâhirî
söylemiyle mücadele edebilmek için aklî söylemi seçmiş idi. Söylendiğine göre
Memun rüyasında Aristo’yu görmüş ve Aristo kendisine “iyilik ve güzellik”i
bilmenin yolu olarak önce aklı, sonra şeriatı ve sonra toplumu önermiş idi.
Memun, Şiî irfancılığı ve Hadis
Taraftarlığının savunduğu Zâhirilik ile mücadele edebilmek için Dâru’l-Hikme’yi
açtı. Reyci Hanefî alimleri ve Mutezilî
mütekellimleri destekledi. Onlardan bir kısmına
resmî görevler verdi. Devletin fıkıh ve kelam geleneğini onlara teslim
etmek istedi. Memun döneminde Bağdat, İslam dünyası tarafından yakından takip
ediliyordu. Olup biten tartışmalar diğer bölgelerde de yankı buluyordu. Sonuçta
birinci derecede tehlike olarak gördüğü Şii-İrfancılığı ortadan kaldırma
politikası ile meşgul iken karşısına ondan daha güçlü başka bir kesimi Zâhirî
din anlayışı savunucularını buldu. Zâhirî-Hanbelî zihniyet, Ehl-i Sünnet’i
kuşatmaya çalıştı. Batınî zihniyet Sünnî kesimlerde çok sayıda taraftar edindi.
Eşarî’nin de katılmasıyla Sünnî İrfancı söylem güçlenmeye başladı. Memun’un ile
başlayan yanlış din politikası, en büyük zararı İslam düşüncesinde reyci/akılcı
kesime verdi. Alimleri işkence gördü, eserleri bidat ve sapık fikirler içerdiği
iddiasıyla mahkum edildi ve böylece yasak yayın olarak görüldüğünden bize
ulaşma imkanı bulamadı. Batınî ve Zahirî din söylemi, her geçen gün güçlenerek
Müslümanların zihinlerini tasallutu altına aldı. Kelam, Felsefe ve Akılcılık,
haksız itham ve saldırılara maruz kaldı.
Sufiliğe ve Zâhirî anlayışa yakınlaştıkça meşruiyet kazandı,
uzaklaştıkça saldırıya uğradı.
Dinî bilginin oluşturulmasında ve dini
sorunların çözümünde akla, akıl yürtmeye önemli bir nüfuz alanı tanıyan ve
diğer bilgi kaynaklarının verilerini kontrolde aklı yetkili gören
Akılcılığın/reyciliğin zayıfladığı dönemlerde, “dinin ana metinleri olan âyet
ve hadislerin anlaşılması konusunda zâhir mânanın”[3] esas alduğunu iddia eden
Zâhirî söylem ile “bilgi kaynağının keşif ve ilham olduğunu savunan”[4] İrfanî
söylem arasındaki mücadele ve rekabetin arttığını görmekteyiz. Öyle ki,
Zâhirîlik ve ve İrfanîlik arasındaki bu çekişme, kökleri reyciliğe dayanan
Hanefî-Maturidî çevreleri de etkiledi. Zahirî zihniyet ile Batınî zihniyet
kutuplaşması, Osmanlı’da katı Hanefî Kadızadeliler-Halvetî tarikatına mensup
Sivasiler arasındaki tartışmalara yansıdı. Kadızadeliler arasında da Sufiliğe
mensup olan kimseler vardı. Ancak bunlar, Anadolu’da etkili olan İbn Arabici ve
Melami sufiliğe mesafeli davranan zahid Hanefilerdi. Bu tartışmalar karşısında
Nakşibendilik içinde, medrese geleneğindeki zahirî ilimlerin eğitiminin de
etkisiyle İbn Arabici damara karşı çıkan ve onun fikirlerini savunanlar
şeklinde bir ayrışma oldu. Bazı Halidi Nakşibendiler, Vahdet-i Vücud fikrine ve
aşırı batınî tevillere karşı çıkarak Zâhiri zihniyete kaymaya başladı. Mahmud
Erol Kılıç Nakşibendilik içerisindeki bu farklılaşmaya şu şekilde dikkat
çekmektedir:
“Bu arada dini düşünce tarihimizde zahiri ilimler-batıni ilimler
irtibatı keyfiyetinin mücessem hali olan Tekke-Medrese münasebetlerinde çok
mühim bir rol oynayan Nakşi tarikatının ulema indindeki hüsn-ü kabulü de dikkat
edilmesi gereken bir noktadır. Fakat bu hassas denge bazen bir tarafa
kaçabildiği gibi bazen de diğer tarafa kaçabilmiştir. Tam demek istediğimiz bu
noktada II. Mahmud'un Bektaşi tekkelerini kapatırken bir diğer uç gördüğü
Nakşiyye'nin Halidiyye kolu şeyhlerini de Doğuya sürdüğünü unutmayalım. Çünkü
yukarıda da göstermeye çalıştığımız gibi Fusus okuyan, Mesnevi okutan İstanbul
Nakşi şeyhlerinin yanı sıra daha çok taşradan gelen bazı Halidî şeyhlerinin
medreseli edasıyla bunları tenkit ve hatta tekfir etmeye başlamaları huzuru
kaçırmaya başlayınca devlet bu tedbiri almıştır. Günümüz Nakşi geleneği ise
sanki ilk dönem mümessillerinin neşvesine biraz uzaklaşmış bir görüntü arz
ediyorlar. Medrese adeta Tekkeyi yok etmiş gibi duruyor. … Tevhid sohbeti
yapılmayan yer hakikat de “tarikat” adını alamaz. Bir “cemaat” olur. Bir sosyal
grup olur.”[5]
Zâhirî ve Batınî çekişmesi, 18. ve 19.
asırlarda Tatarlar üzerinde de etkili olmuş,
Hanefileri Kadimciler ve Cedidçiler olarak ikiye ayırmıştır. Sufiliğin
doktrinine ve uygulamalarına karşı duran ve Osmanlı Devlet’ine isyan eden
Muhammed b. Abdilvehhab ve taraftarlarının ortaya çıkmasıyla Zahirî ve Bâtınî
kutuplaşma, Sufî tarikatlar ile Vehhabiler arasında karşılıklı tekfire varan
mücadeleye dönüştü. Bu hadise Osmanlı hakimiyetindeki İrfancı çevreleri
Vehhabiliğe karşı tek vücud yaptı. Osmanlı topraklarında ve dışında yaşayan pek
çok tarikat şeyhi tarafından İbn Teymiye, Muhammed b. Abdilvehhab ve
Vehhabiliğe karşı onlarca reddiye yazıldı.[6]
Zahirî ve Batınî anlayış, medrese-tekke
anlaşmazlıklarına da yansıdı. Bu ikisi arasındaki rekabet, Türkiye
Cumhuriyeti’nin başlangıç döneminde yaşanan Tevhîd-i Tedrîsât ile tekke ve
zaviyelerin lağv edilmesi gibi köklü değişimlerde ya doğrudan veya dolaylı
yollardan kendisini göstermeye devam etti. Sufiler, medreselerin kapatılmasına,
medreseliler tekke ve dergahların kapatılmasına olumlu baktı. Osmanlı
döneminden başlayarak Türk toplumunu iyice kuşatan Bâtınî anlayış, Cumhuriyetin
ilk yıllarında Hanefî-Maturidî çevreleri, Nakşibendilik ve Nurculuk yoluyla
kontrol etmeyi sürdürdü. Nakşibendîliğin Halidî şeyhlerinden Ziyâüddin
Gümüşhânevî ve Zahid Kotku, kendilerinin Maturidî geleneğinden geldiğini
göstermek için Ehl-i Sünnet İ’tikadı adıyla eserler yazdılar. Bu eserlerde İmam
Maturidî’nin eserlerine doğrudan atıf yapmadılarsa da Maturidilerin eserleri
üzerinden bu mezhebi savundular. Muhtemelen Vahdet-i vücûd anlayışına daha açık
olan Şafiî-Eşariliğe karşı, Hanefî-Maturidiliği sembolik olarak öne çıkarmak
istediler. Nakşibendiler arasında medrese geleneğine bağlılık artıkça, tekke ve
sufî geleneği zayıfladı. Bir bakıma Sufi kimliği sembolikleşti. Başka bir
deyimle medrese geleneğinden gelen nasların ve metinlerin zahirine aşırı
bağlılık, onların bir kısmını Zahirî söyleme yakınlaştırırken, İbn Arabici Nakşibendiler arasında Bâtınî
eğilimi artmırdı. Son zamanlarda artan Şiî-Selefî kutuplaşmanın da etkisiyle,
medrese geleneği ağır basan Sufî çevreler Selefiliğe, melamî ve İbn Arabîci
sufi çevreler ise aşırı Batınîliğe kaymaya başladı.
Cumhuriyet döneminde Zâhid Kevserî’nin
şahsında bayraklaştırılan İslamcı söylem, hem Sufî-Bâtınî eğilimleri[7] hem de
Zâhirî-siyasî eğilimleri içinde barındırmaktadır. Günümüzde tevessül, istiğase,
istiane, ilham ve keramet savunusundan öteye geçmeyen İrfancı ve gelenekçi
Hanefilik[8] bu çizgide devam etmektedir. Hanefiler arasında Hanefî-Maturidî
çizgiyi devam ettiren ancak dini düşünced yenilenmeyi savunan bir kesim daha
vardı. Bunların en meşhurları arasında Abdünnâsır Kursavî(1812)[9], Şihâbuddîn
Mercânî(1889)[10], Ahmed Cevdet Paşa(1895), Muhammed Abduh (1905), İsmail
Gaspıralı (1914), Alimcan Bârûdî(1921),
Seyyit Bey(1925), Rızâeddîn Fahreddîn(1936)[11], Ziyâeddîn Kemâlî(1942)[12],
Musa Carullah (1949)[13], Mehmet Akif Ersoy(1936), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
(1942), İsmail Hakkı İzmirli (1946) ve Yusuf Ziya Yörükân (1954) bulunmaktaydı.
Bu şahsiyetler, akılcılık ve yenilenme
vurgusu ağır basan Cedîdcilik[14] veya
Yenilikçilik yanlısı olanlar tanındılar. Türkiye’de Zâhiriliği, Batıniliği veya
Akılcılığı/Yenilikçiliği benimseyen bu üç
kesim arasındaki rekabet, bugün de devam etmektedir.
Zâhirî ve Bâtınî zihniyeti benimseyenler,
Akılcıları (Cedidcileri/Yenilikçiler) akla ve Kur’an’a müracaat etmeleri ve
dinî düşüncede yenilenmeyi, kelam ve klasik fıkıh kitaplarını tenkid
süzgecinden geçirmeyi savunmaları ve sufiliği eleştirmeleri veya ona mesafeli
durmaları dolayısıyla modernist, reformist, oryantalist ve mezhepsizler olarak
damgalamaktadır. Bu noktada Kadimci Hanefilik (Zâhirilik) ve İrfancı Hanefilik
akılcı damara karşı birleşmiş görünmektedir. Bu eğilim Nakşibendiliğe mensup
cemaatler arasında güçlü bir tabana sahiptir. Bu kesimler, İrfancı/Bâtınî
söyleme kaymış Hanefî fıkıh kitaplarına ve metinlere mahkum olmuş, Ebû
Hanife’nin akılcı ve reyciliğinden habersiz sözde Hanefilerdir. Medreseliler
arasında yaygın olan ve fıkıh geleneğine
teslim olmuş Zâhid Kevserî’nin başını çektiği Kadimcilik, Türkiye’de Zâhirilik
ve Bâtınilik arasında gidip gelen Hanefî tarzını temsil etmektedir. Cedidçilik
ise, cumhuriyet, milliyetçilik, milli irade, laiklik ve demokrasi gibi insani
değerleri İslamî değerlerle uzlaştırmaya çalışan fikrî ve felsefî bir hareket
olarak var olmaya çalışmaktadır.
Hilafetin kaldırılması, Şeri hukukun
ilgası ve Laikliğin benimsenmesiyle birlikte Türkiye’de dinî düşüncede önemli
kırılmalar ve değişimler yaşandı. Bazı kesimler, bu değişimleri dinsizlik
olarak yorumladı. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu hukuk ve siyasette dinin
etkinliğini azaltmak ve Osmanlı’dan devralınan İrfancı ve Zâhirî din anlayışıyla
mücadele edebilmek için pozitivizmin din eleştirilerini kullandı. Bunun resmî
din politikasına dönüşmesi Türkiye’de kutuplaşmanın taraflarını yeniden
belirledi. Bir tarafta pozitivist anlayışa yönelen ve dinî özgürlükleri kontrol
altına almak isteyen Katı Laikçiler, diğer tarafta onların baskılarından mağdur
ve mazlum durumuna düşmüş Katı Muhafazakar veya Siyasal İslamcılar vardı. Bu
kutuplaşma Sufî-İrfanî söylemi savunanlar ile Zâhirî gelenekçileri Pozitivizm,
Laiklik ve Kemalizm aleyhtarlığı noktasında birleştirmekteydi. Cumhuriyeti
döneminde, pozitivist ve katı laikçi politikalara uygun olarak dünyevileşme
tezahürleri, ulusalcılık(asabiyet), dini yaşam ve özgürlükler üzerindeki
baskılar ve yasaklar, tıpkı Abbasiler döneminde olduğu gibi, Bâtınîliğin/irfanîliğin
ve Zâhirî/şekilci anlayışın güçlenmesiyle sonuçlandı. Bu baskı ve mihne
dönemi, İrfanî/sufî söyleme sahip
kimseleri, kendilerini gizlemeye ve farklı ortamlarda farklı kimliklerle var
olmaya sevk etti. Bu durumdan kurtulmak için, devleti ve onu yöneten kadroları
ele geçirmeyi ideolojik bir hedef olarak belirlediler. Devleti iyi yönetilmesi
gereken bir kurum olarak değil fethedilmesi gereken bir düşman olarak
algıladılar. Tarikatlar ve dinî cemaatlere mensup İslamcıların hemen hemen
tamamı evrim veya devrim yoluyla devleti ele geçirmeyi ve halifeliğe dönmeyi
fikri sitemlerinin öncelikleri arasına koydular.
1950’lerden itibaren Türkiye’nin toplumsal
tabanında ve dinî düşüncesinde etkili olmaya başlayan yeni aktörlerden
Nakşibendilik kökenli Süleymancılar, Erenköy Cemaati, İsmailağa Cemaati,
Işıkçılar, İskenderpaşa Cemaati, Nurcular ve Menzilciler ile Mevleviyye,
Uşşakiyye, Rifaiyye, Melametiyye, Halvetiyye, Bektaşiyye ve Kadirileri gibi
Sufî yapılanmaların tamamı, keşif ve mükaşefe yöntemini benimsemiş Bâtınî din
söyleminden besleniyordu. Bu İrfancı söyleme mensup olanların bir kısmı
kendisinin Hanefî-Maturîdî olduğunu iddia etse de, Hanefilikle ilişkileri fıkhî
uygulamaları taklid düzeyini geçmemekteydi. İmam Mâturîdî ile ilişkilerine
gelince, bütünüyle semboliktir. Bu kesimlerin akıl, kelam ve felsefe
aleyhtarlığı yapmaları, içtihad ve tecdide karşı çıkmaları, İmam Ebû Hanife ve İmam Mâturîdî
akılcılığından ne kadar uzaklaştıklarını açıkça göstermektedir. Bu sebeple bazı
Nakşibendilerin Kevserî üzerinden Hanefilik ve Maturidilik savunuları da sahici
değildir. İmâm Mâturîdî ve Kevserî’nin görüşleri arasında yapılacak küçük bir
mukayese, bu ikisi arasındaki uçurumu ortaya koyacaktır. Kevserî’nin fıkıh,
tasavvuf ve kelamî görüşleri[15] İmam Mâturîdî’nin din-şeriat ayrımı,
diyanet-siyaset ayrımı, içtihad ile nesih ve ilhamı bir bilgi kaynağı kabul
etmeme gibi temel fikirleri ile çelişmektedir. Kevserî’nin “Mâtürîdiyye’ye
mensup”[16] veya “XX. yüzyılın
Mâtürîdiyye müceddidi”[17] olarak takdim edilmesi onun temsil ettiği anlayış
ile uyuşmamaktadır.
İrfancılar tarafından Osmanlı döneminde
Selefiliğe ve Vehhabiliğe karşı yazılan
eleştiriler Cumhuriyet döneminde bu iki çevreye gösterilen tepkilere de
kaynaklık etti. Bu eserlerde Selefilik ve Vehhabilik Ehl-i Sünnet dışı kabul
edildi ve Selefiyye ile Selef-i Salih birbirinden ayrılmak istendi. Örneğin
Nakşibendi Şeyhi Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî’nin Câmiu’l-Mütûn adlı eserini
Türkçe’ye çevirip Ehl-i Sünnet İtikadı adlıyla 1980 yılında yayımlayan Bedir
Yayınevi, muhtemelen Nakşibendî çevrelerde Arap dünyasındaki Selefî ideolojinin
etkisini azaltmak için, bu konuyla ilgili şöyle bir “Tenbih ve Uyarı” koydu:
“Aziz Müslüman! Bil ki, itikad ve amelde
yegâne hak yol Ehl-i Sünnet ve cemaat yoludur. Bu yol Resulullah sallallahu
aleyhi ve sellem Efendimizle ashabının (radıyallahu anhum ecmaîn) mübarek
yoludur. … İtikadda ehl-i sünnet mezhebinin iki büyük imamı vardır: İmam Eş'arî
ve İmam Matüridî. Bu iki imam, Sünni Müslümanların inanç önderleridir. Cenab-ı
Hak her ikisinden ve onların yolundan giden âlimlerden razı olsun. Daha
sonraları «Selefiye» denilen hatalı bir mezhep çıkmıştır. Bunun kurucusu İbn
Teymiye'dir. Devam ettiricileri de Muhammed İbn Abdülvehhab, Cemalüddin Afgani,
Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi gayr-ı muteber eşhastır. «Selef-i Salihîn» ile
«Selefiye Mezhebini» birbirine karıştırmamak gerek Birinciler ehl-i sünnetin
öncüleridir, ikincisi ise ehl-i bid'attendir. Zamanımızda İslam dünyasında
gerek itikad gerekse amel ve furuât sahasında hayli bozuk mezheb ve yol
türemiştir. Bellibaşlıları: Selefiye, Vehhabiye, Lâ-mezhebiyye (Mezhepsizlik
mezhebi), Mezhepleri telfîk (hükümleri ve kolaylıkları birbirine karıştırma),
Dinde reformculuk, Humeynicilik gibi bid’at yollardır. Aklı başında her
Müslümanın bu sapıklıklardan uzak durması ve ehl-i sünnet mezhebine sımsıkı
yapışması gereklidir.”[18]
Nakşibendî Bedir Yayınevi çevresi, Selef-i
Salih’in söyleminden vazgeçmedi, ancak Selefiyye’yi tehlikeli gösterdi. Bu
uyarılar, muhtemelen Nakşibendilik içerisindeki batınî (tekkeli) ve zahirî
(medreseli) çekişmesinin varlığına binaen yapılmış idi.
Cumhuriyet döneminde tarikatların
yasaklanması, tekke ve dergahların kapatılması, kaldırılan bu kurumlardan
geriye kalan boşluğu dolduracak yeni kurumların konulamaması, bu yapıların yok
olacağını beklentisini boşa çıkardı ve aksine tarikatları daha da güçlendirdi.
İleri gelenlerinin hukukî ve yasal takibe tabi tutulmaları, zulme ve ikenceye
uğramaları onları mensupları gözünde kahramanlaştırdı. Geleneksel dergah ve
tekke yapılanmasını kaybeden tarikat çevreleri, modernitenin getirdiği yeni
örgütlenme biçimlerinden dinî cemaat örgütlenmesine, dernek, vakıf ve
sendikalaşmaya yöneldiler veya çok partili döneme geçişle birlikte siyasi
örgütlenmelerin içinde yer almaya ya da onlar üzerinden siyasette etkili olmaya
çalıştılar. Bu durumda tarikat ve dinî
cemaatler, “günümüzde Müslümanların
dindarlığını (ve ahlakını) güzelleştirme çabasından ekonomik çıkar ilişkisine,
siyaset projesine, sosyal örgütlenme modeline dönüştü. Kendilerinden menkul
kutsal makam ve otoriteler ihdas edildi, nev-zuhur kutsallıklar ve onun
üzerinden dünyevî projeler ortaya çıktı.”[19] Bir kısmı, tarikatların yasak
olması ve yasal takibata uğrayacağı endişesiyle tarikat ismini kullanmamaya
özen gösterdi. Örneğin Bâtınî anlayışı benimsemiş olan Said Nursi, “zaman
tarikat zamanı değil cemaat/hakikat zamanı” diyerek etrafındakileri Nur
Şakirtleri veya Nur Cemaati olarak isimlendirdi. Zamanla Cemaat kavramı,
Nakşibendilik kökenli Süleymancılar, Erenköy, İsmailağa, Işıkçılar,
İskenderpaşa ve Menzilciler ile Mevleviyye, Uşşakiyye, Rifaiyye, Melametiyye,
Halvetiyye, Bektaşiyye ve Kadirileri kapsayacak şekilde ve Cumhuriyet
ideolojisine karşı olmayı ima edecek şekilde kullanıldı. Bunlar, dergah ve
tekkesi olmayan, faaliyetlerini cami merkezli alenî veya cami dışında gizli
sürdüren sufî yapılardı. Cumhuriyet döneminde yeni bir forma giren bu
cemaatlerden pek azı müstesna, hemen hemen tamamına yakını, kişileri
kutsallaştırma, gizli ve ilahî bilgiye sahip olma, şeyhi ile Resulullah arasında
soy bağı kurma, Ehl-i Beyt’en olma, mehdi ve mesih bekleme, tevessül, rüya,
istihare ve ilhamlara kutsiyet yükleme ve onlarla hareket etme, şifahi
kültürden beslenme, şahıslar etrafında mit oluşturma, gavs, kutup ve
ricâlü’l-gaybın dünyayı kontrol ettiğine inanma; akıl, kelam ve felsefe
aleyhtarlığı; laikliği dinsizlik ve küfür olarak algılama, Demokrasi ve
Cumhuriyeti İslam’a ters bir sitem olarak görme konusunda hemen hemen aynı
görüşleri paylaştılar. Bâtınî ve İrfanî söylemi benimseyen Tarikatler arasında
benimsenen ortak görüşleri kısaca şöyle özetleyebiliriz: Sufilik, nesepte devam
eden bir Allah dostuna bağlanmaktır. Seyr-i süluku onunla gerçekleştirmektir.
Doğru bilgiye ulaşmanın yolu keşif ve mükaşafedir. Nasların zahir ve batını
vardır. Kelam ve felsefe İslami bilim değildir. Dinde aklı kullanmak dini
tahriftir. Farabi ve İbn Sina gibi flozoflar, bazı görüşleri dolayısıyla küfre
düşmüştür. Ehl-i Sünnet’in kurucu unsuru, irfandır. Tevessül, vesile, istğase,
istiane ve Rabıta caidir. Kuran ve Sünnet’te dayanakları vardır. Evliyanın
ilham ve kerameti haktır. İbn Teymiye ve
Muhammed b. Abdillah Ehl-i Sünnet’ten değildir. Şia, Hz. Ebu Bekir, Ömer ve
Osman’ı gasıp olarak görmeleri ve bazı Şiilerin onları tekfir etmeleri
dolayısıyla sapıktır. İçtihad kapısı kapalıdır. Tarikat şeyhlerini masum gibi
gösterme, kutsama söz konusudur. Selef ve selef-i Salih ittiba iddiası vardır.
Ancak Selefiyye ve Vehhabiyye sapıklıktır. Mürşidi Kamil, Kutbu Azam, Rehber,
Mürid, Mürşid, İnsanı Kamil gibi kavramların kaynağı İslamidir. Hz.
Peygamberin, Şehitlerin, Sıddıkların ve evliyanın şefaati haktır. Ölülerin
arkasından Kur’an okunur. Rabıta, Tevessül, Himmet, Şefaat, imtidat ve İstiane
dinen caizdir. Evliya, gaybı bilir. Selefilik mezhepsizliktir. Modernizim,
Yenilikçilik, dini düşüncede ıslahat ve reform, dini tahriptir. Mezhepsizlik,
dinsizliğin köprüsüdür. Bir mezhebe bağlılık esastır.
Tarikatlar ve dinî cemaatler arasında bazı
kesimler, milliyetçiliğe kavmiyetçilik ve ırkçılık derken, kendi etnisitelerini
İslamcılık ve ümmetçilik kisvesi altında savunmaktan geri durmadılar. Bu dinî
gruplar, şehirleşme sürecinde zayıflayan veya tehdit altında olan kişilerdeki
ailevî, millî ve mezhebî aidiyetler yerine, onlar için güven ortamı oluşturacak
cemaat mensubiyetini öne çıkardılar. Baskı, zulüm ve işkencelere maruz kalan bu
cemaatlerden bazıları, kendi içlerindekiler faklı, başkalarına farklı
davrandılar; gizli örgütlenmenin getirdiği hâlet-i ruhiye ile dinin temel
esaslarına, haram ve helallerine ters olan bazı inanç ve uygulamaları
meşrulaştıran bir cemaat ahlakı veya fıkhı oluşturdular. Bu yolla, itikadı,
siyaseti ve toplumun amelî hayatını kontrol altında tutmaya çalıştılar. Daha
önce mağdur iken kendisine yapılanların daha fazlasını düşman addettikleri
kişilere veya kesimlere yaptılar. Kemal Sayar, bu psikolojik süreci şu şekilde
açıklamaktadır:
“Geçmişin mağdur ve madunlarını, oynadıkları iktidar oyununda
bekleyen en büyük tehlike, giderek, bir zamanlar kendilerine düşman saydıklarına benzemeleridir. Dil acımasızlaşıyor,
yöntemler ahlaksızlığın dibini buluyor, amaca ulaşmak için her yolun mubah
kabul edildiği yeni bir kötülük dili galip geliyor. Böylesi bir ortamda
çocuklarımıza ve gençlerimize din ve maneviyatın dilinden söz etmek çok
zorlaşıyor. İktidar oyunu on yılların kültürel emeğini berhava ediyor, iyilik
ve güzellik adına söylenmiş olan bütün sözleri havada bırakıyor.”[20]
Cumhuriyet ideolojisi, baştan beri
gelenekçi medrese zihniyetine damgasını vuran Zâhirî din söylemi ve halk
dindarlığında baskın olan İrfanî din söylemlerinin önünü kesmeye çalıştı.
Pozitivist bakış açısını güçlendirerek, baskıcı laikliği kullanarak onları
kontrol altında tutmak istedi. Siyasî iktidarların ihtilal dönemlerinde ve
sonrasında cemaatler üzerindeki baskıyı artırması ve hukuku atlayarak keyfi
uygulamalara baş vurması, Zâhirî ve İrfancı din söylemin hayatın çeşitli
alanlarındaki etkisini daha fazla artırmasına sebep oldu. Çok partili dönemde,
sağ iktidarlar bu tarikatlar ve cemaatler ile yakın ilişkiler kurdular. Bazı
cemaatler, maddî menfaatlerini koruyabilmek ve iktidarın nimetlerini
paylaşabilmek için sağcı partilerle işbirliği yaptılar. Hatta bazen devleti
iktidarla birlikte yönetmeye kalkıştılar. Siyasette, bürokraside ve ticarî
sektörde büyük imkanlar elde ettiler. Gerek İrfanî anlayışı gerekse Zâhirî
gelenekçi anlayışı benimseyen kesimler, daha sonra siyasal İslamcı cephelerle
veya partilerle birlikte hareket ettiler.
Türkiye’deki 1970’li yıllarda başlayan
köklü siyasî, toplumsal ve kültürel değişimler, İslamcı tabanda önemli kırılmalara
sebep oldu. Batınî unsurları bünyesinde barındıran Nurculuk, kendi içerisinde
Okuyucular, Yazıcılar, Kırkıncılar, Fethullahçılar ve diğer gruplara
ayrıldılar. Sonuçta daha önce Katı
Laikçiler karşısında tek cephe olan İslamcı blok, “İran İslam Devrimi” ve
“Selefi ideolojinin etkisiyle” Bâtınîliği (Sufiliği) benimseyenler ve Zahirî
söylemi benimseyenler olarak ikiye ayrıldı. İkinciler, tarikatları, şeyhlerini,
müritlerin şeyhe olan aşırı ihtiramlarını ve dünyadaki Müslümanların
sorunlarından uzak kalmalarını, münzevi
hayatı seçmelerini, bidat ve şirki çağrıştıran uygulamalarını eleştirdiler.
Arap dünyasında güçlenen Selefî
ideolojiden ve “İran İslam Devrimi”nden beslenen siyasal İslamcılık,
Türkiye’deki cemaatlerin din algılarında önemli değişikliğe ve parçalanmaya yol
açtı. Bu durum bazı kesimlerin daha siyasal bir dil kullanmasına, Türkiye
dışındaki siyasal İslamcı akımlardan İhvân-ı Müslimîn ve Cemaât-i İslâmiye gibi
yapılarla ilişki içerisine girmelerine, onların Türkçe’ye çevrilen eserleri üzerinden
dinî-siyasal kimliklerini yeniden tanımlamalarına ve Bâtınî söylem ile
aralarına mesafe koymalarına sebep oldu. Başlangıçta Sufî tarikatlardan büyük
destek alan Milli Görüş hareketi, İslam dünyasında siyasal İslamcılığın
yükselme eğilimine bağlı olarak Sufî söyleme karşı mesafeli durmayı tercih
etti. Milli Görüş Hareketi’nin lideri Necmettin Erbakan ile kendi siyasî
otoritesine boyun eğmeyen bazı tarikatlar arasında sorunlar başladı. Onun
başkanlığını yaptığı Refah Partisi, 1990’lı yılların başında İrfaniliği
benimseyen İskender Paşa Cemaati ile yollarını ayırma noktasına geldi. Milli
Görüş, İslam dünyasında Siyasal İslamcılığın ve Selefi akımların kullandığı
“cihad”, “beyat” ve benzeri terimleri, partinin günlük siyasî söyleminin
parçası haline getirdi. İskenderpaşa Cemaati’nin şeyhi Esad Coşan, Necmettin
Erbakan’ın konuşmalarında, cihattan sık sık bahsetmesi, kendisini “cihad emiri”
olarak tanıtması ve bu cemaat
önderlerinden kendisine “beyat” etmelerini istemesine karşı çıktı. Bu
tartışmalar, aslında Sünnî İrfancılığı ile Siyasal İslamcılık arasındaki
farklılaşmanın ilk işaretleriydi. Bu sürecin en önemli yansımalarını Esad
Coşan’ın meşhur konuşmasında Necmettin Erbakan’a yönelttiği eleştirilerde
görmek mümkündür:
“Cihad yapıyoruz” diyor. “ Ben Cihad
emiriyim” diyor. Muhterem kardeşlerim! Şu anda bir harp var mı Türkiye’de? Var
mı? Yani harp yok, yani silahlı bir çatışma yok, irşat var, tebliğ var, talim
var, hakkı söylemek var, çeşitli çalışmalar var. Cihad kafirlerle olur. Sen
cihad yaptın mı kafirlerle?Afganistan’a gittin mi?Orda düşmana silah attın mı?
Mersedeslere kurulup saltanat sürüyorsun. Yaptın mı cihat? Cihad emiri!Nerede
cihad emirliği yaptın? Yapmadın. Sadece
nutuk attın. … Bana biat etmeyen kendine
din arasın” diyor. Yani insanlıktan mı çıkıyor? Yani sen nesin?” … Cihad
literatürü ifade ediyorlar, cihad literatüründen coşan gönülleri Müslümanlar
üzerne tevci ediyorlar. Öyle şey olmaz, cihad Müslümanlarla olmaz, Müslüman
Müslümanla cihad etmez. … Cihadı methediyor, ediyor ondan sonra da “ En büyük
cihad parti sandığında parti müşahidi olmaktır” diyor. Peki öyleyse, niye reye
en çok ihtiyacıolduğu dönemde, hem de seni en son seçimde bile desteklemiş
dergahla savaşa kalkıyorsun? Niye benim dergilerime, vakıflarıma, şahsıma savaş
açmış durumdasın?”[21]
Cumhuriyet döneminde Bâtınî söylemi
benimseyen Tarikatlar ile Zâhirî anlayışı benimseyenler arasındaki
kutuplaşmanın ilk önemli örneği İktibas Dergisi çevresiyle yaşandı. Derginin
sahibi ve kurucusu Ercüment Özkan’ın eleştirileri bu konuda önemli ipuçları vermektedir. O,
Zâhirî/Selefî söylem ile ilk defa
Hizbü’t-Tahrîr yoluyla tanışmış idi. Özkan, bu örgüt ile ilişkileri dolayısıyla
bir süre hapiste kaldı. Çıktıktan sonra kendine özgü bir sitem kurmaya çalıştıysa
da Selefiliğin etkisinden kurtulamadı. O, Sufî çevrelere sert eleştiriler
yöneltti. Sünnî Batınîliğin en temel kavramlarından velilik, tasavvuf, hikmet,
irfan, vahdet-i vücûd, zikir, tevessül, şeyhe beyat, rabıta, ilham ve keramet
gibi kavramların ya İslam dışı din ve kültürlerden alındığı veya İslam’da var
olanların asıl anlamlarından saptırıldıklarını iddia etti. Türkiye’de tarikatların uygulamalarının
hurafelerle dolu olduğunu, İbn Arabi, Gazzali, Mevlana, Bahauddin Nakşibendi ve
diğer saygın Sufileri, Selefî-Vehhabî çevrelerin eleştirdiği gibi eleştirdi ve
onları şirke ve küfre düşmekle veya ayrı
bir din olmakla suçladı. İman ve amel arasındaki ilişkiyi açıklarken,
Selefiliğe yakın izahlar yaptı ve amelleri
tevhid ile ilişkilendirdi.[22] Onun
gözünde Sufiler tevhid düşmanlarıdır. Ona göre, “Sufiliğin İslam ile alakası
yoktur.”[23] İslam “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) esasını
getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise
bu esasla bağdaşması mümkün olmayan “Lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka
mevcut yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı “VAHDET-İ VÜCUD”
(Vücud Birliği)dir. Allah Kur’an’da: “Allah yaratıklarından hiç birine
benzemez.”[24] (42/11) buyurduğu halde, Tasavvuf, yaratılanların tümünü
Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. … Konuya mukayeseli olarak bakıldığında
görülmektedir ki gerçekten İslâm ayrı bir din, tasavvuf da bir ayrı din.”[25]
Demokrasi, Cumhuriyet ve Laiklik karşıtı olan Özkan, “İslam devleti kurmak her
Müslümanın görevidir”, diyerek 1971 yılında bir İslam Partisi kurdu. “Demokrasi
İslam ile bağdaşır.” fikrine karşı çıkarak, demokrasinin “hevaya uyma rejimi”
olduğunu ssavundu. Aynı şekilde Cumhuriyet kavramına da eleştirileri vardı ve
bu kavramın İslamileştirilemeyeceğini düşünmekteydi.[26] Özkan, Şia ve Ehl-i
Sünnet’in aşırı gelenekçiliğini ve mezhepçiliğini, özellikle de sufilerin
gelenekçiliğini eleştiren radikal bir eğilim benimsedi. Bu bağlamda mezheplerin
kendilerine delil olarak getirdikleri her hadise itibar etmedi. O, bu
hadislerin Kur’an esas alınarak değerlendirilmesini önerdi. Tarikatların ve
Nurcu çevrelerin Kur’an ile olan ilişkisini zayıf bularak tenkid etti. O,
yukarıda zikredilen konuları sadece konuşmalarında ve makalelerinde eleştiri
konusu yapmamış, aynı zamanda tasavvuf, Laiklik ve Demokrasi konularına yönelik
değerlendirme ve eleştirilerini kitaplaştırmıştır. Köktenci İslam’ı, Kur’an ve Sünnet’e dönmek
veya Asr-ı Saadet’e dönmek şeklinde İslam’ın yükselişi olarak yorumladı.[27]
İktibas Dergisi’nde Selefiler gibi, akılcılığa karşı çıkıldı ve onun yerine
akıllı olma kavramı yerleştirildi:
“İslâm akılcıların değil, akıllıların
dinidir. Ve aklını iptal edenlerin de dini değildir. Bir insan akıllı ise
akılcı olamaz Akılcı ise akıllı olamaz. Akıllı olmak İslâm olmayı
gerektirirken, akılcı olmak İslâmî reddetmeyi gerektirir.”[28]
Özkan, her ne kadar akılcılığa karşı
akıllı olmaktan bahsetse de Tasavvuf ile İslam karşılaştırmasında İslam’ı
zâhire göre hüküm veren Tasavvufu batına göre hüküm veren iki ayrı din olduğu
iddiasıyla Zâhirî ve Bâtınî kutuplaşmada tercihini birinciden yana yaptığını şu
şekilde açıkladı:
“İslamda zahire göre hüküm verilir. Zahir,
insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar
ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir. Örneğin
İslam’ın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Ma’ruf (ve)
münker açıktır. Ma’ruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması
gereken şeylerdir. Tasavvufta ise asıl olan zâhir değil, bâtındır. Bâtın;
gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre
hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram
olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda “bu görünen size öyle
görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi
değildir ve şöyle şöyledir” demektedirler. … Benim olayı böyle görmem bendendir
demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta
böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır. Bu ve benzeri
düşüncelerin inançlaşması zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli
olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü
ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla
doğallaşmaktadır.”[29]
Türkiye’de bir taraftan İrfanilik adı
altında görsel medyada sergilenen İslam’la alakası olmayan uygulamalar; diğer
taraftan Batıniliğin propagandasını yapan
aktörlerin rüya, ilham, istihare ile insanların hayatlarına yön vermeye
çalışmaları; masum şeyh iddiası, hayatta olan şeyhleri kutsama, şeyhlerin
zihinden geçenleri bildiği[30],
ölmüşlerin mezarlarına aşırı ihtiram, kutup-aktap, keramet, mehdi ve
mesih inanışı; “Kur’an sapıtır, okumayın”, “sünnete iman” gibi kavram ve akıl
dışı iddiaları her geçen gün Zâhirî zihniyetin temsilcileri olan Selefiliğin
Türkiye’de toplumsal meşruiyet kazanmasını güçlendirmektedir. Osmanlı
dönemindeki Sufî-Vehhabî tartışmaları, yerini Sufî-Selefi tartışmalara
bırakmıştır. Ancak bu defa Sufilik eleştiren konumunda değil, eleştirilen
konumdadır. Üstelik siyasal İslam ideolojisine dönüşen Selefiliğin, İslam
dünyasının çeşitli bölgelerinde yaşayan tasavvuf anlayışına karşı saldırıların
saflarına Türkiye’deki tarikatlar da dahil edildi. Bu çerçevede Arap dünyasında
Selefî aktörler tarafından, Selefiliği yaymak ve Sufiliği eleştirmek için
kaleme alınan eserler Türkçe’ye çevrildi.[31] Eserleri çevrilen eski ve modern
müellifler arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevzîyye, Muhammed b.
Abdulvehhab, Abdullan İbn Bazz, Muhammed b. Useymin, Salih Fevzan birinci
sırada yer almaktadır. Selefi çevrelerin bugün Kur’an’ın Türkçe’ye üç ayrı
çevirisi yapılmıştır.[32] Selefiliğin Türkiye’de davet araçları olarak
Yayınevleri, Dernekler[33] ve Vakıflar, Medreseler, Kur’an Kursları[34] ve
Mescitler, İnternet Siteleri bulunmaktadır.[35] Selefiler, Tevhid ve Akide,
Kur’an, Sünnet, İbadetler, Davet ve Menhec, Siret, Ahlak ve Terbiye konusunda
kendilerine ait ders dökümanlarını
kullanarak Türkçe eğitim vermektedirler.[36] Bu eğitimi dernekler üzerinden,
Kur’an Kursları veya Medrese yoluyla yürütmektedirler.[37] Selefî çevrelerin,
Altun’un verdiği bilgiye göre, “İstanbul’da Tevhid ve Sünnet İlimlerini Yayma
Derneği bünyesinde bulunan İmam Muhammed b. Abdülvahhâb Şer’î İlimler
Medresesi, İmam Ahmed İlim Araştırma ve Yayma Vakfı bünyesinde bulunan İmam
Ahmed Medresesi, Antalya’da Ebu Said Balcıoğlu (Yarpuzlu-Yarbuzî) tarafından
derslerin verildiği Yarpuzlu Medresesi vardır. Bu medreselerde talebeler yatılı
olarak kalmaktadırlar.”[38] Bu kadar geniş faaliyetleri ve 2-3 bin kitap ve
broşüre sahip bir grubun tanımlamak konusunda bazı sorunlar bulunmaktadır,
ancak Türkiye Selefiliği kavramını kullanmak, diğerlerine göre daha doğrudur.
Irak ve Suriye’deki hadiseler sebebiyle
Türkiye’ye göç eden ve bir kısmı üniversitelerde görev alan Selefi eğilimli
akademisyenler ile özellikle Suudi Arabistan, Mısır, Suriye veya diğer
ülkelerde din eğitimi görmüş yerli Selefî aktörler, Türkiye’deki tarikatları ve
uygulamalarını eleştirmekte daha aktif bir rol üstlenmeye başladılar.
Bugün adına ister Suud Selefiliği,
Ilımlı Selefilik, Politik Selefilik, Pasif Selefilik, Cihadî Selefilik, İlmî
Selefilik, Vehhabilik, Modern Selefilik veya Neo-Selefilik densin, isterse
başka isimler verilsin Türkiye Selefiliği olarak isimlendirebileceğimiz geniş
tabanlı ve güçlü bir yapı ile karşı karşıyayız. Çünkü daha önce Selefilik, hep
dışarıdan beslenen bir olgu iken bugün çok ciddi yerli dinamiklere sahip bir
harekete dönüşmüştür. Selefî eserlerin Türkçe çevirilerinden beslenme aşaması
bitmiş yerli Selefî eserler üretilmeye başlanmıştı. Aslında şu anda Türkiye’de
“Selefî davetçiler”, güçlü edebî bir
üslup ile Türkçe dersler vermekte ve programlar yapmaktadır. Bunların videoları
pek çok kişi tarafından izlenmektedir. Türkiye’de Selefî davetin amacı laiklik,
hurafe ve bidatlerle dolu tasavvufî din anlayış sebebiyle şirke bulaşmış Türk
halkını bu durumdan kurtarmak ve Kur’an ve Sünnet’e dayalı Tevhid inancına
döndürmek olarak belirlenmiştir. Artık Türkiye Selefileri, Türkçe’ye
çevirdikleri veya Türkçe telif ettikleri Selefî kitapları, broşürleri ve ses
kayıtlarını basıp dağıtacak yayınevlerine sahiptirler. Furkan, Tevhid, Guraba,
Kitap ve Sünnet’e Davet ve diğer adlarla kurulmuş yayınevleri bunların başında
gelmektedir.
Türkiye’de Selefiliği sistemli bir şekilde
yaymaya çalışan en önemli grup Guraba Yayınevi çevresi olarak da bilinen
Abdullah Yolcu ve takipçileridir. Bu grup, yayınları ve faaliyetleri ile etkili
bir gruptur. Abdullah Yolcu, kendisiyle yapılan bir söyleşide, Selefiliği
Türkiye’de ilk yayanın kendisi olduğunu iddia etmektedir.[39] Merkezi Kuveyt’te
bulunan Müslüman Alimler Birliği’nin Türkiye temsilcisi, Kerküklü Abdullah
Yolcu, Türkiye’de ilk defa 1992 yılında “selef-i salihîn metoduyla akide,
tevhid, usul, fıkıh, hadis, tefsir ve Allah’a davet alanındaki İslamî esaslar
ile ilgili temel kitapları -inşaallah- (Türkiye’deki İslam davetinin doğru
bilgi kaynağı olması amacıyla) yayınlamak üzere … Akide, tevhid ve davet
alanında kitap ve broşürler tercüme edip basımını gerçekleştirmek, Türkçe
İslamî kasetler yayınlamak üzere”[40]
Guraba Yayınevi adıyla bir yayınevi kurmuştur. Kurucusu, Kerkük kökenli Abdullah Yolcu’dur. Yayınlanan
eserlerin sayısı oldukça yüksektir.[41] Bu yayınevinin hedefleri arasında Türk
toplumunda yaygınlaşan “mezhepçilik, batılılaşma, aşırı tasavvuf, Şiileştirme
faaliyetleri ve Hristiyanlaştırma ile mücadele” dikkat çekmektedir.[42] 2000’li
yıllarda teknolojinin ve maddi gücün sağladığı imkanlarla kurdukları dernekler
yoluyla hafta sonu dersleri ve seminerleri, piknikler ve diğer faaliyetler
düzenlemektedirler. Guraba çevresinde Abdullah Yolcu’dan sonra öne çıkan
şahsiyetler arasında İstanbul, İzmir ve Bursa’da dernek, yayınevi, Kur’an
kursları ve medreseler kurma faaliyetlerini sürdüren Ubeydullah Arslan ve
Mehmed Ali Akın vardır. Bu grub için 2002 yılı bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu
tarihten sonra Guraba Derneği, Tevhid ve
Sünnet İlmini Yayma Derneği, Ülfet İlim Yayma Kültür, Yardımlaşma Derneği,
Kitap Sünnet Derneği ve İlim Derneği gibi dernekler kurdular.[43]
Abdullah Yolcu, Türkiye’de Hanefî ve Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat kimliğinin baskın olmasından dolayı olsa gerek, Selefiyye’yi
Ebû Hanife’yi de içine alacak şekilde yorumlamaktadır. İmam Mâturîdî’nin Ebû
Hanife’nin takipçisi olamadığını Hanefî akideden saptığını iddia etmektedir.
Arap dünyasındaki Selefiler, Ebû Hanife’yi ve Mâturîdî’yi Selef akidesinin
dışına çıkmakla eleştirmektedirler. Ancak o, Ebû Hanife de dahil dört mezhep
imamın Selefî olduğunu iddia etmekte ve muhtemelen Türkiye’deki faaliyetlerinin
başlangıcında tepki almamak için Selefiyye yerine Selef-i Salihîn veya Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat ile eş anlamlı olarak Selef-i Salihin Yolu terimini
kullanmaktadır. Çünkü Türkiye’de Sufî çevrelerde, Vehhabilik ile ilişkili
kullanıldığı için Selef-i Salihîn’i
kabul edip Selefiyye’yi reddeden kesimler vardır. Ona göre Selefilik İslam’ın
özüdür. Bir fırka değil, İslam’ın şemsiyedir.[44] O, yazdığı kitaplarda ve
yaptığı konuşmalarda İman’ı diğer selefiler gibi ele almaktadır. İman, dil ile
ikrar, kalb ile tasdik azalarla ameldir. İman itaat, ibadet ve salih ameller
arttıkça artar, terkedildikçe ve günah işlendikçe eksilir. İmanda istisna
vardır. Yani bir kimse “ben gerçekten müminim” diyemez. İnşallah müminim demesi
gerekir.[45] Yolcu, “farziyetini kabul
etse bile farz namazı terk etmek, kişiyi dinden çıkarır.”[46] Namazı terk eden
kimse ile ilgili olarak “ onun mürted ve
kafir olduğu; Müslümanlarla evlenemeyeceği, Kabe’ye giremeyeceği, onunla arkadaşlığın
caiz olmadığı, cenazesinin yıkanmayacağı, kefenlenmeyeceği, cenaze namazının
kılınmayacağı, Müslüman mezarlığına gömülmeyeceği, arkasından rahmet
okunmayacağı, mirasının akrabalarına verilmeyeceği ve Kıyamet gününde Fravun,
Haman, Karun ve Ubey b. Halef gibi küfür ve dalalet önderleriyle haşr
olunacağı”[47] gibi hükümler vermesine bakılırsa, Muhammed b. Useymin ve diğer Selefilerle aynı
fikirdedir. Yolcu, 15 Temmuz darbesi dolayısıyla Türkiye’yi eleştiren Ebu
Katade’yi eleştirmiştir. Türkiye’deki
diğer Selefî aktörlerden Tarık Ebu Abdullah da ona cevap vermiştir.[48]
Yolcu’ya göre, “Sakal bırakmak, akıl baliğ müslüman tüm erkeklere farzdır.
Çünkü Hz. Peygamber, sakal bırakılmasını emretmiş, kesilmesini yasaklamıştır. Bu sebeple
sakal kesmek haramdır.”[49] O, “yılbaşı gibi Hristiyanlar’a ait
bayramları kutlamayı ve onları bu bayramları dolayısıyla “Mutlu noeller” veya
“Mutlu yıllar” vb. demek suretiyle tebrik etmeyi, İslam’a mensup olduğunu
söyleyenlerin çoğunun içine düşmüş oldukları bâtıl bir yol” olarak
görmektedir.[50] Resim yapma veya herhangi bir alet ile resim alma caiz
değildir. Hatta Resulullah resim yapmayı haram kılmıştır. [51] Diğer Selefiler
gibi, Kur’an ve hadiste mecazı kabul etmediğinden, Allah’ın arşı, kürsüsü ve
makam-ı mahmud gibi ifadeleri hakiki anlamda anlamaktadır.[52]
Abdullah Yolcu’ya göre, Vahdet-i Vücud’u
saçmalık ve şeytan işidir. Bu zındıklığın kaynağı Hallac-ı Mansur’dur, ondan
sonra İbn Arabî sürdürmüştür. İbn Arabî,
zındık ve kafirdir. Türkiye’de vahdet-i vücud anlayışını benimseyenlerden
birisini, şeyhi için “Allah, (Şeyhimiz) Mahmud (Efendi) olarak tecelli etti”
dediği için eleştirmektedir.[53] Muhtemelen, Cübbeli Ahmed olarak bilinen Ahmet
Mahmut Ünlü’yü kast etmektedir. İrfancı söylemde sıkça kullanılan Gavs ile
ilgili olarak, bu kavramın Sahabe, tabiin ve dört imamda olmadığını, bir tür
Yahudi itikadı olduğunu ileri sürer. Ona göre, Tasavvuf, Yahudi kaynaklıdır.
Şia’yı ve Tasavvufu İblis kurmuştur.
Büyük mutasavvıflardan Abdulkadir Geylanî, Cüneyd Bağdadî bizim imamlarımızdır.
Onlara diyecek bir şey yoktur. Ama diğer bazı sufiler dört Gavsı kabul
ediyorlar ve Allah’ın yardımcıları gibi görülüyorlar. Evtad, Gavsın daha
aşağısındadır. Bu dört gavs, dolanır ve mümin insanların ihtiyaçlarını
karşılar. Bu Rububiyet’te şirktir.[54] Orta Anadolu’da hepsi değilse de bidat
ve hurafattan beslenen tasavvuf tehlikelidir. Türk milliyetçiliği ve akılcılık,
şeytan işidir ve sünnet inkarcılığıdır. Kadın, en büyük tehlikedir.[55] Ehl-i
Sünnet arasında racih olan görüşe göre, ölülerin arkasından Kur’an okuyup
sevabını bağışlamak geçersizdir ve ölüye hiçbir faydası yoktur. “Ölünün
arkasından Yasin okuyunuz.” rivayetiyle, ölüm döşeğinde okunması
kastedilmiştir.[56]
Abdullah Yolcu, 7 Haziran 2015
seçimlerinde oy kullanma ile ilgili tartışmalarda, diğer Selefiler gibi
Demokrasi’yi, seçim sistemini ve oy kullanmayı şirk ve küfür olarak
görmemektedir. Seçimlerde oy kullanmak, Şeriata yol açmak için her Müslüman’a
vaciptir, oy vermeyen vebal altındadır. Bu görüşleri sebebiyle Türkiye Selefilerinden
Tarık Ebu Abdullah’ın eleştirilerine hedef olmuştur.[57] Yolcu’ya göre, oy kullanmak içtihadî bir
meseledir. Oy vermek caizdir. Kimi durumlara göre vaciptir. İslam’da
parlamentoya girmek caiz değildir ve İslam parlamentoyla gelmez. Yalnız Türkiye
müstesnadır. Eğer İslam’ı savunan bir parti seçime girmiş ise oy vermek
vaciptir. Bu sebeple oy kullanmak bütün Müslümanlara vaciptir.[58]
Türkiye en radikalinden en ılımlısına
varıncaya kadar bütün Selefî akımların ilgi odağı haline gelmeye başlamıştır.
Selefilerin Türkçe olarak düzenli bir şekilde yayınladığı, ilk sayısı Şaban
1436/Mayıs 2015 tarihinde çıkmaya başlayan Konstantiniyye ve ilk sayısı Ocak
2012’de çıkmaya başlayan ve elliden fazla sayısı çıkan Tevhid olmak üzere iki
ayrı elektronik dergi bulunmaktadır. Bu iki derginin yayınlanmış sayılarının
ana konuları ve içerisinde yazılar incelendiğinde Türkiye’nin geleceği ile
ilgili ne tür senaryoların yazıldığı ve mürted ilan edilen Türk halkını ne gibi
tehlikelerin beklediği görülecektir. IŞİD’in Türkçe yayın organı olan
Konstantıniyye Dergisi, ilk sayısını Konstantıniyye’nin, yani İstanbul’un
fethine ayırmıştır. Bu sayıda kıyamet kopmadan olacak olaylar hakkında
Müslim’in Sahîh’inde geçen uzunca bir rivayet zikredilmekte ve bu rivayetin
içerisinde geçen “Müteakiben İstanbul fethedilecektir.” sözü bir slogan
dönüştürülerek her sayıda tekrarlanmaktadır. Bu hadisten hareketle Türkiye ile
ilgili şu sonuçlar çıkarılmaktadır: “Allah resulü sallahu aleyhi ve sellem aynı
şekilde Kostantiniyye’nin de (İstanbul) feth olunacağını bize müjdelemiştir.
Kostantiniyye daha önce fethedildi ama bu müjdede bahsedilen fetih daha
gerçekleşmemiştir. Nitekim bu fetih kıyamete yakın bir zamanda gerçekleşecek,
savaşılmadan sadece tekbirlerle fetih edilecektir.”[59] “Demokrasi Tutuştu”
başlığı altında, demokrasiyi yönetim biçimi olarak benimseyenler şirk dinine
inananlar olarak tanımlanmaktadır.[60] Türkiye’de kesilen hayvanların etleri
konusunda “İslam Devleti Araştırma ve Fetva Kurulu”na sorulan bir soruya
verilen cevap Selefilerin ve onun radikal bir örgütü olan IŞİD’in ve
mensuplarınınTürk halkı ile ilgili ne tür yargılara sahip olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır: “Türkiye’den gelen etlerin kesiminde şüpheler vardır. İlk
olarak, bunu kesenin buna ehil olup olmadığından. İkinci olarak, kesim yapan
Türkiye’deki halkın çoğunun mürted olması (Bize ulaşan bilgiye göre). Bunlardan
ötürü aksi beyan edilene kadar bu tür etlerin aslı üzerine kalmasıdır ki o da
etlerde asıl olan haramdır.”[61] Türkiye’de radikal Selefiliği benimsemiş
kimseler, yukarıda verilen bilgilere göre, mürted gördükleri Türk halkına,
millî ve manevî değerlerine, dinî inançlarına karşı savaş açmış görünüyorlar.
Bu sayıda, İbn Teymiyye, ibn Kayyim el-Cevziyye’nin görüşlerinden hareketle
İslam devleti ve hicretin önemi, Rafızilere ve Nusayrilere mürted hükmünün
uygulanması, put olarak kabul ettikleri heykellerin kırılması
savunulmakta, Safevî Rafiziliği ile
mücadele, Haçlılarla ve tağutî düzenlerle savaş[62] önerilmektedir. Bu dergi, her sayısında Türkiye’de tartışılan
siyasî, toplumsal ve dinî sorunlarla yakından ilgilenmektedir. Dergi’nin 3.
Sayısı’nda Diyanet’in IŞİD raporuna “
Hıyanet Raporu” adı altında cevap verilmekte, Diyanet İşleri Başkanı’na ağır
itham ve hakaretlerde[63] bulunulmakta ve Türkiye halkını tehdit eden
yazılar[64] yer almaktadır.[65] Dergi’nin 4. Sayısı’nda ise, Türkiye’nin eğitim
sistemini eleştiren “Türkiye’de Okullarda Bulunan Küfürler ve Haramlar” adlı
bir makale yayımlanmıştır.[66] Bu yazıda kız-erkek öğrencilerin aynı sınıfta
derslere katılmaları eleştirilmekte[67]; Türk devletine, halkına ve millî
bayramlarına hakaretlerde bulunulmaktadır.[68]
Tevhid Dergisi’nin özel sayıları ve
içerdiği fikirler Konstantıniyye Dergisi’nden geri kalmamaktadır. İlk sayısında Selefiliğin öne çıkardığı Cahiliyye,
Tağutu, Tevhid gibi kavramlarla ilgili müstakil makalelere yer verilmiştir.
Konstantıniyye’den farklı olarak makalenin yazarları bellidir. Bu grup, Ebu
Hanzala adıyla bilinen Halis Bayancuk ve görüşleri etrafında toplanmış bir
gruptur. Basında yer alan bilgiler doğru ise, aslen Bingöllü olan Bayancuk,
1984 Diyarbakır doğumludur.[69] Türkiye Selefiliğinin önemli aktörlerindendir.
Ebu Hanzala ve grubundan 96 kişinin yargılandığı bir davadaki
savunmasında, “demokrasinin şirk olduğu,
parlamenter sistemlerin (Allah’ın dışında bir otorite olduğundan dolayı)
putperest sistemler olduğu ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafir
olduğuna inandığı” şeklindeki suçlamaları, “evet. Bu benim akidemdir,
inancımdır.” diyerek kabul etmiştir.[70] Dergi’de başyazılar, genelde Ebu
Hanzala tarafından yazılmaktadır. IŞİD ile olan görüş ayrılı dolayısıyla, bu
gruba IŞİD sempatizanları Hanzaliyye adını vermişlerdir. 15 Temmuz darbe
girişimine gösterilecek tepki konusu, IŞİD ve Türkiye’deki Selefî aktörler
arasında tartışma konusu olmuştur. Ebu Hanzala’nın 15 Temmuz gecesi ayrı bir
sancak altında darbeye karşı sokağa çıkmayı savunurken, IŞİD Türkiye’deki
yönetimi şirk ve tağut yönetimi olarak gördükleri için sokağa çıkmayı şirk
olarak görmüştür.[71] Ebu Hanzala, akla ve aklın verdiği hükümlere karşı
çıkarak nasların delaletini iptal etmenin şirk olduğunu, akılların nakle takdim
edilmesi neticesinde Allah'ın dışında varlıklara ibadet edilmeye başlandığını
ileri sürmüştür.[72] Ona göre, putlara saygı gösteren, müşriklerin anayasasına
bağlı kalacağına yemin eden, yavrularını küfür ve şirk okullarına teslim eden,
anayasal düzeni korumak için askerlik yapan, demokrasinin faziletlerini anlatan
herkes akıllarıyla tespit ettikleri maslahatları nassın önüne geçirmekle şirke bulaşmıştır.[73]
Ebu Hanzala’ya göre, demokrasi ve laiklik ilkeleri üzerine kurulu olan
parlamentoya girmek, hakimiyet kendisine ait Allah’ın uluhiyeti ile
çekişme anlamına gelir. [74] Egemenliğin
Allah'a değil halka ait olması (demokrasi), dinin devlete hükmetmeyip ondan
ayrı olması (laiklik) ve cahiliyeden kalma halkı, milleti ve toprağı kutsamak
gibi inanç ve uygulamalar, modern cahiliyenin esasları ve amentüsü olarak
görülmektedir.[75] Ebu Hanzala çevresine göre, “başlarına sıkıntılar geldiğinde
veya bela ve musibetlerle karşılaştıklarında, ölmüş salih insanlardan,
evliyalardan ve velilerden yardım talebinde bulunmak ve bu çerçevede 'Medet ya
Abdulkadir Geylani' demesi veya 'Himmet ya falan şeyh' vb. cümlelerle Allah'tan
başkalarına dua etmek Allah’tan başkasından yardım dilemek olan istiğaseye
örnektir. Bunun en kötüsü ise; yaşayan insanlardan bu yardımı
istemeleridir.”[76] Bir çok kimse, 'La
ilahe illallah' demesine rağmen “velilerden medet” ummasından dolayı, sıkıştığı
zaman 'Ey felan veli beni kurtar' dediği için Allah'ın dışındaki ilahlara
ibadet ediyor.[77] Onlara göre, “Selefilik,
ismini İslam'dan alan ancak Hint, Budist ve Hristiyan ruhbanlığının
karışımı olan mistisizme karşıdır. Allah'a tevekkül, O'na kulluk, O'ndan
yardım isteme, O'nun beraberliğiyle yaşama itikadına sahip Muhammed (sav.)
ümmetini kabirlere çaputlara, taş parçalarına kul yaptılar.”[78]
Kadın algılarına gelince, erkeklere
çalışma görevi, kadınlara usulüne uygun harcama ve itaat görevi ve ev içi
sorumluluk verilmiştir.[79] Onların hedefinde olan kurumlardan birisi de
okullardır. Atatürk’ün heykellerinin bulunması dolayısıyla, onlar okulları
puthaneler ve tağutlara kulluğun modern mabedleri olarak görürler.[80]
Çocukların “tağuti rejimin” kurumlarından eğitim almasına, neo-putperestliğe
yeni eleman temini sağlamak, körpecik beyinleri alıklaştırıp, düşünme ve
muhakeme etmelerini dumura uğratacağını gerekçe göstererek karşı çıkarlar. [81]
Onlara göre, “Müslüman olmak için okuma-yazma şart değildir. Yeryüzünün en
seçkin topluluğu (sahabeler) okuma-yazma bilmiyordu. … okuma-yazma bilmek
faydalıdır. Ancak kulluğun esası için şart değildir.”[82] Kız ve erkeklerin
aynı sınıfta karma eğitime ortam hazırladığı ve fıtri olan haya duygularının
yok olmasına sebep olduğu iddiasıyla Tevhid-i Tedrisat’a karşı çıkarlar.[83]
Ebu Hanzala Çevresi, Vela-Bera', 'Dostluk-
Düşmanlık' ilkesini imanla ilişkili bir akide olarak görürler . Bu ilkeye göre,
düşman olarak kabul edilen kâfirlere sevgi beslemek yasaklanmıştır.[84] Hatta
vela ve bera akidesini insanlara anlatılmalı, kelime-i tevhidin bir parçası
olarak nesillere öğretilmelidir.[85] Vela-bera inancının kaybolduğu için,
giyimde, konuşmada, ibadette, süste ve yaşam biçiminde kafirlere benzeme
artmıştır. Küfür inançlarında kafirlere benzemek, bayramlarını kutlamak, “Mecusilerin 'nevruz', Hristiyanların
'yılbaşı' gecelerini ihya etmek” küfür ve şirktir. İçerisinde dostluk ve
düşmanlık olmayan bir dinde hayır yoktur. [86]
Bu grub, kendilerini Selefî olarak
tanımlamaktadır. Tevhid Dergisi, Selefilik konusunda, özel bir sayı
çıkarmıştır. Bu sayıda, Selefî, “Kitap
ve Sünnet'te övülen, ölçü olarak belirlenen sahabe ve onlara ihsan ilkesi üzere
tabi olanlar” şeklinde tanımlanmaktadır. Yazılan makalelerde, bir zaman
diliminde yaşayan insanlar için kullanılan selef kavramından hareketle, o
dönem insanın itikadî ve amelî sıfatlarıyla sıfatlanmış herkese selefi
denilebileceği savunulmaktadır.[87] Selefilerin kitap ve sünneti kabul eden
diğer gruplardan ayırıcı özelliğinin bu kaynakları anlama metodu olduğu
üzerinde durulmaktadır. Anlama metodunda birleşmek, ayrılık noktalarını ortadan
kaldırma konusunda metin ve kaynak birliği kadar önemlidir.[88] Derginin
kapağına da yansıtıldığı gibi, Selefilerin diğer gruplardan ayırıcı özelliklerinin başında tevhid ehli ve cihad ehli olmak gelmektedir.
Selefiliğe gelince, “Selefilik, her dönemde; itikadî ve amelî sapmalara
karşın, asla dönüş ve öze yapışmanın adıdır.”[89] Bu tanımda, Selefilik öze
dönüş hareketi olarak gösterilmektedir.
Tevhid Dergisi Çevresi’ndeki Selefilerin,
tarikatlara ve Şiilere karşı hiç tahammülleri yoktur. Selef tarafından benimsenen, çerçevesi şeriat
tarafından belirlenmiş olan ve kişilere ve vicdanlarına bırakılmayan, dışa
dönük yüzü olan bir zühd anlayışına karşı çıkmazlarken, daha sonra tasavvuf
adıyla ortaya çıkan uygulamaları ve “Allah'ı gördüğünü iddia edenlerin,
rüyasında Allah Rasûlü'nden emir ve görev alanların, kendisine onlarca cilt, on
binlerce sayfa kitap yazdırıldığını” [90] iddia edenlerin oluşturduğu tarikat
yapılarını şirke bulaşmak ve küfre düşmekle eleştirmektedirler. Şia’ya
gelince, onları Rafiziler veya Safevi
Şiası adı altında eleştirmektedirler. Onları “Irak-Şam İslam Devleti”’ne karşı
çıkmak ve ihanet şebekesinin baş aktörü olmakla suçlamaktadırlar.[91] Orta
Doğu’da bir çok cephede çatışmaları fiilî olarak başlatan tarafın “Rafızî İran”
olduğu iddia edilmektedir. Onlara göre, İran, 'Şii Hilali' adını verdiği bir
kuşak oluşturmaya çalışmaktadır. Bunun için onların “eğitip silahlandırdığı
askerî örgütleri, siyasette onlar adına çalışan siyasetçileri ve Şii propaganda
yapan din adamları mevcuttur.”[92] Bu sebeple “Sünnî kesim için en büyük
tehlike, Rafıziliğin temsilcisi olan İran” gösterilmektedir.[93]
Ebu Hanzala ve çevresindekilerin en fazla
önemsedikleri konulardan birisi “hakimiyetin Allah’a aidiyeti” ve ona taban
tabana zıt olan demokrasinin küfür ve şirk olduğu konusudur. Ona göre,
“seçimlerde oy kullanmak demokrasi dinine girip İslam dinini terk etmek
demektir.[94] … Demokrasi için oy kullanmak Allah dışında rab edinmektir.”[95]
Türkiye’deki Mayıs 2015 seçimleri ile ilgili özel bir sayı çıkarmışlardır. Ebu
Hanzala, 2015 Haziran seçimlerine seçmen veya seçilen olarak katılıp oy
kullanmayı, “Eğemenlik kayıtsız şartsız Allahındır.” inancına tamamen zıt
olduğu gerekçesiyle reddetmektedir.[96] Ona göre, “kişinin Müslüman olabilmesi
için hâkimiyeti kayıtsız şartsız Allah’ın olduğuna inanması gerekir.” [97] Bu
bilginin öğretilmesine gerek yoktur. Hâkimiyet akide esasıdır ve onun bilgisi
insan fıtratına yerleştirilmiştir. İslam hâkimiyetin Allah’a ait oluşunu,
tevhidin üç ana rüknü olan Allah’ın ilah olması, Rabb olması ve El-Hakem
olmasına bağlamıştır.[98] Dolayısıyla Allah’ın hükmüyle değil başka şeylerle
hükmedenleri tağut olmakla suçlamaktadır:
“Allah'ın hükümlerini terk edip beşerî
kanunlarla, örf ve gelenekle, töreler ve indi kararlarla insanlara hükmedenler,
İslam şeriatına göre birer tağutturlar. Ve Rabbimiz; onları kâfirler, fasıklar,
zalimler, Allah'ın dışında tapılan ortaklar diye isimlendirir.”[99]
Zahirî
söylemin modern temsilcileri olan Selefilerin,
Türkiye’de yayınladıkları eser, makale ve video kayıtlarıyla; görsel ve
işitsel medya yoluyla Türkiye’de kamuoyu üzerinde etkili olmaya başladıklarını
görmekteyiz. Yapılan iki ayrı kamuoyu yoklaması ve bir emniyet istihbarat
raporu Türkiye’de Selefi radikal akımlarla ilgili algıları açık bir şekilde
ortaya koymaktadır. 2014 yılında yapılan araştırmada, Suriye ve Irak’ta
faaliyet gösteren IŞİD sizce bir terör örgütü müdür? sorusuna verilen cevap
şöyledir:
Haziran ayında ankete katılanların %
70’i IŞİD’i bir terör örgütü olarak
görürken % 11’i terör örgütü olarak görmemektedir. Eylül ayında yapılan kamuoyu
yoklamasında bu oran düşmekle beraber yüzde sekseni IŞİD’i bir terör örgütü olarak görürken % 8’i
terör örgütü olarak görmemektedir. Fikrim yok diyenler de azımsanmayacak
miktardadır. Türkiye’de IŞİD’e sempati duyanların oranı 1.3; çevresinden bu
örgüte katılanların olup olmadığı sorusuna % 2’lik bir kesimin olumlu cevap
verdiği görünmektedir. Katılımcıların % 53’ünün IŞİD’in Türkiye’de
örgütlendiğini düşünüyor.[100] Bu oran Selefiliğin şiddet yanlısı örgütü için
büyük bir orandır. Selefi ideoloji ile ilgili sorulacak bir soruda, bu sempati
veya destek daha fazla çıkabilecektir. 2015 yılında yapılan bir başka kamuoyu
yoklamasında ise, “IŞİD’e sempati duyuyor musunuz?” sorusuna, ankete
katılanların % 73’ü IŞİD’e karşı herhangi bir sempati beslemediğini, % 19’u
fikri bulunmadığını, % 8’i ise IŞİD’e karşı sempati beslediğini
belirtmiştir.[101]
Türkiye’de Emniyet İstihbarat Dairesi’nin
Türkiye Selefileri ile ilgili hazırladığı ve ilgili birimlere sunduğu gizli
rapordan 25-26 Nisan 2016 tarihinde basına yansıyanlar doğru ise, “Nisan 2011’den beri Irak ve Suriye’ye 2750
Türk Selefinin gidip geldiği, halen bölgede 1211 kişinin bulunduğu, bunlardan
749’unun IŞİD, 136’sının ise Nusret Cephesi’nde olduğu, bugüne kadar 457
Türk’ün bölgede öldüğü; “Radikal Selefî/Tekfirî ideolojiye müzahir (destekçi)
kitlenin 10 bin-20 bin civarında olduğu”, “Doğu ve Güneydoğu’dan gidenlerin İç
Anadolu’dan gidenlerin yarısı oranında olduğu belirtildi. Bu durumun, Doğu’daki
tarikat ve cemaat varlığının çok güçlü olmasından...”; “ ülkemiz açısından bir tehdit niteliği
taşıdığı”, ancak “Söz konusu grupların
kısa vadede kollektif bir şekilde hareket edememesi için bir avantaj teşkil
ettiği” sonucuna varılmaktadır.[102]
Yukarıda zikredilen verilerin
güvenilirliği tartışılabilir. Ancak Selefilik olgusundan çok şiddet yanlısı
Selefî bir örgüt olan IŞİD’e katılım ve ona karşı Türk toplumundaki algı
üzerinde durulduğu görülmektedir. Aslında Türkiye’de Selefiliğin tarifi,
doktrini ve toplumsal çevresi konusunda henüz yeterli araştırma
bulunmamaktadır. Ayrıca akademik çevrelerin bu konuda kafaları karmakarışıktır. Bir kısmı Selefiliği Ehl-i
Sünnet’in bir alt kolu olarak görürken bir kısmı Ehl-i Sünnet dışı görmektedir.
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi maddelerinde geçen kullanımlar ve Kelam
kitaplarındaki kullanımlar incelendiğinde Selefi, Selefiye, Selefilik ile
ilgili ne kadar büyük bir kavram karmaşası olduğu görülecektir. Özellikle Arap
ülkelerinde yüksek din eğitimi alanlar arasında Selefiliğe sempati ile
bakanları, Irak ve Suriye’den Türkiye’ye sığınanlar arasında Selefiliğin
propagandasını yapanların sayısı daha da artmaktadır. Ruşen Çakır’ın da belirttiği gibi, “… gerek
bayram kutlaması görüntülerinden, gerek internette ele aldıkları konular,
yaptıkları yorumlardan hareketle Türkiye’de yeni-selefiliğin belli bir
örgütlenme seviyesine gelmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu arada,
İstanbul’da farklı Selefi grupların da bulunduğunu, İstanbul dışında, özellikle
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı kentlerde yeni-Selefilik akımına ilginin
tırmandığını, kısacası Ömerli’de bu potansiyelin çok az bir kısmının ortaya
çıktığını vurgulayalım.”[103] Ancak bunların ötesinde Türkiye’de din eğitim ve
öğretimi yapan bazı kurumlarda modern dönemde Arap Selefilerin ürettiği
metinler okutulmaktadır. IŞİD’e sempatisi olmayanların Selefiliğe sempati
duyması söz konsudur. Selefilik ile mücadele, ülkemizde de güvenlik konseptinde
yürütülmektedir.
Yukarıda ılımlısından radikaline kadar zikredilen Zâhirî zihniyetin
temsilcileri olan Selefî çevrelerin eserleri, ses kayıtları ve görsel yayın
organlarında savundukları ortak fikirlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
Kur’an’da geçen haberi sıfatlar tevil
edilemez. Kuranı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadislerinde herhangi bir şekilde
mecaz yoktur. Mecaz olmadığı için tevil
yapılamaz. Türkiye’de yapılan çevirilerde Allah’a nibet edilen “el (yed)”, “yüz
(vech)”, “istivâ” ve benzeri nitelemeleri mecazi anlamda bir kullanım olarak
görülmüş ve ona göre çevrilmiştir. Selefiler, bu çevirileri yanlış bularak
Selefi Kur’an Meali veya başka adlarla üç ayrı Kur’an meali hazırlamışlardır.
Bu çeviride “el (yed)”, “yüz (vech)”, “istivâ” kelimeleri zahirî anlamıyla
kullanılmıştır. Bununla birlikte Hucurat Suresi 1. ayete mecaz anlamı vermişlerdir.[104] Allah’ın
dini, zâhirdir, batın (gizli) bir şey yoktur.
Hz. Peygamber ondan hiçbir şey gizlememiş ve kimseye batınî bir bilgi
bırakmamıştır. Onun een yakınları veya sahabeden hiç kimse böyle bir gizli
bilgiye sahip değildir. Türkiye Selefilerine göre, ameller imanın, hatta
Tevhid’in bir cüzüdür. İman salih amel ve taatleri işlemek ile artar; günah işlemekle ve amelleri terk etmekle azalır. İmanda
istisna olmaz. İnananlar imanda eşit değildir. İman ve İslam aynıdır ve
ameller, her ikisine dahildir. Rabıta ve tevessül şirktir veya en azından
tehlikelidir. Sufilerin, Allah’a aracılar koymaları (tevessül/vesile), Allah’ın dışındakilerden yardım dilemeleri,
kabirlerde namaz kılmaları, ölünün arkasından Kur’an okumaları, Allah’tan
başkasından şefaat dilemeleri şirktir. Ayrıca kabirleri ziyaret edip onlardan
yardım dilemek ve medet ummak (istiğase ve istiane) şirktir. Şeyhinin suretini
düşünerek veya resmini eline alarak Rabıta kurmak şirktir. Zühd ve takva,
sahihtir ve İslamîdir. Ama tarikatleşmiş yapılar, İslami değildir. Sufiler,
hurafe ve batıl şeylere inanmaktadırlar. Tarikat şeyhlerinin kabirlerine
ihtiram göstermek şirktir. Onların yıkılması gerekir. Sahabe, sonraki kuşak
(Tabiun) ve daha sonraki kuşak (Tebeittabiun), mübarek nesillerdir. Sahabe,
Tabiun ve Tebeittabiuna, yani Selef-i Salihin’e uymak gerekir. Bidat ehliyle
oturup kalkmak caiz değildir. Onların İslam anlayış ve yaşayışları dindir.
Sünnet dindir. Onların yaşayışında bulunmayan şeyler bidattir. Her bidat
sapıklıktır. Şiî-Rafıziler, Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı tekfir etmekle küfre
girmişlerdir. Dinde değişme ve ıslahat olmaz. Din ve Şeriat aynıdır. Allah’ın düşmanlarına dost olunmaz (teberri),
dostlarına düşman olunmaz (tevelli). Kafirlere ve müşriklere karşı cihad
farzdır. Allaha ve Resulüne ittiba
esastır. Mezhepleri taklid caiz değildir. Akıl yürütme, Felsefe ve Kelam İslam’da
sonradan ortaya çıkan bidatlerdir. Her bidat sapıklıktır. Dinde ve İtikadî
konularda akla yer yoktur. Kitap ve sünnette ne varsa ona inanılır. Akıl ile
konulan Tekvîn ve benzeri sıfatlar bidattir. Türkiye’deki İmam-Hatip ve
İlahiyat eğitimi yerine medrese eğitimi şarttır. Diyanet İşleri Başkanlığı,
Laik sistemin kurumudur. Demokrasi ve Laiklik bir tür dinsizliktir. Siyasî
partiler yoluyla siyaset yapmak ve oy kullanmak küfür ve şirktir. Hâkimiyetin
kayıtsız şartsız Allah’a ait olması, akide esasıdır. İslam’ın yönetim biçimi
Hilafettir. Onu kurmak için mücadele etmek her Müslüman üzerine farzdır.
Zâhirî/Selefi söylemi benimseyenler sadece yukarıda zikrettiklerimiz
değildir. Türkiye’de Selefîyye veya selef-i salih sloganıyla hareket eden veya
Sufilik ile Şiilik arasında gidip gelen
İrfancılar veya Selefilik ile Sufilik arasında gidip gelen başka çevreler de
vardır. Şekilsel dindarlığı kutsayan ve dinin dışa yansıyan yönünü öne çıkaran
kimse veya gruplar da Zâhirî eğilimin etkisinde kalmışlardır. Yukarıda
özetlediğimiz görüşlerden bir kısmı, burada analizine girmediğim Alparslan
Kuytul[105], Nureddin Yıldız[106], Yusuf Kaplan, Bedri Gencer, Ahmed Mahmud Ünlü, İhsan Şenocak[107], Ebu Bekir
Sifil ve onların etrafındaki oluşumlar tarafından da benimsenmiş görünmektedir.
Her ne kadar onlardan bir kısmı kendilerini Sufî meşreb görseler de, farklı
düzeyde Selefî veya Zâhirî zihniyetin etkisi altındadırlar. Hatta bazıları,
Selefilik ve Sufilik arasında gidip gelmektedir. Şöyle ki, bir kısmının Zâhid
Kevserî’nin takipçileri olması veya diğer bir kısmının İrfanî söylem ile
müritlik düzeyinde bir ilişkileri olmasından dolayı, bir taraftan ölünün
arkasında Kur’an okunmasını, rabıta, himmet, imtidad ve tevessül gibi konuları
savunarak, batın fıkhı-zahir fıkhından bahsederek, tasavvufun kaynağını Hz.
Peygambere dayandırarak Sufiliğin (Kadimci Hanefik) yanında yer
alırlarken[108], diğer taraftan ilk üç nesli kutsama, Kütüb-i Sitte
müelliflerini tebri etme, laiklik, demokrasi, dini düşüncede yenilenme,
akılcılık/reycilik kelam, felsefe, İlahiyat, kadına bakış, din-şeriat ilişkisi,
din-siyaset ilişkisi gibi konulardaki görüşleriyle[109] Zâhirî-Selefî söylemden yana tercih
yapmaktadırlar. Bu çevrelerin bir kısmı,
Türkiye’deki Ehl-i Sünnet’in sembolik olarak bir değer ifade etmesi, Selefî ve
Vehhabî aidiyetinin olumsuz çağrışımları dolayısıyla Selefîlikle ilişkilerini veya Selefi
olduklarını açıkça söylemekten çekinmektedirler. Hatta pek çoğu bu aidiyeti
konuşma kayıtlarında reddetmektedir. Ancak demokrasi, laiklik, cumhuriyet,
tasavvuf, kelam, felsefe, akıl, musiki, hadis ve gelenek, metincilik,
din-siyaset, din-şeriat, amel-iman ilişkisi konularında batınî söylemden çok Selefî söylemi benimsedikleri
görülmektedir. Özellikle sufî meşreb olanlar üzerinde zâhirî medrese
geleneğinin tekke geleneğine galip geldiği söylenebilir.
SONUÇ
Tasavvufî düşünce, tarihsel süreçte içinde
bulunduğu kültür, dini ve toplumsal yapıların etkisinde kalarak kendi içinde
tarikatlar şeklinde bir kurumsallaşmaya gitmiştir. Bu farklılaşmaya binaen pek
çok araştırmacı İslam’da Tasavvufi düşüncenin tarikatlar öncesi dönemine zühd
ve takva hareketi olarak bakmış ve tarikat örgütlenmesiyle dinî cemaatleşmeyi
tasavvuftan ayırmayı tercih etmişlerdir. Özellikle günümüzde bu iki yapının
insanların ahlakî gelişimine, toplumda hoş görünün yerleşmesi, birlik ve dayanışmanın
güçlenmesi, birlikte yaşama kültürünün desteklenmesi, farklılıkların zenginlik
olarak görülmesi gibi özellikler sahip tasavvufu, temsil edemedikleri
görülmektedir. Hatta günümüzde dinî cemaatleşmelerin ve tarikat örgütlenmelerinin
tasavvufî çerçeveyi zorladığını, insanların vicdanlarında meşruiyetlerini
kaybederek ticarî ortaklıklara dönüştüğü noktasında ciddi eleştiriler
yapılmaktadır.[110]
Türkiye, İslam dünyasında giderek
şiddetlenen Şiî-Selefî çekişmesinden etkilenmekte ve iki taraftan birisinde yar
almaya zorlanmaktadır. Hatta Şiî-Selefî kutuplaşması Türkiye’de kendini Ehl-i Sünnet olarak tanımlayan ve üçüncü bir
seçenek olmaya namzet reyci ve akılcı damarı tehdit etmeye başlamıştır. Şöyle ki gerek İrfanî gerek
Zâhirî söylemin önemli ölçüde temsil edildiği Sünnî blokta Ehl-i Sünnet’in
neliği ve kurucu ilkeleri konusunda ilginç tartışmalar yaşanmaktadır. Bir
tarafta Ehl-i Sünnet’in kurucu ilkesinin irfan olduğunu diğer tarafta beyan
olduğunu savunan iki kesimin ilginç bir tartışmasına şahit olmaktayız. “Sünnet
dindir” diyenler Zâhirî din söylemine, yani Selefiliğe yaklaşırken İrfanı öne
çıkaranlar söylem olarak Şiî irfancılığa kaymaya başlamıştır. Ancak bu
kutuplaşmanın içinde yer alanlar henüz bunun farkında değillerdir. Bazı
kesimler, tartışmayı Katı Muhafazakatlık-Katı Laiklikçilik kutuplaşmasına
çekmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de medrese adı altında alternatif ilahiyat eğitimleri veren
kurumların oluşmaya başlaması yukarıda izah edilmeye çalışılan bir sürecin
sonucudur. Başka bir deyişle Sünnî İrfancılık ile Zâhirî söylemi yakınlaştırma
çabası olan Nizamiye mantığına dönüştür. Şiî-Sünnî kutuplaşması Türkiye’de
özellikle Şafiî-Eş’arî çevrelerde daha büyük bir yarılma meydana getirmiştir.
Türkiye’de Siyasal İslamcılığın ve Selefî propagandanın etkisinde kalan
gençler, radikalleştirmeye
başlamıştır. Suriye’deki radikal
akımlara sempati ile bakan ve IŞİD’e taraf olan gençlerin sayısı her geçen gün
artmaktadır.
Türkiye’de Sufi-Batınî cemaatler ve Selefî
hareketler, Ehl-i Sünnet üzerinde
tahakküm kurmaya çalışmaktadırlar. Zâhiriler ve Bâtıniler, Ehl-i Sünnet adını
kullanarak kelamın, özgür düşüncenin, aklın ve felsefenin devre dışı
bırakılmasını propaganda etmektedirler. Halidilerin bir kısmı, Şiî-Selefî
çekişmesinde Selefî siyasal İslam’a yakınlaşırken bir kısmı sözde Sufî, fakat
hal, turum ve davranışlarında, özellikle tekfir konusunda Selefî gibi
davranmaktadırlar. Bu kimseler, görsel medya ve sosyal medya yoluyla, ilim
adamlarına ve farklı fikir sahibi İlahiyatçılara cevap vermek ve onlara ayar
vermekle meşguller. Siyaset ve ticaret ile o kadar içli dışlılar ki, Türkiye’de
72 milleti bir gören, “yaratılanı yaratandan dolayı hoş gören”, hayır ve
hasenatta yarışan özgün bir Sufî tecrübeyi yaşamak zorlaşmıştır. Geçmişte
insanlar fıkhın katı kurallarından veya mezhepçilikten kurtulmak için Sufî
yapılara yöneliyorlardı. Şimdi bu Sufî yapıların bir kısmı, Selefiliğe karşı
durabilmek için güçlü mezhepçi eğilimlere kaynaklık ediyorlar. Selefi-Sufi
kutuplaşması Sufiliği dışlayıcı ve tekfir edici bir çizgiye kaymasına sebep
olmuştur. Türkiye dışında Şii-Selefi kutuplaşmasında her iki tarafın birbirine
karşı nefret ve kin söylemi ülkemizde Sufî-Selefî kutuplaşma arasında cereyan
etmektedir. Siyasî iktidar, toplumdaki bu kutuplaşmanın kısmen farkındadır.
Bâtınî Gülen hareketinin şiddet yanlısı bir terör hareketine evrilmesi
dolayısıyla, diğer batınî/irfanî cemaatlere karşı, toplumda irfancılığa bundan
sonra şüphe ile yaklaşacaktır. Her ne kadar Selefilik ve Sufilik birbirinin
panzehiri gibi görünse de, her iki eğilim akıl düşmanlığında birleşmektedir.
Cumhuriyet döneminde İslam düşüncesinde sorun çözme yollarından birisi olan
aklî ve reyci damarın daha güçlenmesi beklenirken, maalesef, bu iki kesimin
saldırılarıyla gittikçe zayıflamıştır. Bugün üç tarz dindarlık ve zihniyet
birbiriyle çatışma halindedir: Bâtınilik (Şiî ve Sünnî İrfancılık), Arap
dindarlığı (Selefilik) ve Türk Dindarlığı (Hanefi-Maturidilik). Artık Türkiye,
dini sorunları çözerken üç tarzı
dindarlıktan hangisini seçeceğine karar verme konusunda yol ayrımına gelmiştir.
Köklü bir İslam
tecrübesine ve güçlü bir akılcı-reyci düşünce geleneğine sahip olan Türk
toplumunun, son zamanlarda akıl aleyhtarlığı, mezhepçilik, şiddet yanlılığı,
kin ve nefret söylemi, tekfircilik ve Kur’an aleyhtarlığı ile başı beladadır.
İçine düştüğümüz bu dini düşüncedeki bunalımdan ve sebep olduğu sorunlardan,
mehdiler beklemekle değil ancak akılcı damarı tekrar güçlendirmek ve akla itibarını
iade etmek suretiyle kurtulabiliriz. Bu
çerçevede İslam’ı yeniden okumak ve din anlayışımızı, dindarlığımızı sorgulamak
durumundayız. Sahip olduğumuz geleneğin adı, akla, cüz-i irade ve milli iradeye
önem veren Hanefî-Maturidî düşünce geleneğidir. Bu gelenekten yararlanılacaksa,
İmam Ebû Hanife ve İmam Mâturîdî gibi alimlerin kendi dönemleri için ortaya
koydukları fikirleri aynen bugüne taşımak yerine sorunları nasıl ve hangi
yöntemle çözdüklerine[111] yoğunlaşılmalıdır. Böylece reyci/akılcı din anlayışı,
bireylerin aklını ve zihnini özgürleştirecek, hukukun üstünlüğünü güvence
altına alacak, insanî olan ile İslamî olanı uzlaştıracak ve milli iradeyi hakim
kılarak demokrasiyi güçlendirecektir. Aksi takdirde toplum Şiî-Selefî mezhep
çatışması veya Batınî-Zahirî zihniyet kutuplaşması zeminine daha fazla
kayacaktır. Türkiye, sahip olduğu akılcı gelenek ile toplumsal, dinî ve ahlakî
değerleri güncelleyerek tarihte olduğu gibi bugün de Müslümanlar ve insanlığa
umut olacak yeni bir İslam Medeniyetinin inşası için elinden geleni yapmalıdır.
Bunun için dinî ve felsefi alanda toplumsal bir aydınlanmaya ihtiyaç olduğu
unutulmamalıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.