İslam Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr.
Mehmet Görmez Taha Akyol’un sorularını cevapladı.
Hocam, bir koronavirüs afetini
yaşıyoruz. Orta Çağ Hıristiyanları bu tür afetleri Tanrı’nın gazabı saydılar.
Bu anlayış Müslümanlarda da var. Doğrusu nedir?
Büyük salgın ve deprem gibi afetlerin anlaşılması
ve yorumlanması hem dinlerin tarihinde hem felsefe tarihinde pek çok krize yol
açmıştır. Denilebilir ki Batı düşüncesindeki büyük kırılma böyle bir afet
sonrası tartışmalara dayanır. 1755 Lizbon depremi fizikalist maddeci bakış
açısı ile teolojik manevi bakış açısını karşı karşıya getirmiş,
din-bilim-felsefe çatışmasının fitilini ateşlemiştir. Oysa fizikalist gözlükle
varlığa ve kâinata bakan, her şeyin sebebini sadece mekanik bir nedensellikte
arayan düşüncence ne kadar sığ, yanlış ve eksik ise her afeti sadece ilahî
ceza ve azap olarak gören teolojik anlayış da o kadar sığ, yanlış ve eksiktir.
Zira bu tür afetleri bilim açıklar,
felsefe akıl süzgecinden geçirerek düşündürür, din ise anlamlandırır. Ancak
dinin verdiği anlam, -İslam söz konusu olduğunda- bilimin açıklamasını ve
felsefenin düşüncesini göz ardı etmez. Zira bilim Rabbimizin kâinata yerleştirdiği
ayetlerin tefsiri; akıl ve düşünce de onun insana en büyük ihsanıdır. Bilim
bize koronavirüsü izah eder; nasıl mutasyona uğradığını, epidemiden pandemiye
nasıl dönüştüğünü ve dünyaya nasıl yayıldığını açıklar, fakat anlamlandıramaz.
Hikmetini izah edemez. Bundan ne tür dersler çıkarmamız gerektiğini bilemez.
Manevi, metafizik boyutunu göremez. Anlamlandırmayı din yapar. Fakat eksik bir
ilim ve eksik bir âlem tasavvuruna sahip, tenzil ile tekvini ayıran,
sünnetullahı bilmeyen sözde din bilgini de doğru anlamlandıramaz.
Kur’an bu tür musibetleri sadece bir ceza
ve azap olarak değil, bir ayet ve bir ibret olarak değerlendirir. Bu tür
musibetler birer ilahî âdet değil, birer ilahî ayettir. Ayetin sözlük
manası işarettir. İşaretler yani ayetler, ibareler üzerinden değil, ibretler
üzerinden okunur. Bu açıdan Kur’an’da ‘ibret’ sadece bir kelime değil, bir
anlama yöntemidir. İbret, mana-yı harfî değildir. Hâdiselerin sebep ve
sonuçları üzerinde basiretle durmaktır, derin düşünmektir, onlardan dersler
çıkarmaktır.
ÜÇ HATADAN SAKINMAK
Bu tür hâdiseleri doğru anlamak
için şu üç hatayı yapmamak gerekir:
Birincisi bu tür musibetleri belli bir
kişiye, belli bir olaya, belli bir topluma ve belli bir günaha bağlamak. Zira
bu tür afetlerde sadece âsiler değil, veliler, masum insanlar ve çocuklar da
ölür. Hz. Ömer dönemindeki Amvas Vebasında pek çok sahabi hayatını
kaybetmiştir.
İkincisi bu tür büyük salgınları insanın
yapıp ettiklerinden, insanın tabiatla ilişkisindeki hatalardan ayrı düşünmek.
Nitekim, “Denizde ve karada bozgunluk, insanların elleriyle yapıp
ettiklerindendir.” (30/Rûm, 41)
Üçüncüsü bu tür hâdiseleri Allah’ı,
Yaratıcı Kudret’i yok sayarak değerlendirmek. O nedenle bu tür hâdiseler
karşısında ileride aklımızı mahcup edecek açıklamalar yapmaktan kaçınmak
gerekir.
ÇOCUKLARIN ÖLÜMÜ
Çocukları ve masum insanları da
öldüren tabii afetleri ‘ceza’ olarak niteleyen anlayış, Allah’ın ‘âdil’
sıfatına da aykırı değil mi?
Sadece ‘ceza’ olarak nitelendirirsek hem
âdil sıfatına hem de rahmân ve rahîm sıfatına aykırı olur. Yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi bunu doğru anlamak için dini bir bütün olarak anlamak gerekir.
Hayatın dünyadan ibaret olduğuna inanan,
varlığı maddeye insanı bedene indirgeyen, varlığın aşkın, metafizik, manevi
boyutlarını ihmal eden, parçalı bir âlem ve eksik bir ilim tasavvuru ile
hareket eden kimselerin, bu tür afetleri anlaması ve anlamlandırması zordur.
Hatta varoluşun gayesi, yaratılışın hikmeti anlaşılmadan, doğru bir âlem
tasavvuru oluşmadan, ahiret inancı olmadan dünyada şer, kötülük, acı, elem,
üzüntünün varlığı izah edilemez.
Afetleri ayet olarak anladığımızda bu tür
hastalıkların da bir anlamı, bir gayesi, bir hikmeti ve bir felsefesi vardır.
Hatta azap olarak değil rahmet olarak değerlendirmek de mümkündür.
“Hoşlanmadığınız nice şeyler var ki onda hayır vardır. Hoşlandığınız nice
şeyler var ki onda kötülük vardır.” (2/Bakara, 216) Hiç kimsenin rahmân ve
rahîm olan Rabbimizi gökten kullarına öfke saçan, azap yağdıran bir ilah
olarak göstermeye hakkı yoktur.
Afetler aslında insanın yaratılış gayesine
hizmet ederler. Bu açıdan baktığımızda afetler, yaratılışımızın hikmetini bize
hatırlatan birer ilahî ikazdır. Afetler, aslında sadece birer ilahî ikaz da
değildir. Bazı kulları için rahmettir. Bazı kullarının günahlarına kefarettir.
Bazı kullarının ise derecelerini yükseltmek içindir. Bazen afetler, masumları
daha büyük musibetlerden korumak içindir.
HAYIR VE ŞER
Buradan dev bir kelam-teoloji
problemine geliyoruz. Sizin de eserlerinizde çok işlediğiniz mesele: ‘Hayır ve
şer Allah’tan’ kuralını nasıl anlayacağız?
Burada üç şeyi ayırt etmek lazım.
Ontolojik kötülüğü, ahlaki kötülüğü, ve insana verilen kötülük potansiyelini
birbirinden ayırmalıyız.
Ontolojik kötülük konusunda ben İmam
Mâturidî gibi düşünüyorum. Yani varlık âleminde mutlak kötülük yoktur. Kötülük
bizatihi bir varlık değildir. Ve hiçbir kötülük doğrudan Allah’a isnat
edilemez.
Ahlaki kötülükte ise tek sorumlu insandır.
Nitekim Kur’an’da “Başına gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise
nefsindendir.” buyurulur. (4/Nisâ, 79)
İnsana verilen kötülük potansiyeli ise
yaratılış ve varoluş hikmetinin bir gereğidir. Nasıl ki karanlık olmadan
aydınlığı anlayamayız. Batıl olmadan hakikati tanıyamayız. Zulüm olmadan
adaleti fark edemeyiz. Kötülük olmadan iyiliği idrak edemeyiz. Ancak hiçbir zulmün
sebebini, batılın nedenini ve hiçbir kötülüğün varlığını Allah’a isnat
edemeyiz. Eğer yeryüzünde kötülük olmazsa yaratılışın gayesi kaybolur. Dünyada
hiç kötülük olmasaydı insana irade ve özgürlük verilmezdi. İnsan iyi olmakla
kötü olmak arasında hatta mümin olmakla kafir olmak arasında özgür
bırakılmazdı. Allah, iyiliği, adaleti, merhameti yeryüzüne egemen kılmayı;
kötülüğü, zulmü, acımasızlığı ortadan kaldırmayı insanın varoluş gayesi olarak
zikreder. Hal böyleyken bizim Allah’a dönüp sen niye kötülüğü yarattın, niçin
kötülüğü önlemiyorsun, deme hakkımız olur mu? İnsan, fıtratıyla, vicdanıyla,
aklıyla kendisine gönderilen peygamber ve kitapla bütün kötülüklerin üstesinden
gelerek iyiliği egemen kılmakla mükelleftir.
USUL/METOT NİYE ÖNEMLİ?
Sizin bütün eserleriniz “metot” ya
da “usul” üzerine... Niye önemli?
Her türlü bilginin metaa dönüştüğü,
dinî bilginin bütünlüğünü kaybedip parçalandığı çağımızda artık en büyük sorun
bilgisizlik anlamında cehalet değil, usûlsüzlüktür. Bilgi kıtlığı değil, usûl
yokluğudur. Bilgi kaosu ve yorum anarşisinin dinin sade ve berrak hakikatlerini
gölgelediği zamanımızda en büyük kötülük, ilke, kural ve kaide tanımadan dini
yorumlamaktır. Usûl ve metot üzerinde durmamızın bir sebebi budur. Usûl
üzerinde durmamızın bir diğer sebebi ise dinin asıllar ve deliller sistemini
kaybetmeden anlama çabasıdır. Zira bir dinin başına gelebilecek en büyük
musibet, asırlar içinde istikrar bulan kaynak bütünlüğünü, asıllar ve
deliller sistemini ve değerler hiyerarşisini kaybetmesidir. Bütün bunlar dini
doğru anlamak ve uygulamak için bir usûle ne denli ihtiyaç duyduğumuzu
gösteriyor.
İslam düşüncesinde usûl sadece bazı fakih
ve kelamcıların usulü’d-din ve usul-i fıkh adı altında yazdığı eserler ve bu
eserlerde ortaya koydukları ilke ve prensiplerden ibaret değil. En geniş
anlamda, insan, dünya, akıl, hukuk, bilim, kültür ve sanat gibi varlık
alanlarının din ile ilişkisini kurgulayan, belirleyen yöntem usûldür. Usûl
aynı zamanda din ile kültürü, adet ile ibadeti, evrensel olan ile kültürel
olanı, sabit olan ile değişken olanı birbirinden ayırarak dinin rahmetini bütün
zamanlara ve mekânlara doğru taşımanın, doğru anlamanın, doğru anlatmanın
adıdır. Usûlün gökten inmediği muhakkaktır ama ümmetin kök ile gök arasında
kurduğu bütün ilişkiler usûlde mevcuttur. Usûl, tenzil ve tevili birbirinden
ayırmamak, tevili tenzil mertebesine çıkarmamak ve tevilden dolayı hiçbir
Müslümanı tekfir etmemek için de daima gerekli bir okumadır.
Bütün bu sebeplerle biz de hem
çalışmalarımızda hem de Enstitümüzde usûl ve metoda öncelik tanıdık.
KUR’AN ‘KANUN’ MU?
Konuşma ve kitaplarınızda “Dini
metinleri birer kanun metni gibi algılayan anlayışını” radikal selefileri
eleştiriyorsunuz. Kur’an niye “kanun metni” gibi algılanmamalı?
Kur’an gökten üzerimize yağan bir kitap
değildir. Bir beşer Peygamber vasıtasıyla sünnet adını verdiğimiz yaşanmış bir
hayata dönüşmüştür. Ve o 23 yıllık hayatın bütün iniş çıkışları dikkate
alınmıştır. Kur’an varlık âleminin bir tercümesidir. Bu açıdan Kur’an’da tarih
vardır, kıssalar vardır, varlık vardır, tabiat vardır, kozmoloji vardır, insan
vardır, toplum vardır, ahlak vardır, itikat vardır, ibadet vardır. Onun için
Kur’an’ın her ifadesi ayet adını almıştır. Ayet, kanun değildir. Fakat ayet
bütün kanunlara rehberdir. Kanun, ayeti ayet olmaktan çıkarır. Bu, Kur’an’da
hüküm bildiren ayetlerin olmadığı manasına gelmez.
Bir metni kanunlaştırmak sadece bir
yorumdur ve beşerî zihinsel bir formülasyondur. Ayet, doğrudan zihinsel bir
formülasyona dönüştürülemez. Nitekim Tevrat’ın tahrifi rabbilerin kanunlarına
dönüştürülerek gerçekleşmiştir. Kur’an sadece kanun gibi algılanırsa, hakka,
hakikate, ahlaka, adalete, merhamete ve bütün kanunlara rehberlik etmekten
uzaklaşır. Ve herkes kendi düşünce ve yorumlarını Kur’an’a söyletmeye kalkışır.
Kur’an, hidayet rehberidir. Kur’an’ı bir kanun metnine dönüştürdüğünüzde
hidayet rehberi olmaktan çıkarır ve evrenselliğini zedelemiş olursunuz. Elbette
Kur’an’ın kendisinin evrensel, külli kanunları vardır. Ve her ayet o külli
kanunlar çerçevesinde anlaşılmak durumundadır.
İNSAN PEYGAMBER
Yeni Çıkan ‘Sünnet ve Hadisi Anlama
Kılavuzu’ adlı kitabınızda diyorsunuz ki: “Allah Resulü’nün beşer olarak
yaptıkları ile peygamber olarak yaptıklarını birbirinden tefrik etmek suretiyle
sünnet anlaşılmalıdır.” Birkaç örnekle açar mısınız?
Örnek vermeden önce şunu ifade etmek
isterim. Sünnet ve hadisi bugün anlamlandırıp yorumlarken risalet-i
Muhammediyye’nin iki büyük özelliği olan bütün âlemlere gönderildiği
evrensellik gerçeği ile bütün zamanlara hitap ettiği ebedîlik hakikatini daima
göz önünde bulundurmalıyız. Sünneti doğru anlamak ve anlamlandırmak için bütün
usûlcülerin yaptığı gibi Allah Resulü’nün beşer olarak yaptıkları ile
peygamber olarak yaptıklarını birbirinden tefrik etmek gerekir. Ona benzemekle
(teşebbüh) onu örnek almayı (teessi) birbirinden ayırmak gerekir. Zira hiçbir
peygamber kendi kavminin kültürünü evrensel bir din kuralına dönüştürmemiştir.
Bir dine girebilecek en büyük bidat, peygamberin gönderildiği kavmin örfünü,
âdetini, geleneğini, kültürünü din hâline getirmektir. Binaenaleyh sünneti
doğru anlamak için âdet ile ibadeti, yerel olan ile evrensel olanı, dinî
olanla kültürel olanı birbirinden ayırmak gerekir.
Nitekim bu hususta böyle bir ayırımı,
bizzat Hz. Peygamber’in kendisi yapmıştır. Sayısız pek çok hâdisede sahabe “Ya
Resulallah! Bu vahiy mi, yoksa senin görüşün mü?” diye sormaktan çekinmemiş ve
Allah Resulü’nün hilafına da olsa fikrini beyan etmekten, hatta kendi fikrini
tercih etmekten kaçınmamıştır. Daha da önemlisi Hz. Peygamber de sahabenin bu
sorgulamalarını hiçbir zaman sünnete karşı bir tavır olarak addetmemiştir.
‘VAHİY DEĞİL GÖRÜŞ’
Mesela Bedir Savaşı öncesinde Hz.
Peygamber orduyu bir yerde konaklattığı sırada genç sahabi Hubâb b. Munzir “Ey
Allah’ın Resulü! Burası Allah’ın seni konumlandırdığı bir yer midir? Eğer
öyleyse biz onu çiğnemeyiz. Yoksa bu, kendi görüşün müdür?” diye soruyor. Allah
Resulü’nün “Bu, kendi gürüşümdür.” cevabı üzerine Hubâb, daha stratejik
bir konaklama yeri öneriyor. Hubâb’ın önerisini beğenen Allah Resulü Hubâb’ın
dediği yerde orduyu konaklatıyor.
Yine Mesela Hendek Savaşı’nda Resulullah,
Gatafan kabilesiyle o yılki Medine hurma hasılatının üçte biri karşılığında
Medine’yi kuşatan müşrik koalisyondan çekilmesi için antlaşma yapma konusunu
istişare ettiği iki Sa’d (Sa’d b. Mu’âz ve Sa’d b. Ubâde) “Ey Allah’ın
Resulü! Bu, bizim için yaptığın bir şey midir? Yoksa Allah’ın sana emrettiği
bir şey midir?” diye soruyorlar. Nitekim istişare sonucu Allah Resulü,
sahabenin görüşleri doğrultusunda Gatafan kabilesiyle antlaşma yapmaktan
vazgeçiyor.
Bir misal de hanım sahabilerden verelim.
Eşinden boşanmak isteyen Berîre’yi kocasının talebi üzerine yanına çağıran Hz.
Peygamber “O senin hem kocan hem de çocuğunun babası, ne var ona geri dönsen?”
diyerek onu kocasına dönmeye teşvik ediyor. Berîre’nin “Ey Allah’ın Resulü!
Allah’ın Elçisi olarak emir mi buyuruyorsun?” sorusuna Hz. Peygamber “Ben
yalnızca aracılık yapıyorum.” diye cevap verince Berîre “Ona ihtiyacım yok!”
diyerek kocasından ayrılıyor.
KİMDİR?
İslam Düşünce Enstitüsü Başkanı Mehmet
Görmez, 2010-2017 arasında Diyanet İşleri Başkanı oldu. İlmi eserleri
usûl/metod konusundadır. Otto Yayınevinden çıkan kitapları: Sünnet ve Hadisin
Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu: Görmez’in en önemli eseri.
Metod meselesinin önemini anlatıyor. Hadis İlminin Temel Meseleleri: Sünnet ve
hadisin doğru anlaşılması için gereken usul/metod araştırması. Gazali’de
Sünnet, Hadis ve Yorum: Gazali’nin sünnet ve hadis konularına bakışını
araştırıyor. Sünnet ve Hadisi Anlama Kılavuzu: Yeni çıkan kitabı. Türkiye’de ve
İslam dünyasında ifrat ve tefrit noktalarında seyreden sünnet ve hadis
tartışmalarının doğru ve mutedil bir zemine taşınmasına katkı sunmayı
amaçlamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.