Din alanında belki sadece “kelime-i
tevhid” ile “kelime-i şehadet”in düz anlamlarında ittifak, bunun haricindeki
diğer bütün esaslı konuların kahir ekseriyetinde ihtilaf içindeyiz.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de durum
aşağı yukarı bu minvaldeyken, pek çoğumuz dinî alanda kesin doğru olarak
bildiği şeyleri birer mutlak hakikat gibi dayatmak adına kimi zaman tekfir
kipli sözcükleri ok gibi cümlelerin ucuna takıp olanca hınçla sağa sola
fırlatmaktan da ictinap etmemekteyiz. Oysa bugün mutlak hakikat olarak bilip
ölesiye savunduğumuz birçok dinî görüş ve anlayış, on beş asırlık tarihsel
tecrübe içerisinde ortaya çıkmış ve kendisine siyaset, devlet ve halk katından
taraftar bulduğu için bugüne kadar varlığını korumuş birer yorumdan ibarettir.
Bu gerçeğe dair farkındalık oluşturacağı ve belki bundan böyle “tarihsel
yorumlar” uğruna birbirimizi daha az hırpalamaya vesile olacağı ümidiyle
itikadi alana dair birtakım temel kabullerle ilgili tikel örnekler vermenin
faydalı olacağı kanaatindeyiz.
İslam tarihindeki ilk ve en önemli
meselelerden biri olarak kabul edilen ve çok boyutlu etkileri günümüze kadar da
süren mürtekib-i kebîre (büyük günah işleyen kimse) problemini ele alalım ve
uzak geçmişte kim ne demiş bakalım: Mürtekib-i
kebîre tövbe etmediği takdirde dünyada ve ahirette kâfir olarak muamele görür
(Hâricî yorum). Mürtekib-i kebîre günahlarından dolayı zarar görmez ve ahirette
cehenneme girmez (Mürcî yorum). Mürtekib-i kebîre imandan çıkar; fakat küfre
girmeyip iman ile küfür arasında bir yerde (el-menzile beyne’l-menzileteyn)
bulunur (Mu’tezilî yorum). Büyük günah, insanı isyan ve fıska sevk etse dahi bu
durumdaki bir mümini mutlak manada fasık ve facir olarak nitelemek mümkün
değildir (Sünnî yorum). Amel imandan bir cüzdür (Hâricî, Mu’tezilî ve Şiî yorum).
İmanın mahiyeti Allah’ın varlığını, birliğini ve Hz. Muhammed aracılığıyla
gönderdiği vahiyleri kalben tasdik etmekten ibarettir. Dolayısıyla amel imanın
bir cüz’ü değildir (Sünnî yorum).
Allah kendi zatından bağımsız olarak
sübûtî nitelikli kadim sıfatlara sahip değildir (Mu’tezilî ve Şiî yorum). Allah
zat itibariyle kemal vasfı taşıyan kadim sıfatlara sahiptir (Sünnî yorum).
Allah dünyada görülemediği gibi ahirette de görüleyecektir (Mu’tezilî yorum).
Allah ahirette müminler tarafından görülecektir (Sünnî ve Selefî yorum).
Allah’ın arşa istivası, göklerin üstünde bulunan ve melekler tarafından taşınan
arşa oturması manasına gelir (Kerrâmî, Haşvî-Hanbelî yorum). İstiva, keyfiyeti
insan tarafından bilinemeyen bir ilâhî sıfattır (Selefî yorum). İstiva, ilâhî
kudret ve iradenin bütün kâinat üzerinde sürekli olarak geçerli olduğuna ve tüm
varlıkları hâkimiyeti altında bulundurduğuna işaret eden bir sıfattır
(Mu’tezilî, Şiî, Mâtüridî, Eş’arî yorum).
Bütün bu örnekler, “Biz fırka-i nâciyeyi
temsil eden Ehl-i Sünnet mezhebine mensubuz; Mu’tezile ve Şia gibi ehl-i bidat
fırkalarını zaten hükümsüz saymaktayız” şeklindeki bir gerekçeyle kâle
alınmayabilir. Bu durumda, Ehl-i Sünnet’in iki büyük kolunu temsil eden
Mâtüridîlik ile Eş’arîlik arasındaki görüş ve yorum farklarına dair şu birkaç
örneği idraklere sunmak faydalı olabilir. (1) Matüridî: İman ne artar ne de
eksilir. Eş’arî: İman artar ve eksilir. (2) Matüridî: Peygamberlikte erkeklik
şarttır. Eş’arî:
Peygamberlikte erkeklik şart değildir. (3)
Maturidî: Ye’s halindeki tövbe makbuldür; fakat bu durumdaki iman muteber
değildir. Eş’arî: Ye’s halindeki tövbe de iman da makbul değildir. (4)
Matüridî: Allah’ın var ve bir olduğunu aklen bilmek farzdır. Eş’arî: Allah’ın
var ve bir olduğunu aklen bilmek farz değildir. (5) Mâtüridî: Akıl bazı
şeylerin güzel ve çirkin (hüsün ve kubuh) olduğunu bilebilir. Eş’arî: Akıl hiç
bir şeyin güzel ve çirkin olduğunu bilemez. (6) Mâtürîdî: Allah çirkin bir şey
yapmaz. Mesela, Allah mü’mini ebedi olarak cehennemde yakmaz, kâfiri de cennetlik
kılmaz. Eş’ârî: Allah’ın fiillerinde çirkinlik diye bir şey söz konusu olamaz.
Allah bir peygamberi ebedi olarak cehennemde yaksa ve bir kâfiri cennetlik
kılsa dahi çirkin bir iş yapmış olmaz. (7) Mâtürîdî: Kader eşyanın ezeldeki
takdiri, kaza bu kadere göre eşyanın meydana gelmesidir. Eş’ârî: Kaza
takdirdir, takdirin meydana çıkması ise kaderdir.
Görüldüğü gibi iki büyük Sünnî-itikâdî
mezhep de kendi aralarında birçok konuyla ilgili olarak ihtilaf etmişlerdir.
Üstelik burada söz konusu olan ihtilafların pek çoğu inanç alanıyla ilgilidir.
Tam bu noktada şunu sormak gerekir: Bu kadar farklı görüş ve iddia sahibi
mezhepler arasında hakikati kim veya hangi mezhep temsil etmektedir? Hakikat
denen şey kime ve neye göre belirlenmektedir? Herhangi bir mezhebin tek başına
temellük ve temsil ettiği şeyler hakikatle özdeş midir? Yoksa her mezhep
aslında birer farklı görüş ve yorumdan mı ibarettir? Kendisini itikâdî alanda
Sünnî-Mâtüridî olarak tanımlayan bir müslüman Sünnî-Eş’arî mezhebine mensup bir
müslümanın doğru addettiği görüş ve yorumları bâtıl sayma yetkisine sahip
midir? Hâsıl-ı kelam, inanç alanıyla ilgili hemen her kesin kabulümüz dahi
birer mezhepsel görüş ve yorumdan ibaret olduğuna göre bizden farklı görüşlere
sahip başka müslümanları bidat ve dalâlet ehlinden saymanın âlemi nedir? İmam
eş-Şâfiî’ye nispet edilen, “Benim görüşüm yanlış olması muhtemel doğrudur;
muhalifimin görüşü ise doğru olması muhtemel yanlıştır” şeklindeki geniş açılı
anlayışı benimseyebilmek için daha ne kadar beklememiz gerekir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.