Ortak tarihin beraberlik
millet/ulus şuuru yarattığı söylenir. Bizde tarih kavga konusu. Niye böyle?
Çünkü aslında ortak, durağan, objektif
veya herkesin üzerinde uzlaştığı “ortak tarihin beraberlik millet/ulus olma
şuuru yarattığı” tarih diye bir durum yok. Tarih daha çok siyasal iktidarları
meşrulaştırmaya yönelik bir geçmiş inşası, hatta icadı üzerine kurulu bir
“siyasi tarih” ve “ders” olarak karşımıza çıkıyor. Her dönemin farklı
kahramanları ve hainleri oluyor. Mesela daha 20 yıl öncesine kadar Vahdettin
hain, Mustafa Kemal Atatürk neredeyse en önemli tarihsel kişilik ve kahraman
olarak yazılırken, AK Parti iktidarıyla bu değişmeye başladı. Önce Saidi Nursi,
II. Abdülhamid ile birlikte çok önemli bir tarihsel kişilik olarak öne
çıkarılırken, şimdilerde Saidi Nursi bir kenara itildi, yalnızca II.
Abdülhamid, en az Atatürk kadar, hatta ondan da fazla öne çıkarılan tarihsel
bir kahraman haline getirildi, öne çıkarıldı. Vahdettin ise artık bir “hain”
olarak anılmıyor. Tarih, özellikle okullarda okutulan tarih, resmî ideolojinin
en önemli ayağını oluşturuyor. Bu nedenle de ezber üzerine kuruluyor.
Öğrencilerin ezberlemesi istenen önemli zaferler, önemsemesi istenen kişi,
dönem ve olaylardan oluşan bir liste ders haline geliyor.
İKTİDAR DEĞİŞTİKÇE
İktidarlar değiştikçe önem verilen tarihi
kişiler, karakterler, dönemler ve olaylar da değişiyor. Adeta her iktidar
değişiminde geçmiş yeniden yazılıyor. Mesela II. Abdülhamid döneminde okutulan
tarih kitaplarına baktığınızda, tarih Abdülmecid’e kadar geliyor. Padişahlardan
Abdülaziz ve V. Murad’dan hiç söz edilmiyor. Ne II. Abdülhamid’in bizzat
kendisinin 23 Aralık 1876’da ilan ettiği anayasadan ne bizzat kendisinin açtığı
ilk meclisten söz edilmiyor. Aynı şekilde tahta geçmesini de borçlu olduğu
Namık Kemal, Ziya Paşa, Midhat Paşa gibi meşrutiyet ve anayasa hareketinin
öncülerinden de hiç söz edilmez. İttihat ve Terakki Cemiyeti öncülüğünde 1908
yılında II. Meşrutiyet ilan edilince ilginç bir durum ortaya çıkar. II.
Abdülhamid nasıl tanımlanacak? Ders kitaplarında II. Abdülhamid’in aslında çok
iyi bir padişah olduğu, çevresindekilerin onu aldattığı ancak bir yıl sonra 31
Mart Olayı sonrasında 1909’da II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra,
“gerici” ve “kanlı padişah” olarak yazılmaya başlayacaktı.
Benzer bir durum Cumhuriyet’in başlarında
da yaşandı. 1919’da içlerinde Mustafa Kemal Paşa’nın da bulunduğu Ali Fuat
Cebesoy, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Refet Bele, Fevzi Çakmak, Rauf Orbay
Millî Mücadelenin öncü kadrosu olarak birlikte yola çıkmışlar ve savaşmışlardı.
Ancak kısa süre sonra özellikle Cumhuriyet’in ilanı ile açıkça ortaya çıkan
liderlik rekabeti nedeniyle iki guruba ayrılmışlardı. 1924 yılında Karabekir,
Orbay, Cebesoy, Bele ve Adnan Adıvar’ın da dahil olduğu bir muhalefet
hareketine başlamışlar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuşlardı. 1925
yılında parti kapanmış, 1926 yılında da partinin önde gelenleri İzmir Suikastı
davası nedeniyle yargılanmışlar ve tasfiye edilmişlerdi. 1926 yılına kadar ders
kitaplarında Millî Mücadele kahramanları olarak yer alan bu isimlerin hepsi
ders kitaplarından çıkarılarak yalnızca Atatürk, İnönü ve Fevzi Çakmak’tan söz
edilecektir.
DEVRİM TARİHİ
Devrim tarihi anlatımında temel
sorunlar neler?
Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927 tarihinde
CHP’nin Birinci Kongresi’nde okuduğu Nutuk “1335 senesi Mayısının on dokuzuncu
günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye” diye başlar. Böylece
Atatürk’ün Nutku okumasıyla yakın siyasal tarih, yani 1919 ila 1927 yılları
arasındaki 8 yıllık tarih bir anlamda yazılmıştır. Hainleri ve kahramanları da
tespit edilmiştir. Öne çıkarılacak ve geri plana atılacak olaylar da
belirlenmiştir. Sonraki İnkılâp veya Devrim tarihi kitaplarının da omurgasını
Nutuk oluşturacak, Nutuk’ta yazanın tersi bir şey yazmak mümkün olmayacaktı.
Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra durum değişti. Mesela Milli Şef İnönü
döneminde İsmet İnönü’yü, Atatürk kadar önemli bir Millî Mücadele komutanı,
İnönü Savaşlarının muzaffer kumandanı, Lozan kahramanı, ilk başbakan olarak öne
çıkaran bir tarih yazımı kendini gösterdi. Aynı şey DP döneminde de oldu. DP
döneminde yazılan devrim tarihi kitapları DP’nin demokrasi tarihine, kalkınmaya
ve Türkiye’ye yaptığı katkıları yere göğe koyamazken, hemen 27 Mayıs
Darbesinden sonra yazılan kitaplarda Türkiye’yi uçurumun eşiğine sürükleyen,
kardeş kavgasına düşüren bir parti olarak yazıldı. İktidarların, kendilerini
meşrulaştırmaya yönelik geçmiş algısına ve kurgusuna uygun tarih yazmak
günümüzde de devam ediyor.
KUVVETLER BİRLİĞİ/AYRILIĞI
Kuvvetler birliği ve kuvvetler
ayrılığı sorunu tarihimizde nasıldı?
Türkiye’nin demokrasi tarihi aslında
meclisin tarihidir. 19. yüzyıldan itibaren ana amaçlardan biri padişahın,
mutlak monarkın iktidarını sınırlandırmaktı. Bizde 1876 Anayasası ile her ne
kadar seçime dayalı bir meclis oluşturulmakla birlikte padişah merkezli,
yürütmeyi güçlendiren ve öne çıkaran, padişah otoritesini sınırlandırmayan bir
siyasal yapı oluşturulmuştu. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra özellikle 31
Mart’tan, yani II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra Meclisi öne çıkaran,
güçlendiren anayasa değişiklikleri yapıldı. Ancak bu açıdan en ilginç dönem
Ankara’da TBMM’nin açılmasından sonra yaşandı.
Birinci TBMM (1920-1923) diğer
meclislerden çok farklı bir özellik gösteriyordu. Hatta Mustafa Kemal Paşa
Ankara’da açılacak Meclisi “Meclis-i Müessisan” “kurucu meclis” olarak
adlandırmak istemiş, arkadaşları itiraz etmişti. Bu, başta Mustafa Kemal Paşa
olmak üzere arkadaşlarının hem Fransız Devrimi’nden hem de Fransız Devrimi
tecrübesinden etkilenmelerinden kaynaklanıyor. Hatırlanacağı gibi 1793 Fransız
Anayasası’nı yapan meclis bir kurucu meclisti. Bu kurucu meclisin ortaya
çıkarttığı anayasa, konvansiyonel meclis dediğimiz güçler birliğini simgeleyen
bir meclisin yaptığı anayasadır. “Güçler birliği”; yasama yürütme ve yargıdan
oluşuyor ki bu üç güce o dönemde “kuva-yı selâse” adı veriliyor. Güçler birliği
sistemi yine Rousseau’dan ilham alınan bir sistem. Meclis 1921 yılında yeni
anayasayı Teşkilat-ı Esasiye adıyla yapıyor ve ikinci maddesinde “İcra kuvveti
ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet
Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder.” diyor. Üçüncü maddede de güçler
birliğini şöyle tanımlanıyor, “Türkiye devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi
tarafından idare olunur ve hükümeti Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetidir.”
BİRİNCİ MECLİS VE SONRASI
İlk meclis, birçok siyasal görüşü, farklı
bakışı barındıran bu meclis, Mustafa Kemal Paşa’nın bile en özgür eleştirildiği
meclis olmuştur. Ancak daha ikinci Meclis’ten itibaren, muhalefetin tasfiye
edilmesiyle birlikte Meclis etkisizleşmeye, yürütmeye hatta fiili olarak da
Cumhurbaşkanlığına tabii olmaya başlamıştı. CHP tüzüğünde 1927 yılında yapılan
Mustafa Kemal Paşa’ya mebusları ilan etme yetkisini veren değişiklikle belirgin
hale geldi. Yürütmenin bu güçlü hali ve Meclis üzerindeki hâkim konumu çok partili
siyasal hayata geçince de devam etti. Hatta 1950-1960 arasında yaşanan siyasal
gerilim ve krizlerin sebeplerinden biri budur. Yani hükümetin TBMM’yi çoğunluğa
dayanarak yönetmesi. Bu nedenle 1961 anayasasında meclis yeniden sistemin
içinde etkili bir konuma çekildi. Hatta sisteme ikinci bir meclis, Cumhuriyet
Senatosu adıyla eklendi. 1980 darbesinden sonra hazırlanan 1982 anayasasında,
yürütmenin hem cumhurbaşkanı hem de başbakan kanadına ait yetkilerin
arttırılması 1961-1980 deneyimine bir tepkiydi. 1982 Anayasasına göre Özal
cumhurbaşkanı seçilince, TBMM’deki ANAP çoğunluğuna ve hükümetine dayanarak
fiili bir başkanlık sistemi kurmayı denemiş, ancak 1991 seçimlerinden sonra
ANAP’ın kaybetmesiyle DYP-SHP koalisyonu kurulmuş ve Özal, karşısındaki bu güçlü
koalisyon sebebiyle fiili başkanlığını sürdürememişti. Güçlü yürütmeyi fiili
olarak inşa eden AK Parti oldu. AK Parti bu emeline, Türkiye’nin 2016
sonrasındaki olağanüstü koşullarında yaptığı anayasa değişikliği ve MHP ile
kurduğu ittifak sayesinde ulaştı. Aslında bu değişiklikle AK Parti, liderinin,
Erdoğan’ın şahsına ve karakterine göre bir sistem değişikliğine gitmiş oldu.
TARİHİMİZDE DARBELER
Osmanlı’dan beri bir darbeler
sorunu var. Darbeler devri artık kapandı mı?
İstanbul Siyasal’da “Türk Siyasal Hayatı”
dersi anlatıyorum. Darbeden iki ay önce, 2016 yılı Mayıs ayında son derslerden
birinde Türkiye’de demokrasi tarihini ve sorunlarını tartışırken
öğrencilerimden biri, “Türkiye’de bir daha darbe olur mu?” diye bir soru
sormuştu. Ben de hiç tereddütsüz bir şekilde “Bütün sorunlarına karşın
Türkiye’nin geldiği aşama itibariyle, Avrupa Birliğine aday bir ülke olarak,
dünyanın bu ortamında bir daha bırakın darbeyi, darbe girişiminin bile
olacağını sanmam. Kaldı ki bu dünya demokrasileri tarafından da onaylanmaz”
diye yanıtlamıştım. İki ay sonra ne kadar yanıldığımı gördüm. 15 Temmuz darbe
girişimi bir kez daha hatırlattı ki tarihte imkânsız diye bir durum yoktur.
Aslında burada ve bu aşamada önemli olan darbeleri önlemek için yapılması
gerekenler üzerine düşünmek daha doğru olur. Darbe zehrinin tek bir panzehiri
var: Demokrasi. Aslında denklem ve önlem de o oranda kolay: Ne kadar güçlü bir
demokrasi olursa o kadar az darbe ve darbe girişimi ihtimali olacaktır. Güçlü
demokrasinin başlıca şartlarından biri de sorunları demokrasi içinde
çözebilmekten geçiyor. Bu konuda anahtar kavram da şimdilerde önemi unutulan
meclisti. Halbuki Cumhuriyet’in kurulma süreci seçime dayalı bir meclis fikri
ve ısrarıyla başlıyor. Üstelik her şeyin bittiği Türkiye tarihinin en zor
döneminde... Belki bu deneyimi günümüzde yeniden hatırlamak gerekiyor.
MECLİS’İN ÖNEMİ
1919 yılı her bakımdan Türkiye tarihinin
dibe vurduğu bir yıldır. Sanırım Türkiye tarihinde siyasal, ekonomik, toplumsal
ve bir de sağlık açısından bu denli ağır bir dönem yaşanmamış, adeta tarihin
sonu gelmişti. Türkiye tarihinin en güç döneminde, siyasal krizin, ekonomik
krizin, toplumsal krizin ve sağlık krizinin dorukta yaşandığı bir dönemde,
adeta her şeyin dibe vurduğu, kaosun ve korkunç bir belirsizliğin hâkim olduğu
dönemde bir liderin, “tek adamın” peşinden gitmek, onun tek başına vereceği
tartışılmaz kararlarına bel bağlamak yerine, meşru bir süreçte oluşmuş,
seçimlere dayalı, temsil niteliğine sahip bir meclis açılması konusunda bir
refleks, demokratik bir tercih ortaya kondu. Daha önemlisi bu konuda
vazgeçilmez bir ısrar yaşandı ve başarıya ulaştı. Amaç krizden, kaostan,
belirsizlikten kurtulmanın, mücadele etmenin yolu olarak, olabilecek her türlü
farklı fikrin, önerinin tartışılacağı meşru bir siyasal zemin bulmaktı.
Vatansever misin, vatan haini misin? Müslüman mısın, değil misin? Bölücü müsün,
birlik bütünlükçü müsün? gibi bir eksenin ve suçlamaların dışında, herkesin
fikrini özgürce söyleyebileceği, her türlü eleştirinin serbestçe yapılabileceği
bir zemin aranmıştır. Böylece herkesin kabul edebileceği, makul, mantıklı ve
yine herkesin içine sinecek çözümler üretilebilir ve çok geniş bir kesimin
desteği alınabilirdi. Öyle de oldu. Hem Türkiye halkının desteği alındı hem de
galip devletler yaşanan süreci şaşkınlık ve takdirle izlediler
ABDÜLHAMİD VE TARİH
İslamcıların tarihe bakışı nasıl?
İslamcılar için Osmanlı tarihinde üç dönem
öne çıkıyor. Birincisi Kuruluş dönemi, ikincisi Fatih-Yavuz-Kanunî dönemleri ve
nihayet II. Abdülhamid ve dönemi. Sonuncusu önemli. Uzun süredir İslamcıların
tahayyül ettikleri II. Abdülhamid ile gerçek II. Abdülhamid arasında ciddi
farklar var. II. Abdülhamid’i İslamcılığın adeta kurucusu olarak kutsadıkça,
onun izinden giden günümüzdeki siyasal iktidarı da övmüş oluyorsunuz. O nedenle
II. Abdülhamid’i ne kadar överseniz Erdoğan’ı o kadar övmüş oluyorsunuz. Ancak
II. Abdülhamid övgüsünde bazı sorunlar var. II. Abdülhamid hiç kuşku yok ki
Osmanlı modernleşme tarihinin başlıca padişahıdır. Onun dönemindeki modernleşme
-özellikle eğitim, ulaşım (demiryolları, kara yolları, deniz yolları...
iletişim (telgraf ve posta sistemindeki gelişim...) modern Türkiye’nin alt
yapısına önemli bir katkı yapmıştır. Ancak örneğin II. Abdülhamid’in darbe ile
tahttan indirilmesini eleştirenler, II. Abdülhamid’in bir darbe ile iktidara
geldiğini, tahta geçmek için darbecilerle ayrıntılı bir pazarlık yaptığını
unutuyor. Yani II. Abdülhamid darbe ile ve darbecilerle anlaşarak tahta çıkmış
ve yine bir darbe ile de tahttan indirilmişti. Aynı şekilde masonlara bakışı da
farklıdır. Unutmamak gerekir ki kardeşi V. Murad Proodos Locası’nda tekris
edilerek masonluğa katılmış ve bir gecede İmparatorluğun en yüksek rütbeli,
yani 33. derece masonlarından biri olmuştu. II. Abdülhamid, iktidarı boyunca
masonlara dokunmadığı ve rahatsız etmediği gibi başta balo ve yardım
toplantıları olmak üzere yardım da yapmıştır. Jön Türkler, İttihatçılar
Masonların bu dokunulmazlığından yararlanarak bazı siyasal faaliyetlerini Mason
Localarında yürüttüler. Selanik’teki Macedonia Risorta Locası bunlardan
biridir. Ayrıca II. Abdülhamid anti-Semitik değil anti-Siyonist bir tutumdadır
ki bu da çok sık karıştırılıyor. Son olarak günümüz İslamcıları, Osmanlı
İslamcılarının meselâ Mehmed Akif Ersoy gibi, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi
gibi isimlerin II. Abdülhamid’e yönelik sert eleştirilerini de görmezden
geliyor.
Siz tarihe nasıl bakıyorsunuz?
Tarih öğretimi ve dersleri çok değerli
farklılıklarımızla, farklı etnik köken (Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Rum, Yahudi,
Ermeni...), dini inanış (Müslüman, Hıristiyan, Süryani, Musevi, Ezidi...)
mezhep (Hanefi, Caferi...), inanç ve inançsızlıklarımızla, farklı cinsiyet ve
cinsel yönelimlerimizle barış ve demokrasi içinde hep birlikte yaşamayı
olanaklı kılacak bir ortama katkı yapmalı. Bu da tarafsız değil, objektif,
eleştirel ve kutsamalardan arındırılmış bir bakış ve yaklaşımla mümkündür. Zira
tarih her kuşakta ve dönemde yeniden yazılıyor. Her kuşak ve dönemin
öncelikleri, hassasiyetleri, gündemi ve sorunları tarihe bakışımızı belirliyor.
KİMDİR?
Tarih Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ö.
Alkan, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi.
Kendi alanında yayınlanmış 250’nin üzerinde makalesi ve hazırladığı 15’ten
fazla kitabı vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.