Biliyoruz ki hesap verebilirlik, şeffaflık
ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler anayasal demokrasilerin temelini
oluşturmaktadır.
Türkiye yıllardır yaşadığı tecrübeler
sonrasında ciddi eksikliklerine rağmen bu kavramların yabancısı değil. Ancak
hala kavramsal düzlemde bile, bazı kesimler için bu değerler Batı’nın dayattığı
kavramlar olarak görülmektedir.
Batı şeffaf ve hesap verebilir bir
yönetimi neden dayatsın ki... İsterseniz hafızalarımızı tazeleyelim ve
özellikle de AK Parti’nin iktidara geliş serüvenini yakından analiz edelim.
Bilindiği gibi Türkiye 2002 öncesinde akıl almaz yasakların yaşandığı bir
fırtınadan çıkmış, siyaset vesayet yapılarının kuşatmasından nefes alamaz hale
gelmiş ve ekonomide kelimenin tam anlamıyla dibe vurmuş bir ülkeydi. İşte o gün
AK Parti ortak akılla inşa ettiği yeni bir misyonla yola çıkmış, hukukun
üstünlüğünü esas alan, hesap verilebilir ve şeffaf bir yönetim anlayışını
topluma deklare etmişti. Daha da önemlisi hiçbir “dış güç” dayatması olmadan
toplumun geniş kesimleriyle uzlaşarak ve de Avrupa Birliği çıpasına tutunarak
çok ciddi demokratik reformlar gerçekleştirmiş ve Türkiye’nin önüne yeni bir
ufuk açmıştı.
Perspektif online’de AK Parti’nin iktidar
serüvenini değerlendiren Hatem Ete’nin şu tespiti son derece ufuk açıcı:
Cumhuriyet tarihinin en kararlı ve kapsamlı demokratikleşme adımlarının
atıldığı bu dönemde, vesayet sistemini ayakta tutan bütün kurum, aktör ve
zihniyetler değişmeye zorlanıp sistem içindeki ağırlıklarını yitirdiler.
Siyasal statükoyu besleyen tehdit konseptleri rafa kaldırıldı, siyaset daha
önce ordu ve yargıya tevdi edilen birçok siyasi başlığı uhdesine alarak
“açılım” süreçlerini başlattı. “Sessiz Devrim” gibi kavramsallaştırmalara yol açan
bu süreç, siyaset ve toplumun daha demokratik gelecek tasavvurları üzerine
fikir yürütmesinin kapısını araladı. O güne kadar tabu kabul edilen pek çok
siyasi başlık sansürsüz bir şekilde konuşulmaya başlandı.”
Peki şimdi AK Parti bu reform adımlarını Batı’nın
dayatmasıyla gerçekleştirdi mi dememiz gerekiyor? Elbette hayır. Çünkü o gün
siyasetin önünü tıkanmıştı, toplum nefes almakta zorluk çekiyordu, ekonomik
anlamda Türkiye’nin önünün açılması gerekiyordu. Ve AK Parti Türkiye
sosyolojisini doğru okuyarak toplumun ihtiyacı olan hak ve özgürlüklerin önünü
açtı, ülkenin ekonomik görünümünü değiştirecek kalkınma hamleleri
gerçekleştirdi.
Ancak özellikle 2011 sonrasında kendi
içine kapanan AK Parti ortak akılla inşa ettiği reformcu kimliğini terk terk
ederek yıllarca mücadele ettiği devletçi, muhafazakar soslu ulusalcı bir iklime
savruldu. Ve doğal olarak geniş toplum kesimlerinin mutabakatıyla kazanılan
siyasal vizyon kaybedildiği için, AK Parti’nin reform ajandasını oluşturan
şeffaf yönetim anlayışı, hukukun üstünlüğü, liyakat, ifade özgürlüğü,
yolsuzlukla mücadele gibi kavramlar da rafa kaldırıldı.
Gelinen noktada artık siyasal iktidar,
kendini denetlenebilir, hesap verebilir olmaktan münezzeh olarak görüyor. Oysa
anayasal demokrasilerde “güçler ayrılığı” esastır ve hiçbir kurum
denetlenebilir olmaktan ve hesap verilebilirlikten münezzeh değildir.
Çünkü demokrasilerde seçilmiş ve atanmış
görevliler halka karşı sorumludurlar, görevlerini halkın istekleri
doğrultusunda oluşturulan yasa ve kurallara göre yerine getirmek
durumundadırlar. Hesap vermenin mekanizması ise üç aşamalıdır; özgür ve adil
seçim, parlamento ve yargı...
Maalesef Türkiye, siyasal hak ve
özgürlüklerin korunması, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, kuvvetler
ayrılığı, iktidarın güç ve yetkilerinin sınırlandırılması, sivil toplum
kuruluşlarının siyasal karar alma süreçlerine katılması gibi demokrasinin asgari
şartlarını giderek yerine getiremez hale geldiği için siyasal, ekonomik ve
toplumsal krizleri çözme yeteneğini de kaybetmiştir.
Maalesef şimdi gelinen noktada, sanki
şeffaf ve hesap verebilir yönetim talebinde bulunmak Batı’nın dayatmalarına
boyun eğmek olarak görülmeye başlanmıştır. Daha da vahim olanı, devlet
kurumlarının akraba kayırmacılığından kurtarılmasını istemek neredeyse ihanetle
eşdeğer olarak görülmesidir.
Ancak ne yaman çelişkidir ki her gün
“yerli” ve “milli” sloganlarıyla toplumu ayrıştıranlar, Batı başkentlerinde
kredi bulabilmek için kapılarda dil dökerken “yerli” olma kriterini çok da
önemsememektedirler. Ama talihsizlik o ki, şeffaf olmayı devletin temel kriteri
haline getiremediğimiz için, dünyada hiçbir saygın devleti istatistik rakamlarımıza
da, hukuk devleti olduğumuza da inandıramıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.