İktisat Tarihçisi Prof. Dr. Ahmet Güner
Sayar, Taha Akyol’un sorularını cevaplandırdı.
EĞRİSİ DOĞRUSU- TAHA AKYOL
Sizin ve hocanız merhum Sabri Ülgener’in
eserlerinde Orta-Çağ zihniyeti, ahlâkı ve ekonomisi gibi kavramlar geçiyor. Ne
demek bu?
Rahmetli Ülgener Hocamız’ın iktisadi
düşünce dünyamıza kazandırdığı kavramsal çerçevelerden biri de iktisat ahlâkı
ve iktisat zihniyetidir. Ülgener 1933’de Türkiye’ye gelen Alman Hocalar
vasıtasıyla, W. Sombart ve Max Weber düşüncesiyle tanıştı. Ülgener Hocanın
eserlerinde ortaya koyduğu tarihi gerçek, içe kapanan, anti-madde davranış
kalıbını temsilcisi ‘pasif – mütevekkil’ insan tipidir. Osmanlı asırlarında,
rûhî ve manevî hayatı şekillendiren bu insandan en fazla şikayetçi olan kişi,
Mehmed Âkif [Ersoy] Bey’dir. Max Weber’i hayran bırakabilecek şu dize onundur:
«Değer mi koşmaya akşam, sabah, yalan dünya?»
Bu insan, manevî bir Osmanlı mirası olarak
Cumhuriyetli yıllara intikal etti. Teşhis doğru idi. Ancak tedavi için
meselenin doktrin tarafının inşası gerekmekteydi. İşte Ülgener, Webergil modeli
Osmanlı asırlarına taşıdı. Weber, şunu söylüyordu: Dindar bir kimse [zâhid],
rasyoneldir. Bu rasyonellik, İslamiyet’te, kozmik dengenin şaşmaz
matematiğinden neş’et etmiştir. Şâyet, dinî emirleri bu hassasiyetle yerine
getiren zâhid, bu rasyonelliği dünyaya taşırsa [inner worldly], ekonomik
düzlemde rasyonel iktisadi birey ortaya çıkacaktır ki, o 17. yüzyıl itibariye,
‘Protestan ahlâkı’nın güdümünde, Hollanda – İngiltere ekseninde,
Orta-çağlaşmaya son vermiştir. Aktif-riyâzetçi ideal tiplemesiyle rasyonel
iktisadi birey, son üç asırdır dünyayı güdüyor.
Yok, böyle değil de, dinine gösterdiği
dikkat ve mesuliyeti öbür dünyaya taşırsa [outer worldly], ortaya Orta-çağda
kalmış bir insan çıkacaktır. Mehmed Âkif Bey, ne güzel ifade ediyor: «Ne hükmü
var ki, esasen yalancı dünyanın? / Ölürse yan gelecek cennetinde Mevlâ’nın.» İşte bu bâtınî tasavvuf, bizim insanımızın
canına okumuştur.
ŞEYHİN İRADESİNE BAĞLANMAK
Merhum Ülgener, ‘Zihniyet ve Dîn’ adlı
kitabında ‘pîr ve şeyh, usta ve yol atasına, bir kelime ile üstün iradeye gözü
kapalı teslimiyet’ diyor. Bunun, Orta-çağ zihniyetindeki yeri?
Pîr veya şeyhin üstün iradesi akl-ı selime
geçiş yerine geleneklere bağlandı ve bunu da bir din adına yaptığını zannetti.
Neticeten, zaman içerisinde iptidaîlik kemikleşti. Nereye kadar? ‘Tüfek icad
oldu, mertlik bozuldu’ diyene kadar. Demek ki, maddenin yaptırım gücünü
bulanlar, mertlik gibi gerekli bir irrasyonel unsuru dizginleyebiliyor. Bu
ortaya çıktı. Orta-çağ esnaf ahlâkının dürüst, müeddeb ahîsi, fütüvvetnâmelerde
resmedilmiştir. Elindeki aleti geliştirerek üretimi artırmak dîn ve ahlâka
aykırı mı? Bunu tartışmadılar. Bir örnekle somutlaştıralım. Bir üretim aleti
olarak kara-saban, 1300’lerden 1875’e değin, tam 575 yıl değişime uğramadan,
ilk şekliyle üretimde kullanılmıştır. Taşımacılıkta, deve kervanına müracaat
edilirdi. 1880’lerde Muallim Naci Bey, bu durumu söyle seslendirmişti: «Çıkın
şu savma’adan [tekkeden] zâhidân! Cihânı görün / Bakın şimendifere! Bir de
kârvânı görün.»
İktisadi maddeye şekil vermenin, maddenin
maddeyle eklemleşmesinden yeni ürünler elde etmenin bir üst otoriteyle
bağlantısı yoktur. Serbest ve hür aklın yapabileceği bu işler,
laboratuarlarının ışığının sönmemesiyle, denizlerin altında zemini yoklamakla
olur. Yoksa, bu çizginin dışında, geleneğe bağlanmanın bedeli, iktisadî
geriliğe sebep olmuştur. Esasen, Kur’ân’da Râd Suresi’nin 11. Âyet’i Allah’ın
bu bağlamdaki muradını açıkça ortaya koymaktadır: “Allah bir kavme verdiğini,
onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz.” (Yazır Meali)
Hep düşünmüşümdür; acaba Max Weber, bu
âyetten haberdar mıydı?
FELSEFESİZLİK ENGELİ
Sizi ‘Osmanlı İktisat Düşüncesinin
Çağdaşlaşması’ başlıklı bir kitap çalışmasına iten sebep nedir?
Araştırmalarımda gördüm ki, Rusya’da, 1800
– 1875 yılları arasında yayınlanan iktisada dair kitap, makale, risale sayısı
4500, buna mukabil, Türkiye’de İbrahim Müteferrika’dan 1875’e değin iktisat,
siyaset bilimi kitaplarının sayısı 23 idi. Cesaretimi kırmadan, önce iktisadi
düşüncenin yayılma teorisinin aydınlığında, olası yayılma kanallarını
inceledim. Sonra, neden bizde aklî ilimlerin önüne set çeken bir felsefesizlik
vardı? Bu mühim soruya cevaplar aradım. Gördüm ki, önce devlet, ilm-i tedbir-i
menzîl mantığını ilm-i tedbir-i devlete çevirmiş. İhdas ettiği Osmanlı hukuku
muhitiyle, şer’î hukûku özel alana taşımış, kamusal alanda örfi hukûka işlerlik
kazandırarak, toprağı mîrî arazi hâline getirmiş, narh uygulamasıyla fiyatların
serbestçe oluşumunu engellemiş ve diğer müdahaleler... Ortada ekonomiyi çekip
çevirmesi gereken ‘birey’ yok! İslâm hukununda Hanefî fakihlerin bireysel
mülkiyetin önünü açmaları, narh olgusuna karşı durmaları gerekirken,
bakıyorsunuz, toplumsal dertler üzerine fikir yürütme yerine, kalb-i selimin
alanında olması gereken İlâhî sırlara ilişkin
görüşler serdetmişler. 1972’de
düşünce ufkuma düşen bu fikir, 15 yıl sonra bu kitap çalışması ile ete kemiğe
büründü.
RASATHANE YERLE BİR EDİLDİ
‘Osmanlı İktisat Düşüncesinin
Çağdaşlaşması’ adlı çığır açan eserinizde felsefe– aklı ilimlerin hor
görülmesinden bahsediyorsunuz. Açar mısınız?
Evvela bir metaforla bu cümlenizi açalım.
Allah, süt [akıl] verir, sütlaç [fonksiyonel akıl ve onun ürününü] vermez.
Subjektif bilgi dogmatiktir, sadece iman sahiplerine hitab eder. Benim, ‘Allah
süt verir’ deyişim bile dogmatiktir. Ancak, aklın işletilmesi, eleştirel aklın
varlığı ise pratiğiyle vücûd bulur, değer kazanır. Burada akıl rehberdir.
Osmanlı asırlarında, aklın rehberliğinin ötelenmesi, bir felsefesizlik sorunu
yaratmıştır. Gereğinden fazla mistisizme bulaşmanın, tek yanlılığın bir
neticesidir. Devletin merkeziyetçi yönetimi, hukûku ve iktisadı belirleme,
siyasi kararlarda ferdin olmayışı; geriye ne kalıyor? Ahiretimizi imâr edelim
anlayışı, aklın işletilmemesi ve bâtınî tasavvufa davetiye çıkartmıştır.
16. yüzyılın sonlarına doğru, bir İstanbul
Rasathanesi hikâyesi vardır ki, evlere şenlik! Ulemanın fetvasıyla, rasathâne
tek taşı kalmamacasına yerle bir edildi. Allah, Kur’ân’da yıldızların yörüngesi
üzerine yemin ederken, ulemanın fetvasına ne kaynaklık etmiştir, bilmiyorum.
Kadere bakın ki, 1911 yılında, Fatin [Gökmen] Hoca’nın teşebbüsüyle bugünkü
Kandilli Rasathanesi kuruluncaya kadar, bizim insanımızın gökyüzüyle bilimsel
bir bağlantısı olmamıştır. Bir diğer örneği, iktisat düşüncesinden verebilirim.
Dedelerimiz, öte dünyayı düşlerken, Klasik iktisat, 1776 – 1817 zaman
aralığında, İngiltere’de, Smith – Ricardo ekseninde, kişisel çıkar temelli
kurgulamasını tamamlamıştı. Ancak, kurgulanan bu norm’da, tam istihdamın somut gerçekte bir karşılığı
olmadığından bir aldatmaca olduğu görüldü ve sistem tıkandı. Bunun aşılması
yönünde, Bentham – J. S. Mill düşünce ekseninde, iktisadî buhranın aşılması
için, bu defa merkezden çevreye kolonların atılması fikri işlerlik kazandı.
Bizde, dedelerimizin uykusu sürerken Almanya’dan gelen bir iktisatçı, Parvüs, 1910’lar
itibariyle, kör gözlerimizi, ilk kez uluslararası ekonomik ilişkilere çevirdi.
İSLAMDA MONARŞİ YOK
Kitabınızda, İslâmiyet’in ferdiyetçi
karakterinin despotik devlet anlayışının güdümünde törpülenmesinden
bahsediyorsunuz. Bu ne demek?
İslâmiyet’in temel kitabı Kur’ân ‘birey’
temellidir. İnsan, Allah’a inanıp inanmamakta serbest bırakılmıştır. Ama
başıboş da bırakılmamıştır. Bunlar ayetle sabittir. ‘Allah – Muhammed’
bağlantısı, insanın varoluşşal sebebidir. Dolayısıyla, insan çok kıymetlidir.
Ona siyasî irade (şura ve istişare) ve özel mülkiyet hakkı, piyasa muamelatı
verilmiştir. Netice itibariyle, Kur’ân’da monarşi yoktur. Hz. Muhammed,
Allah’ın halifesi iken, seçimle iş başına gelen halife ise, bir insanın [Hz.
Muhammed’in] halifesidir. Bu modelin uygulamadaki ömrü 30 yıl sürdü. Sonra ayak
oyunlarıyla hilafet, evlâdiyelik oldu ve cahiliye döneminin anlayışına dönüldü.
Baba – oğul eklemleşmesi ile birlikte, devlet bireyin üzerine abandı, sahneden
sildi ve sesini kesti. Bu hâl, İslâmiyet öncesi Türk devlet geleneğine yabancı
değildi. Orhun yazıtlarında geçtiği üzere; ‘Göğün altında, insanların üzerinde
babam kaanı tahta çıkarmış Tengri’ ifadesi de kaanın insanların üzerinde
olduğunu açıkça söylüyor. Osmanlı devlet nizamına baktığımız zaman, kan bağı içerisinde
potansiyel olarak tahta namzet kişilerin, evlat – kardeş katledildiklerini
görüyoruz. Nizam-ı devlet için ulemanın verdiği fetvanın İslâmiyet’le bir
alakası yoktur. Sahneyi asırlar öncesinden terkeden, Hûlefâ-ı Râşidîn’in
sünneti olmuştur. Bizde, yüz yaşına ulaşan Cumhuriyet’in ilânı, aslında, Ahmed
Ağaoğlu’nun, 1933 yılında yaptığı tespitiyle bir yol haritası hükmündedir:
«Kemalist inkılâbın birinci hedefi, ‘ferdi’ ezici ve öldürücü âmillerden
kurtarmaktır.»
JAPONLAR VE TÜRKLER
Kitabınızda anlatıyorsunuz, Japon öğrenciler,
Londra’da ekonomi derslerine gidiyor, ama Türk öğrenciler ilgisiz. Nasıl bir
kültür bu?
Yedi Japon öğrencinin, 1870’lerin başında,
Londra’da, University College’da iktisat dersleri veren W. S. Jevons’ın
derslerini takib ediyorlar ve ülkelerine dönüyorlar. Onlar, Japonya’da
Neoklasik iktisadın tedrisatında öncülük ediyorlar. Gelelim bizim hikâyemize;
1870’lere doğru, siyasi bir eklemleşme sonucu ortaya çıkan Yeni Osmanlılar’dan
Ziya Bey, Namık Kemâl Bey, Agâh Efendi ve diğerleri Mustafa Fazıl Paşa’nın
yönlendirmesi ve himayesinde Londra’ya gidiyorlar. Kafaları siyasetle
mayalandığı için bu muhalif aydınların düşüncelerinde sadece mutlak monarşinin
yerine meşruti monarşi arayışı vardır. Ne var ki, düşüncelerinde, bir iktisadi
sistem ve politikaları arayışı, kısaca böyle bir dertleri yok. Görebildiğim
kadarıyla, Namık Kemâl Bey, Mösyö Fanton adlı, pek kıymet-i harbiyesi olmayan
birinden ekonomi dersleri alıyor. Kişisel çıkarı gereği Namık Kemâl’le bağlantı
kuran Fanton başka, Japon öğrencilerin hocası Jevons başkadır. Hatta o
tarihlerde, Marx da Londra’dadır, muntazam British Museum’da Kapital’in diğer
ciltleri üzerinde çalışmaktadır. Ama, bizimkilerden Marx’ı kim biliyor ki?
ANADOLU’DA JAPON MUCİZESİ?
Modern iktisat düşüncesi Osmanlı’ya nasıl
girdi. Anadolu’da neden bir Japon mucizesi çıkmadı?
Rossi’nin iktisat kitabı Serendi Arşizen
tarafından Fransızcaya uyarlanmış ve ‘Tasarrufat-ı Mülkiye’ adıyla Türkçeye
tercüme edilmiştir.. 1838’de yeniden ihdas edilen Mekteb-i Tıbbıye’ye, pataloji
profesörü olarak tayin edilen Arşizen, hekimlik ders programına ilave edilen
serbest derslerden birinde, Fransızca iktisat derslerinin mualliğini de
yapmıştır. Bu meyanda, 1838 – 1839 Baltalimanı – Gülhâne hattında, gazetelerde
serbest iktisat nizamını savunan yazılar ve ekonomi haberleri çıkıyor. İktisat
dersleri özel olarak, bey ve paşa konaklarında veriliyor. Bundan sonrası, bir
tabana oturması açısından Mekteb-i Mülkiye’nin açılışı ile birlikte ekonomi
politik derslerinin okutulmasına geçiliyor. 1880 kadar, iktisadi liberalizm
hâkim bir iktisat politikası olarak rağbette iken, Ohannes Paşa’nın savunduğu
iktisadi liberalimin karşısında, Hace-i Evvel dediğimiz Ahmed Mithat Efendi
tarafından iktisadi himayecilik şiddetli bir muhalefetle savunuluyor. İktisat
politikalarında görülen bu dualizm, liberal düşünce de bir büyük ustayla, Cavid
Bey’le sürdürülürken, onun karşısındaki dağınık
iktisadî korumacılık düşüncesini, Almanya’dan gelen Parvüs, Cumhuriyet’e
takaddüm eden yıllarda, çağdaş Türk iktisat düşüncesinde Yusuf
Akçura -- Ziya Gökalp – Tekinalp [Moiz Kohen] hattını inşa ediyor. 1908
– 1923 arası, münevverlerin düşüncelerinde gelgitlerin olduğu bir zaman dilimi.
Koca bir imparatorluk dağılma sürecini sürdürürken, girişimci rûhundan ve
sermaye birikiminden, bankalardan, borsalardan yoksun, dış borç batağına
çakılmış, şirketleşememiş, dışa bağımlı Osmanlı ekonomisiyle, Anadolu’da bir
Japon mucizesini beklemek muhaldir. Türklerin esas mucizesi, on yıl süren
topyekün harpler devrini tamamlayıp ilân ettiği Cumhuriyet’i rasyonel iktisadi
bireyine teslim etmesidir.
KİMDİR?
Ünlü yazar Abbas
Sayar’ın oğlu olan Ahmet Güner Sayar, Prof. Sabri Ülgener’in talebesidir.
Birmingham Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. Halen Beykent
Üniversitesi’nde profesör. Sabri Ülgener hakkında üç kitabı yayımlanan Prof.
Sayar’ın Süheyl Ünver, Hasan Ali Yücel, Şeyh Bedreddin hakkında eserleri
bulunuyor, halen Mehmet Akif üzerine çalışıyor. Prof. Sayar’ın “Osmanlı İktisat
Düşüncesinin Çağdaşlaşması” adlı kitabı sahasında öncü bir eserdir. (Ötüken
Yayınevi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.