31 Mayıs 2020 Pazar

Tefekkür ederek yeniden doğaya dönelim Prof.Dr.Ilhami Güler/31.5.2020


Bir cümleniz şöyle başlıyor; “Dindarların Rüşd ve Hikmet sorunu, dinsizlerin ve diğerlerinin de İstikamet ve Hidayet sorunu vardır. Her iki kesim de genellikle sorunlarını göremezler.” Yaşadığımız koronavirüs salgınını dikkate alırsak sizce bu iki grubun bu pandemide göremedikleri nelerdir?
Türkçede güzel bir söz vardır: “El (yabancı) ile gelen kara gün, düğün-bayramdır.” Bu söz, insanların felaket günlerinde dayanışmasını, zorluğu aşmak için işbirliğini, birbirine yardımını, düşmanlıkları, kırgınlıkları atmayı, affetmeyi, yeniden başlamayı, el ele vermeyi… ima eder. İnsan olmanın zayıflığının doğurduğu insiyaki bir birleşme duygusudur. Ülkemizde oluşan kimlik ayrışmasını Corona pandemisi ortadan kaldıramadı. İnsan olma kapasitemiz(medenilik) açısından çok hayal kırıcı bir durum.
Küresel bir etki oluşturan bulaşıcı hastalıkların, öldürücü virüslerin nedenleriyle ilgili teolojik bir bağ kurulabilir mi? Bu konuda insani ve İslami yaklaşım nasıl olmalı?
Bu tip pandemiler, insanlık tarihi kadar eskidir. Bunları Tanrı’nın “tetiklemesi” veya insanların günahkârlığından mütevellit Tanrı’nın insanlara “saldığı” bir ceza olarak görmek İslam(Kur’an) açısından anlamsızdır. Bunlar(virüsler) deprem, sakat doğumlar, kuraklık, kıtlık, gibi Ekosistemin “yapısal” unsurları. Yani Dünya/hayat dizayn edilirken insanın “deneneceği” düşünülerek/öngörülerek (Fitne-Bela-İmtihan) acı, ızdırap, zorluk, sıkıntı, zarar, mihnet, meşakkat (şerr/kötülük) ve nimetler, mal, enginlik, refah, haz, mutluluk, neşe… birlikte yaratılmıştır.(90/4,21/35, 2/155-56) Denenmede insandan beklenen sorumluluk, nimetlere şükretmesi; zorluklar karşısında da onları azaltmaya-aşmaya çalışırken isyan etmeyip sabretmesidir (direnç/direniş). Zorluklar ile kolaylıklar birlikte ve iç içedir (95/5-6). İnsanların, ahlaken yanlış icraatlar yaparak (kubuh) Allah’ın kurmuş olduğu ekolojik dengeyi bozmaları (fesat=İklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, temiz su kaynaklarının kirletilmesi, GDO…vs) ayrı bir kötülük kaynağıdır(30/41,2/205). Allah, bu dengenin bozulmamasını tavsiye etmiştir(55/7). Virüslerin yaşam dünyası, hayvanlar alemi olduğu halde; onların insanlığa bulaşması, insanlar aracılığı ile olmaktadır.
HALKA HİZMET, HAKKA HİZMETTİR
Koronavirüs salgını her şeye hazırlıklı olduğunu sandığımız ABD ve Avrupa’yı perişan etti. Bundan çok büyük yaralar alacağı düşünülen Türkiye’de ise başarılı bir mücadele var ve üstelik bu ülkelerin yanısıra dünyanın birçok ülkesine yardım ediyoruz. Buradan baktığımızda Türkiye›yi gelecek adına, insanlık adına ümitvar görebilir miyiz?
Anadolu’nun bin yıldan fazla olan Müslüman kimliği, sağlığı “ticari” bir unsur görme yerine; onu halka” hizmet” olarak görmüştür. (Halka hizmet, Hakka hizmettir.) Dünyaya yaptığı yardımlar da, yine bu merhametin/rahmetin neticesidir. Medeniyet, salt teknoloji ve maharet değil; vicdan ve merhamettir. Birinci tür uygarlık anlayışı, bu pandemi günlerinde görüldüğü gibi, sınıfta kalmıştır.
Devletlerin yetkililerinden sıkça duyduğumuz bir söz var: “Koronavirüs sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” Bu söz size neyi çağrıştırıyor, yeni dönemde sizce neler değişecek?
Çok güzel bir ata sözü vardır: “Her musibet, bir nasihattir; ne musibet tükenir, ne de nasihat.” Ben, fazla bir şeylerin değişebileceğine inanmıyorum. Tanrı’nın ölümünden (Nietzsche), tutulmasından (M:Buber), göçüp gitmesinden (Hölderlin), unutulmasından (Kur’an) sonra Avrupa’nın öncülüğünde gezegenimizin topoğrafyası yani altyapı/endüstri devrimi ve üstyapı/aydınlanma-pozitivizm olarak oldukça değişti. Tanrı’nın evinden(Tabiat-Ekosistem) kendi ellerimizle icat ettiğimiz yeni bir eve taşındık(Teknoloji): “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar Mercedes’i.” Buna uygun ekonomik sistem(Kapitalizm) ve siyasal sistem(Ulus-Devlet) geliştirildi. Tanrı’nın rahmeti-inayeti, lütfu, rızkı, inamı, ihsanı… olan(Ayât) bir dünyadan ipekböceği kozasının aynısı (Heidegger’in kavramsallaştırması ile “Ge-stell”=çepeçevre kuşatan) olan kendi ellerimizle icat ettiğimiz evlere(Tecno-city) taşındık. Doğaya dönemediğimiz sürece de Tanrı’ya(dine) dönemeyeceğiz. Hıristıyanlığın Tanrı’yı ve Ruhu yanlış kavramsallaştırmasının bedelini, Tanrı’yı ve Ruhumuzu kaybederek ödüyoruz (Modernite-Postmodernite).
Dünya din adına ortaya çıkan birçok Batıl inançların işgali altında. Bu tablo karşısında kimi felsefeciler dinin öneminin tamamen azalacağını iddia ediyorlar. Sizce gelecekte dinin toplumda etkisi ne olacak? Din adına şanslı olabilecek şey var mı, varsa nedir?
Din(iman-ahlak), doğanın/ayetlerin içinde yaşarken insanın tedebbür, tefekkür, tezekkür, taakkul, tafakkuh etmesi ve ibret alması ile mümkün olmuştur. Hak dinin(İbrahimi Monoteizm=Yahudilik-Hıristıyanlık ve İslam) ve batıl/insani dinilerin(Hinduizm-Budizm) doğuş zemini buydu. Şimdi bu zemin “Teknoloji” tarafından örtüldü. Gelecekte sahici anlamda bir imanın ve ahlakın(dinin) doğabilmesinin koşulu, insanın tekrar doğaya dönebilmesine ve bahsetmiş olduğumuz “düşünme”yi başlatmasına bağlıdır. İnsan, Kur’an’ın vurguladığı gibi elleri ile kazandığının “rehin”i olmuştur. Yani tutuklanmıştır(74/38,52/21).
AHLAKİ DÜŞÜNMEYE İHTİYACIMIZ VAR
Müslümanlar, günümüz penceresinden dünyanın gidişatını nasıl okumalı, üzerlerine düşen görevler nelerdir?
Müslümanlar, ilahi dinin tahrif edilmemiş kaynağına(Kur’an’a) sahipler. Bu, insanlık için büyük bir şans. Ancak Müslümanların içinde bulunduğu ahlaki teolojik durum, şu ayetin tasvir ettiği Kitap Ehli(Yahudiler ve Hıristiyanlar) ile aynı durumdadır: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen haktan/hakikatten dolayı kalplerinin ürpermesi zamanı gelmedi mi? Onlar, kendilerinden önce kitap verilenler(Yahudiler ve Hıristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimselerdir.”(57/16) Yani Müslümanların üzerinden de uzun zaman(1400 sene) geçince, onlar da, kendilerinden öncekiler ile aynı duruma düştüler. Doğaya dönmeyi ve Kur’an’ın tavsiyelerine (başta şükreden ahlaki düşünmeyi başlatma) uymayı kabul ederlerse, insanlığa hidayet rehberi olabilirler. Kastettiğim düşünme, meraktan doğan Felsefi ve Bilimsel düşünme değil. Onun sayesinde bu duruma geldik.(“Bilim düşünmez; bilim hesap eder.” Heidegger). Kastettiğim düşünme Kur’an’ın öğütlediği hayretten doğan şükreden düşünme.
Her şey kendi düzleminde gerçek anlamını bulur
İlahi ve batıl dinlerin toplamı üzerinden baktığımızda yeryüzünde din denilen çok sayıda olgu var. Bunların ağına takılmamak ve tevhidî dine ulaşmak için üzerimize düşen görevler nedir?
Mevcut kutsal kitapları tek tek incelediğimizde veya Kur’an’dan Peygamberlerin tümünün çağrısının ortak paydasına baktığımızda gördüğümüz şey, insanların içinde doğmuş oldukları tarih-toplum ve kültüre taklit(dogmatik) yolu ile teslim olmadan, vicdanları ile bu yapıları sorgulayarak, başkalarının sözlerini dinleyerek bir hakikate varma çabası göstermeleridir. Evrensel kurtuluşun iki koşulu olduğuna inanıyorum: “-Hasbi(samimi) olmak. 2-Muhasibi(eleştirel-critical olmak). Bu iki koşulu gerçekleştirdikten sonra velev ki hakikat bulunmamış olsun, Tanrı’nın, insana bir şey diyemeyeceğine inanıyorum: “Onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.” (7/156,40/7)
İnsan nankörlükten vazgeçmeli
Dünyanın bugünkü durumuna baktığımızda dinin geleceği açısından güzele yönelik neler söylenebilir?
“Sünnetullah” dediğimiz ve Allah ile insanlığın arasındaki ahlaki ilişkiyi değişmez(35/43,48/23) ahlaki yasalara bağlayan ve ilk adımı da insana bırakan (Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da, köre öyle bakar.) sisteme göre, insan Allah’a dönmedikçe, Allah da kendini insanın gözüne sokmayacaktır. Tanrı hakkında “Tutulma”, “Göçüp-gitme” “Öldürme”, “Unutma”… insanın tutumlarıdır. İnsan, bu nankörlükten vazgeçip ona yöneldiğinde, “O, şahdamarımızdan bize daha yakındır.” (50/16)
Düzen toslayınca değişir
İnsanlığın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Hiç iyi görmüyorum. Batı’nın son üç yüz yıldır gezegenimizi ve insanlığı içine soktuğu cendere (sekülerizm/nerden gelip nere gittiğini bilememe, sınırsız üretim-sınırsız tüketim/kapitalizm, güç istenci, teknolojik kapatılma, pozitivizm, Ruh’un Zekâya dönüşmesi, Post-insan veya robotlar çağı(Homo Deus), postmodernizm/nihilizm…) devam ediyor ve bir yere toslamadan da durma(vukufiyet) ve geri dönme(tövbe) pek mümkün görünmüyor. Yine de klasik duayı tekrar edelim: “Allah, sonumuzu hayreylesin.”
Deizm tepki olarak doğmuştur
Genel tabloya bakıldığında deizm dinlere tepkiselliğin odağı gözüküyor. Bu sizce çağın kaderi mi? “Ateizm olacağına deizm olsun” diyenlerle ilgili neler demek istersiniz?
Deizm, vaktiyle Hıristıyanlığın/Kilisenin çürümüşlüğüne bir tepki olarak doğmuştu. Şimdi de Türkiye’de ve İslam dünyasında mevcut Şii-Sünni-Selefi-Tasavvufi mezhepsel/teolojik çürümüşlüğe bir tepki olarak gelişmektedir. “Allah’ı gereği gibi takdir edememek” (6/91,22/74) ten doğmuş bir sonuçtur. Allah’ın insanlıkla olan ahlaki ilişkisini ikna edici bir dil ile insanlığa anlatacak bir yeni yoruma ihtiyaç vardır. Eş’ariliğin tasvir ettiği “Hikmetinden sual olunmayan” Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak(Kaderci) Sünni tasavvur artık kitleleri tatmin etmemektedir.
Tefekkür bu günlerin en güzel ibadeti
İlk kez bir Ramazan’ı, camisiz, teravisiz, bayram sabahını namazsız geçirdik. Bu ramazan bayramını bambaşka bir atmosfer içerisinde idrak ettik. Bu durumu bir müslüman olarak nasıl hayatımızda yorumlamamız gereriyor. Bundan sonrası için neler yapmalıyız?
İslam dini(Kur’an), insanlık tarihinde ilk defa mabet ve din adamı zorunlu olmadan Tanrı’ya ibadet edilebileceği devrimini yapmıştır. Din adamı zorunlu değildir. Mabetsiz de ibadet yapılabilir (“Yeryüzü mescittir.” Hadis). “Onlar, ayaktayken, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler ve : “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın, seni tenzih ederiz, bizi azaptan koru.” diye dua ederler.”(3/191). Alın size Corona günleri için bir ibadet biçimi.













DP’nin yaşadığı entelektüel çoraklaşma ve 27 Mayıs Bülent Bal/30.05.2020


Metaforik bir karşılaştırma yapıldığında, aydının siyasetteki işlevi, sütlacın içindeki süte benzetilebilir. Nasıl ki, sütün az ya da çok kullanımı ortaya çıkacak ürünü sütlaç olmaktan çıkarırsa (bir uçta lapa diğer uçta çorba), aydının siyaset içerisindeki dozunun iyi ayarlanamaması da paralel sonuçlar doğurur. Yoğun bir aydın katılımı, partileri, soyut çözümlemelerin; teorik, felsefi tartışmaların yapıldığı bir platforma, bir enstitüye dönüştürür. Somut adımlar atmak, pratik çözümler üretmekle mükellef olan siyaset mekanizması, böyle bir tablo içerisinde, bunun gereğini yerine getirmekte oldukça zorlanır. Aydınlarla bağın zayıflaması ise, bu kez partileri, parti liderlerini fikri yoksullukla karşı karşıya bırakır. Bir kısırlaşma, bir koflaşma kendini gösterir. Projeksiyonsuz, pusulasız kalan siyaset erbabı, ne önünü görebilir ne de topluma yön verebilir. Kitleleri celbedecek yeni bir hikâye, yeni bir ufuk sunamaz. Giderek satüko bekçiliğine dönüşür.

Aydının siyasetteki işlevi, içerik kazandırmakla sınırlı değildir. Ortaya konulan politikaların meşrulaştırılmasında ve kitlelere aktarılmasında azımsanamayacak roller üstlenirler. Eric Hoffer’ın ifadesiyle, politikaları belirleyenler her kim olursa olsun, bu politikaların sözcülüğünü şairler, düşünürler, yazarlar, akademisyenler yani aydınlar yapmadıkça istenilen başarıya ulaşılamaz. Aydınların dışlandığı bir ortamda ise, bu roller tam tersine işler. Meşrulaştırmanın yerini yıpratma alırken, yayma misyonu, yerini negatif propagandaya bırakır. Dolayısıyla, bir siyasi hareketin, iktidarın başarılı olması, uzun soluklu bir yaşam sürmesi diğer faktörlerle birlikte aydınlarla kuracağı sağlıklı iletişimde yatmaktadır.

BİR AYDINLAR KOLAJI OLARAK DP

Demokrat Parti, geniş tabanlı bir toplumsal koalisyonla, çok çeşitli kimliklerle örülü bir ittifaklar zinciriyle iktidara gelmişti. Bu koalisyonun en önemli paydaşlarından daha doğru bir ifadeyle alt kategorilerinden biri de içerisinde gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin yer aldığı aydınlar grubuydu. Elbette aydınlar, tek bir fikri kökenden gelmiyorlardı. Daha çok demokrasi arzulayan, sahip oldukları düşünceleri daha iyi bir şekilde ifade etmek ve iktidarda yansımasını görmek isteyen hemen her toplumsal kesimden (liberal, muhafazakâr, sol, milliyetçi) gelen aydınlar, bu hareketin arkasında/içerisinde bir şekilde yer almıştı. Bunun yanı sıra tek partinin donuk ortamında insani ve mesleki açıdan yeterince gelişme imkânı bulamadıklarını, sahip oldukları potansiyelin karşılığını alamadıklarını düşünen ve dolayısıyla CHP’yle yan yana gelmekten imtina eden yeni nesil aydınlar da DP’nin başarısı için kolları sıvamıştı.

Hangi noktadan bakılırsa bakılsın DP bir nevi aydınlar yığınağı haline gelmişti. Her fikri yelpazeden bu anlamda birçok isim sayılabilir. Örneğin sol kesimden, daha sonra Türkiye İşçi Partisinin başkanlığını yapacak olan Mehmet Ali Aybar’ın, 46 seçimlerinde DP’den milletvekili adayı olarak seçimlere katıldığını görüyoruz. Yine, karı-koca Serteller (Zekeriya ve Sabiha) “Demokrat Parti’yi nasıl kurduk?” şeklinde bir başlık atacak kadar partinin yanında saf tutmuşlardı. Milliyetçi-Türkçü kanadın önde gelen isimlerinden Hamdullah Suphi Tanrıöver, Remzi Oğuz Arık, Sadri Maksudi Arsal DP’den milletvekili olmuşlardı. Milliyetçi-muhafazakâr dünyanın, şiirlerini dilinden düşürmediği Arif Nihat Asya 1950 seçimlerinde DP listesinden milletvekili seçilerek mecliste yer almıştı. İslami/muhafazakâr kesimden Necip Fazıl, Said Nursi gibi aydınlar inişli çıkışlı da olsa Menderes’in arkasında durmuştu. Liberal-demokrat çizgide konumlanan Ahmet Emin Yalman, çok partili hayata geçişteki siyasi mücadele ortamında sahibi olduğu Vatan Gazetesini DP’nin gelişimine vakfetmişti. Öyle ki, ön cephede yürüttüğü bu mücadeleden ilhamla, kendisine ‘dörtlerin’ beşincisi payesini vermişti. Çok partili hayatla birlikte öne çıkan yeni nesil aydınlarından Hayek ve Keynes arası bir yelpazede konumlandırabileceğimiz Aydın Yalçın ve Osman Okyar; cumhuriyetçi muhafazakâr olarak tanımlayabileceğimiz Turhan Feyzioğlu; sonraki yıllarda demokratik sol kimliğiyle kendinden söz ettiren Turan Güneş gibi isimler de tercihlerini DP’den yana kullanmışlardı. DP-aydın birlikteliği, partinin kurucu kadrosunda da somut karşılık bulmuştu. Menderes, ekonomik çıkar çevrelerini ve tek parti döneminde siyasetin dışında tutulan taşrayı, Bayar-Koraltan ikilisi idari-bürokratik kesimi, devletin resmi yüzünü temsil ederken, Köprülü aydın/üniversite dünyasının temsilcisi konumundaydı.

SİYASİ DARALMA VE KOPUŞ

Bu kadar farklı kökenden gelen aydınlarla DP arasındaki ortaklığın, tabiatı gereği ömürlük bir hayat vaadiyle kurulması mümkün değildi. Kırılgan bir zemin üzerinde gevşek bağlarla birbirine bağlıydılar. Birlikteliklerinin geleceği, faaliyetlerini rahatça sürdürmeleri için iktidarın onlara sunacağı entelektüel ortamla; çıkarlarının, taleplerinin karşılanmasıyla doğrudan ilintiliydi. Şunu belirtmek gerekir ki; birbirleriyle çelişik toplumsal gruplardan gelen aydınların çıkarlarını bir pota altında bağdaştırmak, hepsini birden tatmin etmek hiç de kolay değildir. Bu nedenle başlangıçta avantaj olarak gözüken bu tablo, DP açısından potansiyel bir riski de taşıyordu. Aydınları DP ile aynı yolda yürümeye sevk eden faktörlerde yaşanacak bir sapma, her an bir kopmayı meydana getirebilirdi. Nitekim DP iktidarının, 1954 seçimlerinden sonra akademik ve siyasal alanı daraltma yönünde yaptığı müdahaleler, ekonomide yaşanan daralma bu anlamda bir kırılmaya yol açtı. DP ile aydınlar arasında bir mesafe oluştu. İktidar tarafından layıkıyla taltif edilmedikleri, iktidarın sofrasında kendilerine yeterince yer açılmadığı veya eski göreceli imtiyazlarını kaybettikleri düşüncesinin de etkisiyle, bu mesafe giderek açıldı. Tatminsizlik parti içine de yansıdı. Bir aydın hareketi olan Hürriyet Partisi (HP) de bütün bu sürecin sonucunda doğarak partinin parçalanmasına yol açmıştır.

DP, parti içi muhalefete habis bir ur, patolojik bir vaka olarak yaklaştı. Urun, cerrahi bir operasyonla kesilip atıldığında, partinin sıhhat bulacağı düşüncesinde idi. Aksi halde ‘kanser hücreleri’ hızla yayılarak vücudu ele geçirebilirdi. HP kurulunca da onu yok sayma, önemsizleştirme yönünde pejoratif bir söylem geliştirildi. Buna göre, HP, siyaset yolunda verilen bir sadaka, bir cizyeydi. Ortada bir sermaye kaybı, sermaye aşınmasını gerektirecek bir tablo yoktu. HP, geçmişten beri devam edegelen partiden kopmaların devamından başka bir şey değildi. Nasıl ki, DP’den daha önce ayrılanların/tasfiye edilenlerin kurdukları Millet Partisi, Köylü Partisi gibi siyasal oluşumlar, yürüyüşlerini kesintiye uğratmamışsa HP de bu yürüyüşü engelleyemezdi. Oysa bu bir yanılsamaydı. HP’liler entelektüel yönü güçlü bir kumaşa sahiplerdi. DP bunları tasfiye ederek ve/veya ayrılmaya zorlayarak entelektüel açıdan önemli bir kayba uğradı. Yaptığımız benzetmeyi devam ettirirsek, sütlacın içerisindeki süt giderek azaldı. Sadece parti içindeki milletvekillerinin ayrılmasıyla sınırlı kalınsaydı belki bu eksiklik bir derece giderilebilirdi. Sorunu asıl derinleştiren, fiili siyasetin dışında yer alan aydınların DP’den uzaklaşması olmuştu. Başta Forumcular olmak üzere akademi, basın, yazar ve hukuk çevrelerinden birçok isim Yakup Kadri’nin de belirttiği gibi “Hürriyet Partisi’nin Genel Merkezinin kapısından dalarak, politikaya atılmakta adeta yarışa girmişlerdi.” Bunlardan kimi partiyi desteklemiş, kimi partinin entelektüel mutfağında hizmet vermiş kimi de kurmay ve teşkilat kadrosunda yer almıştı.

MÜCADELE ÜSTÜNLÜĞÜ ‘KARŞI MAHALLE’DE

DP’de yaşanan entelektüel boşalma, iktidarı yarı mekanik, yarı çorak bir varlığa dönüştürdü. Parti için söylem geliştirebilecek veya var olan söylemi kamuoyuna yayabilecek bir aydın grubundan yoksun kaldı. Kendi ekseni etrafında patinaj yapan, öz sermayesini aşındırmış, kuruluş kodlarından uzak, içerik yoksullaşması yaşayan bürokratik bir aygıt haline geldi. DP’nin entelektüel kanadını temsil eden Köprülü’nün tasfiye edilmesinden bir hayli sonra Menderes’in kurduğu şu cümle, yoksullaşmanın dramatik bir levhasıydı: Onu sigara arar gibi arıyorum.

HP’nin ‘güç birliği’ parolası çerçevesinde CHP ile birleşmesiyle, DP’nin yaşadığı entelektüel kriz, giderek daha da içinden çıkılamaz hale geldi. Söylem ve kadro üstünlüğü CHP’ye geçmişti. Bir zamanlar gerici parti olarak nitelendirilen, yan yana gelinmekten imtina edilen CHP, aydınların ve üniversite gençliğinin karargâhı haline dönüşmüştü. Ortaya çıkan bu sinerji ve özgüven patlaması, İnönü’nün meydanlardaki görünürlüğünü artırmış; daha ofansif bir pozisyon almasına yol açmış ve iktidarın sinir uçlarını tahrip/tahrik etmeye dönük bir yıpratıcı bir dil kullanmasını tetiklemiştir. Denilebilir ki; bu noktadan sonra CHP, yürüttüğü siyasi mücadeleyi tamamen ‘rakip sahaya’ yıkmış ve DP, muhalefet tarafından azınlık iktidarı muamelesi görmeye başlamıştır. Entelektüel çoraklığın bütün olumsuzluklarını yaşayan DP, haklı olduğu konularda bile kendini ifade etmekten aciz kaldı. Aşılamayan bu tablo, asker-sivil bürokrasi ile birlikte 27 Mayıs sürecinin aktif bileşenlerinden birini oluşturmuştur.

“Özgür medya” öyle mi? Ahmet Taşgetiren/31.05.2020


Denebilir ki Muharrem İnce provokasyon yaptı. Çok bilinen bir uygulamayı şov için kullandı. Üstelik kendisine araya Cumhurbaşkanının konuşmasının gireceği bildirilmişti.
Bekleseydi, Cumhurbaşkanı’nın konuşması – konuşmaları bittikten sonra kendisi ile söyleşiye devam edilebilirdi. Hatta kendisine isterse stüdyoda tepkisini ortaya koyabileceği bile söylenmiş, o da kabul etmişti. Ama yayını terk etmek yoktu. O onu tercih etti.
***
İnce’nin sözleri kaçınılmaz olarak gündem oldu. Sertti. Medya patronlarına tepkiliydi. Cumhurbaşkanı’na tepkiliydi. Şu sözler onun:

“35 televizyonda Erdoğan konuşuyor. Erdoğan’ın babasının malı değildir Türkiye Cumhuriyeti. 35 televizyonda o konuşsun, bir tanesinde de ben konuşayım. Ne diye sözümü kesiyorsunuz? Erdoğan bu memleketin kurucusu değil, sahibi değil. Çağırıyorsanız, konuşturacaksanız. Size değil patronlarınıza söylüyorum.” 

Ardından Cumhurbaşkanlığı İletişim başkanı Fahrettin Altun’un açıklaması geliyor. Altun, İnce’nin Cumhurbaşkanı ile ilgili sözlerinin “haksız, mesnetsiz ve ağır ithamlar” içerdiğini bu “suçlayıcı tavrın kabul edilemez” bulunduğunu belirttikten sonra İnce’nin karşı karşıya kaldığı uygulamayı “özel bir televizyon kanalının tamamen kendi hür iradesiyle belirlediği yayın tercihleri” olarak niteliyor ve açıklamayı şöyle tamamlıyor:

 “Türkiye Cumhuriyeti’nde faaliyet gösteren her bir medya kuruluşu özgürce görüşlerini ve yayın tercihlerini yansıtmakta, yasal çerçeve içerisinde faaliyetlerine bir kısıtlama olmaksızın devam edebilmektedir. Sayın İnce’nin bu tavrı medya camiamıza da iftira mahiyeti taşımaktadır.”

Muharrem İnce’nin tavrı nasıl yorumlanırsa yorumlansın ortada üzerinde durulması gereken üç konu var:

BİR: Cumhurbaşkanı’nın, parti başkanı olarak yaptıkları dahil her konuşmasının, her türlü yayın kesilerek tüm haber kanallarında veriliyor olması.

İKİ: Bu işleri tv kanallarının özgür tercihleri ile yapıyor olmaları iddiası.

ÜÇ: Medyanın özgürlük sorunu.

Şimdi bunları biraz açalım:

Cumhurbaşkanının her konuşmasının tüm haber kanallarında veriliyor olması, mesela “İletişim Başkanı” olarak Fahrettin Altun ya da AK Parti propaganda birimleri tarafından nasıl karşılanıyor, bilmiyorum. Bunun mesela insanlarda 40 öğün bal ile kaymak yeme tadı verip vermediği, pırt diye devreye giren bir Cumhurbaşkanı konuşmasının seyirciyi -mesela gençleri- nasıl etkilediği konusunu masaya yatırmak “Acaba sayın Cumhurbaşkanı üzülür mü?” gibi bir cesaret meselesi olarak değerlendirilmemeli, derim ben. Azıcık iletişim hassasiyeti olan bir kişi – ekip, Muharrem İnce’nin tepkisini bu işlere yeniden bakmak için fırsat olarak bile değerlendirebilir, diye düşünüyorum.

Bu işleri tv kanallarının özgür iradeleri ile yapıyor olduğu iddiasına gelince bu dünyayı azıcık bilen bir insan için bu iddianın yanına nanik yapan bir emoji konsa herhalde yerinde olur. Bunu Fahrettin Altun’un da bildiği kesindir. Ama bazı rejimlerin dili çok açık bilinen gerçeklerin bile böyle ifadelendirilmesi örnekleriyle doludur.

Medyanın özgürlük sorununa gelince bir nanik emojisi de burası için gerekiyor. 

Şayet bu özgürlükse medyanın çok çok geniş bir kesiminin “özgür biçimde kendi kendini köleleştirmeyi tercih ettiği” sonucuna varmak gerekiyor. Hizaya gelmiş bir medya yapısı. Özel sermaye yapıları oluşturulmuş, özel kadrolar oluşturulmuş, hizaya gelmekte gecikenlerin ahizenin öteki ucunda ağlatıldığı ve hepsi de “özgürce belirlenmiş!” medya! Ne garip, alternatif kanallarda farklı ses arayan ve azıcık ışıltı gördüğünde heyecanlanan bir Türkiye var diğer yanda. 

Şöyle sorayım: Yukardan bir irade, tam da Fahrettin Altun’un söylediği gibi “Bundan böyle herkes özgürce yayın yapabilir” gibi bir açıklama yapsa ve medya buna gerçekten inansa medya yapısı bugünkü gibi mi olur? En özgür yazanın bile kendi kendisine uyguladığı “Oto sansür” olgusu niye var Türkiye’de?

Bunu bir âkil devlet adamı yargı için söylemişti: “Yukardan bir irade ‘Yargı özgürce karar versin’ gibi bir açıklama yapsa, yargı camiası da bunun sahici bir tavır olduğuna inansa yargıdaki adalet sorunu çözülür.”

Muharrem İnce bir çarpıklığı patlatmış oldu. Provokasyonsa budur.

Menderes ve aydınlar Taha Akyol/31.05.2020


Tarihe duygusal ve ideolojik bakış, laboratuvar gibi bakmamızı ve dersler çıkarmamızı engelliyor. Tarihimizde yanılmaz ve ulu tabularımız var; bir de hain ve alçaklar!
Bu yüzden kutuplaşma kör döğüşü devam ediyor.                                                                        

Artık Tek Parti’ye de Demokrat Parti’ye de laboratuvar gibi bakmalıyız.

NİYE KOPTULAR?

Aydınları DP’den koparan bir “ispat hakkı” sorunu vardır; yolsuzluk suçlaması yapan bir gazeteci, bir politikacı mahkemede bunu ispat ederse beraat etmeliydi.

Menderes ve Bayar buna karşı çıkmışlardı…

Yolsuzluk varsa biz üstesinden geliriz, mahkemelere düşmesi iktidarı yıpratır diye düşünüyorlardı, sanıyorlardı daha doğrusu.

Ve basına, yargıya, üniversiteye baskılar…

Ben merhum Prof. Ali Fuat Başgil’den bahsedeceğim.

Nisan 1960’da ülke Menderes’in deyişiyle “gayr-i kabil-i idare” (yönetilemez) hale gelmiştir. Bayar ve Menderes Prof. Ali Fuat Başgil’i davet ederek danışmışlardı…

BAŞGİL VE AYDINLAR

Başgil’in tavsiyesi, derhal muhalefetle uzlaşıp ortak bir seçim hükümeti kurmaktır. Bunu Bayar engelledi.

Başgil’in tavsiyelerinden biri şudur:

“Memleketin üniversite profesörleri, yazarlar, gazeteciler ve subaylar gibi uyanık ve faal kuvvetlerini idare etmeyi, kısacası, Türkiye’nin cevherini işlemeyi ihmal ettiniz. Bu işin daha çok üzülecek tarafı, zannımca, biraz daha uzlaştırıcı, biraz daha tatlı bir tavır takınmanın bu kuvvetleri size kazandırmaya kâfi geleceği idi.”

Menderes, halka hizmet daha önemli değil mi gibi sorular sorar. Başgil:

“Biri diğerini ortadan kaldırmaz. Biraz göstereceğiniz yakınlık size memleket aydınlarının sempatisini kazandıracak ve onların gösterdiği bu hüsnü kabul, söz ve kalemle kamuoyunda size sağlayacağı destek bir tarafa, gayretlerinizi sulh ve sükun içinde bütün memleket sathına yaymanıza yardım edecekti.”

Bu konuda merhum Başgil’in “27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri” adlı kitabını tavsiye ederim.

İKTİDARDA DÖNÜŞÜM

Menderes birikimli ve sıcak kanlı bir insandı. Metin Toker gibi şiddetle muhalif bir gazeteci şöyle yazar:

“DP yöneticilerinin özellikle Adnan Menderes’in CHP’lilere nazaran daha büyük düşündükleri, daha geniş ufka sahip oldukları reddedilemez.” (DP’nin Altın Yılları, s. 241)

İktidara geldikten sonra Menderes ve arkadaşları özgürlükleri genişlettiler, ekonomiye dinamizm kazandırdılar. Anadolu insanı ilk defa “talep eden halk” oldu.

Fakat sürekli alkışlar, çok büyük işleri yapıyoruz duygusu ve uzayan iktidar yıllarında alkışlara, güce kudrete yapışkanlık oluşması başlangıçtaki duyguları değiştirdi: Herkes onları takdir etmeliydi. Eleştirenler kötü niyetliydi...

Celal Bayar, Meclis’in yüzde 80’i DP’li olduğu halde memur evlerinden CHP’ye oy çıkmasını “nankörlük” olarak niteliyordu!

Menderes’in özelikle 1957’den itibaren adliyeye, üniversiteye, basına lanetler yağdıran konuşmaları vardır.

Güç, onları, eleştirdikleri Tek Parti’ye dönüştürmüştü: Otuz yıllık Tek Parti rejiminin “kuvvetler birliği”ni şimdi Bayar ve Menderes savunuyordu!

TARİHİN DERSİ

Muhalefetin ve aydınların seslendirdiği basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği gibi konularda Başvekil Adnan Menderes 16 Temmuz 1959 günü DP Grup toplantısında konuşuyor:

“Memleket bizden bu gibi hizmetler (yol, su, okul vb) istiyor. Muhalefetin sözünü ettiği ve önemli dediği meseleleri hamd olsun bizim köylümüz bilmiyor, ehemmiyet vermiyor, hatta haberdar bile değildir…” (Rıfkı Salim Burçak, On Yıl, s. 612)

Aydınların desteğini Tek Parti niye kaybetmişse, 1950 ortalarından itibaren DP iktidarı da aynı sebeplen kaybetmişti: Otoriterleşme, yasakçı, üsttenci dil..

Bölükbaşı bile dokunulmazlığı kaldırılıp iki defa hapsedilmişti!

Milliyetçi muhafazakar aydınların Millet Partisi’ne, liberal aydınların Hürriyet Partisi’ne gitmesi, CHP’ye kuvvetler ayrılığı gibi ‘yeni’ fikirlerle taze kan aşılamaları karşında DP öyle bir duruma düşmüştü ki, sadece kamu kaynaklarını zorlayarak inşa edilen eserlerin propagandasını konuşabiliyordu, düşünceleri etkileyemiyordu.

Keşke Başgil gibi aydınları dinselerdi, değil mi?

Tarihin dersi; milletler için güvenli yol kuvvetler ayrılığına dayalı özgürlükçü anayasal devlet modelidir.

Vatandaşlıktan milliyete, milliyetten kimliğe hainlik Kutlu Kağan Dalkılıç/31.05.2020


Türk modernleşme serüveninin en girift sorunlarından birisi, şüphesiz toplumsal sözleşme krizidir. Bugün yaşadığımız sosyal ve siyasal sorunların büyük bir kısmı da analitik bir gözle bakıldığında; yine bu sözleşmenin türüne, yapısına ve hedeflerine dair “vatandaş ve devlet” denkleminde yarattığı açmazlarda görülebilir.

Türk devlet geleneğinde devletin görkemli konumu, sosyolojik anlamda ve antropolojik kültürümüzde yeryüzünde tanrı yerine ikame edilen devletin kutsallığı ve yöneticiye bahşedilen kut anlayışı, devletin mülkiyet haklarını elinde tutmasıyla yok olmuş ekonomik ve sınıfsal talepler gibi sair sebepler Türk toplumunun geleneksel haritasında ilk bakışta karşımıza ayan beyan çıkan sorunlardır. Bu durum modern devlet serüvenimizde, tarihten ve kültürden devraldığı sorunları gerek avantaja gerek dezavantaja dönüştürerek sürdüren bir hikâye olarak karşımıza çıkıyor. Cumhuriyetle birlikte elbette modernleşmenin de gereği olarak, devlet ile vatandaşın bir anayasa ile tanımlarının belirlenmesi gerekliliği, Kemalizm’i birtakım devrimlere ve akabinde kültürel değişimi derinleştirecek inkılaplara da mecbur bıraktı. Zira yurdun her köşesindeki köylüyü de kentliyi de aynı temelde eşitlemek, etnik veya mezhebi farklılıkları da aynı potada eritmek için elde harikulade bir enstrüman vardı: Vatandaşlık.
***
Fakat bu vatandaşlık tanımının yapılabilmesi için elbette öncelikle devlet ile vatandaş arasındaki sınırların çizilmesi, karşılıklı hak ve görevlerin belirlenmesi gerekiyordu. Bu anlamda Kemalizm gerek Kıta Avrupası’nda ortaya çıkan toplumsal sözleşme modellerinden gerekse yerelin kültürel özelliklerinden etkilenerek bir sözleşme modeli ortaya koydu ve bu sözleşmenin sosyal ve siyasal olarak hayatın içinde bir pratik kazanması için büyük bir mücadele verdi. Sonuçlarını konuyla ilgili bir parantez açtıktan sonra tartışalım…

Hobbes ile başlayan sözleşme modelleri; Locke, Kant, Rousseau gibi filozoflarca tartışılarak devlet ile vatandaş arasındaki pozisyonu Kıta Avrupası’nda tartışmaya açtı ve devletin de vatandaşın da sınırlarının belirlenmesine oldukça yardımcı oldu. Bu filozoflarda toplumsal sözleşme biçimleri her ne kadar farklı araçlar ve amaçları, ahlaki kaideleri veya kaidesizlikleri ihtiva etse de temelde “evrensel etik”ten türeyen “rızaya dayalı sözleşme”cilik vatandaşlığın temel şartlarından birisi oldu. Bu modellemelere göre, her ne kadar kendi içinde farklılıklar olsa da, devlet ile vatandaş simetrik bir pazarlık ile asgari bir siyasal dengeyi yaratmak ve onu korumak için bir mutabakata imza atmış kabul edildi. Bu durum devletin meşruiyetini sağlamakla beraber vatandaşın da devlet karşısında temel taleplerinin hayata geçirilmesini de görece biçimde sağladı.
***
David Miller gibi düşünürler liberal milliyetçilikten hareketle, ait olduğunuz milliyete karşı insanlığa duyduğunuz “evrensel etik”ten daha özel sorumluluklarınız olduğunu düşünüyorsanız yani “partikülarist etik”ten yanaysanız milliyetçisinizdir diyor. İşin liberalleri ilgilendiren tarafında ise Miller, bu partikülarist etiğin evrensel etiği ihlal etmediğini nihayetinde her milliyetin bu partikülarist etiği kullanma hakkının olduğunu da söylüyor. Buraya kadar sorunlar pek göze çarpmıyor, sorun bu milliyete duyulan aidiyetin nasıl bir toplumsal sözleşmeye evrileceği ve devletin nasıl bir enstrüman olarak şekilleneceği konusunda düğümleniyor.

Miller, liberallerin temelde evrensel etikten hareketle hazırladıkları “rızaya dayalı sözleşme”ye alternatif bir “milliyete dayalı sözleşme” öneriyor. Vatandaşlık kavramı milliyeti aşan bir kapsayıcılığa sahip olduğundan bu durum önerilen alternatife bağlı olarak devletin ve vatandaşlığın sınırlarını tabii olarak daraltıyor. Tekrar yarım kalan tartışmaya bu parantezi kapatarak dönebiliriz.
***
Kemalist dönem üzerine çok şey yazıldı çizildi ancak henüz odanın dip köşe temizliğinin yapılmadığını, derinlerdeki tozların süpürülmediğini ve hatta kamuya mal olmuş bu tartışma alanlarının üzerinde en az düşünülen meselelerden biri olduğunu bu sözleşme modellerini incelediğimde fark ettim. Kemalizm, temelde Fransız tipi sivil-kültürel-medeni milliyetçiliği ve milliyete dayalı sözleşme modelini esas almış bir sistem. Bu sivil milliyetçiliğe göre vatandaşlık tanımı, egemen ulusun kültürel ve anayasal hegemonyasını korurken aynı zamanda görece biçimde sınıflar ve sosyal gruplar arasındaki bürokratik dolaşımı da sağlayan, buna imkân alanı açan da bir sistem. Dolayısıyla tanımladığı sözleşme modeli görünürde “rızaya dayalı vatandaşlık” zannedilse de içerik olarak doğrudan “milliyete dayalı sözleşme”yi işaret ediyor. Bir başka deyişle her ikisini aynileştirmeye çalışıyor.
***
Vatandaşlık tanımının herhangi bir sosyal-siyasal mikro aidiyeti zikretmeden yapılmış olması “rızaya dayalı sözleşme” yanılsamasına sebep olabilir; ama asıl hedeflenenin Türk milliyetinin anayasal ve kültürel hegemonyası, ulus devletin adeta anayasal tapusunun Türk milliyetine kültürel aidiyetten geçmesi “milliyete dayalı sözleşme”nin temel amaç olduğunu gözler önüne seriyor. Hatta bu anlamda sivil-kültürel-medeni milliyetçilik bir manivela olarak kullanılıyor. Vatandaşlık ile milliyet arasındaki makas açıklığı “sivil-kültürel milliyetçilik” gibi geçirgen bir köprü ile aşılmaya çalışılıyor. İşaret edilen milliyet, sivil milliyetçilik yardımı ile alanını genişletmek suretiyle vatandaşlık seviyesine yükseltilmek isteniyor. Günün sonunda, milliyete duyulan aidiyetin vatandaşlık konumuna yükselmesi yerine; vatandaşlığın milliyete duyulan aidiyete indirgendiğini görüyoruz. Devletin pratik uygulama alanında ise alan birkaç kat daha daralıyor. Vatandaşlığı anayasada tariflediği milliyet kavramına, bu milliyeti de otoritenin ideolojik pozisyonuna indirgemesi oldukça dramatik ve büyük bir krizin de kapısını açıyor.

Vatandaşlığın sınırlarını otoritenin milliyet algısı her neyse, onunla daraltmış ve devleti de bu “milliyete dayalı özel yükümlülükleri” yerine getiren bir enstrümana dönüştürmüş oluyorsunuz, bu durum devletin gündelik hayatta sınırlarını mevcut otoritenin kimliksel uygulamalarıyla birlikte daha da daraltıyor. Bu sayede devleti görece sübjektif bir alana hapsetmiş, sınırlarını otoritenin belirlediği “kimliksel milliyet”e dayalı özel istekleri yerine getiren bir güvenlik ve hizmet alanına sıkıştırıyorsunuz. Mevcut otoritenin devlet yönetirken tariflediği kimliksel milliyete, bugünün tarifiyle “yerli ve milli”liğe, aidiyet duymayan vatandaşların, dolayısıyla ekseriyetle muhalefetin, kamusal yarardan eşit biçimde faydalanmak şöyle dursun, bir de “hain” olarak kodlandığı bir sisteme kapı açıyorsunuz. Hainlik kavramı kolaylıkla siyasallaştığı gibi, her iktidar tarafından yeniden tariflenen ve devleti güdüleyen bu “milliyete dayalı sözleşme”nin sonuçlarının muhalefetteki vatandaşları da kolaylıkla kriminalize ettiği görülüyor. Dolayısıyla gün içinde tariflenen “milliyet” her neyse; bir modernleşme krizi olarak, onun dışında kalan hainliğe elverişli milyonlarca vatandaşınız oluyor.
***
Kemalizm ile başlayan ve modern devlet krizi olarak devam eden bu milliyete dayalı sözleşme ve vatandaşlık sorunu, dün resmi ideolojiyle mündemiç milliyetin dışındaki muhalifleri hainleştirirken, bugün de iktidarın ideolojisiyle mündemiç milliyetin dışındaki muhalifleri hainleştiren bir gelenek olarak devam ediyor. Siz, rızaya dayalı sözleşmeyle kurulduğunu sandığınız devletin hür ve eşit “vatandaş”ı olarak siyasal tercihinizden bağımsız biçimde “kamusal yarar”dan eşit biçimde rol almayı bekleyedurun. Siyasal aidiyetin vatandaşlık ile eşitlendiği ve bunun bir devlet geleneği haline geldiği güzel ülkemizde, muhalif bir akademisyenken cezaevine, muhalif bir sivil toplum aktivistiyken teröristliğe kadar geniş ve görkemli sürgünler sizi bekliyor. Oysa memleketin gerçek vatandaşı yalnızca günün “milliyete dayalı sözleşme”sine sıkı sıkıya bağlı siyasal aidiyet duyanlar olmaya devam edecektir

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Bu borç ancak adâletle ödenir! Servet AVCI/30 Mayıs 2020


Son zamanlarda 'o dil' yine kendini göstermeye başladı… 2010 referandumunun gizli öznesi 'Yargıdaki Alevî yapılanmayı kırmak'tı… Alttan alta bu fitne işlenmişti hep… Bu dille sözde 'Sünnî taassup' o kampanyanın lokomotifi yapılmıştı… Oysa bu dil ne büyük tehlike içeriyordu değil mi? Bugün çok daha iyi anlaşılıyor…
Ülkemizde nüfusun yaklaşık yüzde 20'si Alevîlerden oluşuyor... Kontenjan gibi asla değil ama kaba bir oranlamayla 15 civarında Alevî vali olması daha şık durmalıyken, sormak lâzım, bir tek Alevî vali atanmış mı? Yoksa neden yok ve bu yokluktan sağlıklı ve rızaya dayalı bir 'millî birlik' çıkar mı?
Bakan, bakan yardımcısı, genel müdür, kaymakam vs. nedir oran? Sonra kardeşlik ve millî birlik edebiyatı!..
Ülke gerçekten zorda ve millî seferberlik şart... İyi de uygulama böyle mi olmalı? Etnik yoğunluklu ateşin kıyısındaki bir ülke kendisini ateşten böyle koruyabilir mi?

Bir kere, işe girişlerde, istisnaî iş kolları hariç, mülâkat sistemi varsa, partizanlığın bu kadar yükseldiği bir dönemde asla adâlet olamazdı...  Bu uygulama ihtiyaç sahipleri arasında içten içe öfkeyi biriktirirdi sadece...
Demokrasilerde, Alevîler de dâhil, hiçbir mezhebin, cemaatin, tarikatın veya bir başka grubun 'kamu imkânlarını paylaşma kontenjanı' olamaz elbette... Buna karşılık bunların bazılarına paylaştırılıyor ve neredeyse 'özerk alanlar' oluşturuluyorsa, bazıları da tamamen dışlanıyorsa, bu durum ileride doğabilecek sıkıntının kuluçkaya yatırılması demektir...
Ehliyet ve liyakatin ölçü olmaktan çıkıp, yakınlığın, partizanlığın, paranın en belirleyici referans olduğu düzenlerde millî birliğin sağlanabildiğine dair yeryüzünde tek bir örnek yoktur, olamaz da...
Millî birliği gerçekten arıyor musunuz? O zaman yokluğu da varlığı da adaletle paylaştıracaksınız...
'Klan'ınızdan olmayanlara 'öteki' muamelesi yapmayacaksınız... Yakanızdaki rozetten çok daha büyük değerler olduğuna inanacaksınız ve kardeşliği orada arayacaksınız...
***Ülkeyi yönetenlerin görmesi lâzım: Toplumsal kesimler arasındaki hoşgörü azalıyor, gerilim artıyor... Millî birliğimizin bu yönde törpülendiğini ve bunun artması durumunda dış etkiye açık biçimde düşmanlığa dönüşebileceğini fark etmek gerekiyor...

Yıllardır ara ara bu konuya temas ediyorum ve 'İslâmcı'ya can sıkıcı sorular'da yazmıştım... Toplumu oluşturan farklı kitlelerin birbirine tahammülsüzlük eşikleri gittikçe düşmekte, gerilim yüklü toplumsal adacıklar oluşmaktadır... Bir arada barış içinde yaşama duygusu son yıllarda böylesine gerilerken, 'kendi taraftarlarını bloke etme' esasına dayanan kutuplaştırmanın buradaki payı nedir?
Farklı kesimlerin veya bireylerin, kendilerini ifade, temsil ve kamu imkânlarından faydalanma konularında 'adaletsizlik mağduru' gibi gördükleri bir düzen, işte o 'toplumsal adacıklar'ın artmasına, aradaki yapay duvarların kalınlaşmasına ve birilerinin diğerlerine karşı husumet beslemesine yol açıyor...
Ülkede gerilimin yükseldiği bu denli açık bir gerçekken, etrafımızdaki ateşin içeriyi etkileme potansiyeli bu kadar yüksekken, kardeşliğimizi tahkim etmek ve aramızdaki tahammül duygusunu geliştirmek bizler için tercihten öte bir mecburiyetken, bu dilden, bu hırstan, bu öfkeden gerçekten millî birlik çıkarabilir miyiz?
Artık herkesin ifade ettiği 'bekâ sorunu'nu bu yöntemle aşabilir miyiz?
***Bu soruları dün sorduk, bugün de soracağız, yarın da… Etrafımızda 'mezhep kavgaları'nın veya 'mezhep kökenli ittifaklar'ın bölgeyi nasıl ateşe verdiğini ve bundan sonra da verme potansiyeli taşıdığını görebiliyoruz…
Türkiye bu anlamda, barış, kardeşlik ve huzur adına bir 'vaha' olarak kalabilmeli…
Alevîlere veya başka toplumsal kesimlere yönelik pozitif ayrımcılığı savunan yok ama negatif ayrımcılık da olmamalı…
Millî birliğimizin en önemli unsurlarından birisi olan Alevîler, Maraş, Çorum ve Sivas gibi alçakça provokasyonlar sonucu yaşadıkları ağır travmaya rağmen bu sınavı -ezici oranda- hep başarıyla verdiler…
Kardeşlik hukukumuz onlara borcumuz olduğunu gösteriyor… O borç, hayatın her alanında uygulanacak 'adâlet'le ödenir ancak…

Umudu azalanlar ve artanlar Ali Bayramoğlu/30.05.2020


Gelecek Partisi ile Demokrasi ve Atılım Partisi, siyasete yeni katılan iki siyasi parti iktidar partileri tarafından hakaret, küfür, itham yağmuruyla karşılandı.
AKP ve MHP ikilisi her koldan çalışıyorlar.

Babacan ve Davutoğlu’nun, muhtemel bir erken seçime katılabilmek için, zamanında İYİ Parti’nin yaptığı gibi diğer partilerden milletvekili ödünç alarak grup kurma ihtimalini engelleyecek yasa tasarısı hazırlığı yapıyorlar. Gerekçelerine kıyasla yüzlerini kızartacak bu hazırlığı sıkılmadan “siyasi ahlak” gereği olarak tanımlıyorlar.

Genel olarak muhalefetten, özel olarak yeni partilerin varlığından o denli rahatsızlar ki, doğrudan o varlığın kendisini hedefliyorlar. Siyaset dışı ve karşıtı bu tutumla polemik dilinin düzeyini az görülür biçimde düşürüyorlar., Siyaset yapıyoruz gerekçesiyle, kendi duruşları dışında her tutumu darbecilik iddiasıyla boğarak, tekelci ve tekçi bir sistemi vaz ederek  “siyaset dışı”, “siyaset karşıtı” bir söylem kuruyor, bir iklim oluşturuyorlar.

MHP’nin, bir süre önce, Ali Babacan’a yönelttiği,  yediği kaba pisleyen, çıktığı evi taşlayan, FETÖ’nün yedek akçesi, PKK sevicisi” sözleri, iktidarın küçük ortağının “siyaseti” düşürdüğü seviyeyi gösteriyor.

Erdoğan da CHP’ye karşı kullandığı dil de bundan geri kalmıyor. Korona günlerinde her ekrana çıkışında, konuşmasının ikinci bölümünde CHP’ye, PKK’cı, FETÖ’cu, darbeci demeyi hiç ihmal etmeden sürdürmesi buna örnek.

Bu tarzın bildik türlü adları var. İktidarların varlığını tehdit, cebri, fiili, siyaset dışı yollarla bertaraf etme dünya siyasetinde siyasette hangi geleneği tarif eder, bilen bilir. 

Demokrasi ve Atılım Partisi kurucularından, İstanbul milletvekili Mustafa Yeneroğlu, verdiği bir röportajda, MHP’nin Babacan’a yaptığı saldırıyla ilgili olarak şunları söylemiş: “Siyasi partiler toplumun sorunlarına çözüm üretmek için vardır, partiler toplumu ayrıştırmak, korkutmak, küfür kültürüyle toplumu zehirlemek için yoktur.

Böyle açıklama yaptığı zaman, bunu yapan “beni hiç ciddiye almayın, ben bu ülkenin geleceğiyle ilgili iddiaya sahip değilim” demek istiyor.

Belki bir iddiaya sahip değil, ama büyük ortağıyla birlikte iktidarı kendisine ebedi hak olarak görme eğiliminde, bunun yollarını arıyor, işi iyice çığrından çıkarmaya çalışıyorlar

Bu sembolik şiddet dili, kaybetme riskinin ve iktidara yapışma arayışının artmasının bir sonucudur.

Dün yayınlanan Avrasya Şirketi’nin bir kamuoyu araştırması MHP’nin yüzde 8,5’la, CHP (30) HDP (10,4), İYİ Parti’den (10,2) sonra ancak 5. Sırada yer aldığını ve büyük ortağı olmadan parlamento dışına doğru yol aldığını gösteriyordu. Aynı durum, AK Parti için de geçerli. Bu siyasi partinin oyları yüzde 34,5’a gerilemiş durumda. Onun da küçük ortaklarına ihtiyacı var. Aslında bu bile yetmiyor, AKP-MHP-BBP’nin toplam oyu yüzde 45 görünüyor. Onları “kurtaracak” yüzde 5-6’lık oy daha şimdiden GP ve DEVA’nın hanesine yazılmış durumda. Babacan 3,2, Davutoğlu 2,3 orana sahip. Babacan’ın oyunun her geçen gün artacağına, sakin söylem ve tutumunun bir karşılık bulacağına şüphe yok. Davutoğlu ise ise, tüm medya ve görünürlülük olanıksızlıklarına rağmen, iktidarı hırpalıyor.

İktidar partilerini baskın bir seçimin kurtaracağı da çok şüpheli.

DEVA ve GP’yi parlamento seçimi dışında tutucak bir düzenlemenin, yeni bir “23 Haziran İstanbul seçimleri etkisi” yapması ihtimali var. Adaletsizliğe ve haksızlığa tepki, başkanlık seçimlerinde Erdoğan’ı emekli edebilir.

...

Batı’nın ahlakını mı alsaydık yoksa? İbrahim Kiras/30.05.2020


İlk kim söylemiştir, bilmiyorum: “Batı’nın teknolojisini alalım ama ahlakını almayalım” diye çok meşhur bir laf vardı eskiden.
Yani 18. yüzyıldan itibaren askeri ve siyasi sahada bizden üstün hale geldiklerini fark ettiğimiz Avrupalıların teknolojisi iyi, ahlakı kötüydü bize göre.

Bilimin ve bilimsel bilginin uygulama alanı olan teknolojinin, kendisini üreten toplumun zihniyet yapısından bağımsız işleyemeyeceğini görmeyen bir yaklaşım bu.

Aynı zamanda ahlak kavramını özellikle kadının giyim kuşamı ve davranışlarının çerçevelediği çok dar bir alana sıkıştıran anlayışın ifadesi.

Çünkü bizim toplumda “Aman ha, Batı’nın ahlakını almayalım” derken kastedilenin ne olduğu bellidir. Kadınların açık saçık giyindiği, kız-erkek arkadaşlığının ayıp sayılmadığı bir yerdir Batı. Ahlak kavramının içerdiği başka değerler konusunda ne durumda oldukları fazla önem taşımaz. Ne hırsızlık ne yolsuzluk ne iltimas ne de akla gelebilecek herhangi bir haksızlık ve suiistimal bir kadının giyiminde ve davranışlarında tespit ettiğimiz “sınır aşma” kadar vahim olaylar değildir. Biraz daha dindar olanlarımız için bunun arkasından içki içmek gelir. Öbürlerinin hepsi bu ikisinin ardından sıralanır. Batı’nın ahlakını almamak işte bunun için önemlidir.

Ne var ki aslında bu yaklaşımı doğru kabul etsek bile “Batının ahlakını almama” tavrında önemli bir hususun atlandığını fark etmemiz gerekiyor. Ahlak yalnızca günlük hayatta toplum içindeki davranışlarımızın genel kabul görmüş kurallara veya normlara uygunluğu demek değildir. Batı dillerindeki moral ve etik ayrımında olduğu gibi daha derin bir boyutu vardır ahlakın.

***

Moral değerler başkalarının yanında nasıl davranacağımızı belirler. Etik değerler ise yalnız başımızayken nasıl davranacağımızı da belirleyen temel ilkelerdir. Sözgelimi şöyle ya da böyle giyinmek moral değerler kapsamındadır. Buna karşılık mesela dürüstlük etik değerdir. Bir toplumda moral ve etik değerlerin ayrı ayrı ürettikleri kurallar, kurumlar, normlar, prensipler vardır. Kadın erkek ilişkilerindeki kuralları moral değerler, kadın ile erkek arasındaki eşitlik konusundaki normları etik değerler belirler.

“Aman almayalım” dediğimiz ahlak Avrupalıların moralite dedikleridir. Buna mukabil bugün Avrupa’da kanun üstünlüğünü, bağımsız yargıyı, inanç ve düşünce hürriyetini görüp “Keşke Batının teknolojisi yerine ahlakını alsaymışız” diyenlerin kastettiği ise etik değerlerin ürettiği normlar ve kurumlar.

Bu noktada karşımıza çıkan soru şu: Sözgelimi devlet kapısında iş bulmak için “bir dayıya sahip olmanın gerektiği” toplumun ahlakının yerine her görevlinin yerleşik kurallara uygun biçimde ehliyet ve liyakatine göre belirlendiği toplumun ahlakını getirip yerleştirebilir miyiz? Bu kolayca mümkün olacak bir işlem değil maalesef.

Başka bir bahçede beğendiğiniz bir ağacın dalını alıp evinize götürürseniz bir süre sonra elinizde kuru bir odun parçası kalır. Yaşaması için ağacın gövdesini köküyle birlikte alıp kendi bahçenize dikmeniz gerekir. Benzer şekilde kurumlar ve kurallar da tek başına bir toplumdan bir başka topluma tam manasıyla transfer edilemez.

Ama bir toplumdaki işleyişin bir diğer topluma ilham vermesi, örnek olması elbette mümkündür. Dolayısıyla “Batı’nın teknolojisini alalım ama ahlakını almayalım” diyenlerin de aralarında olduğu Osmanlı aydınlarının modernleşme çabasında Avrupa’yı örnek almaları kadar doğal bir şey olamazdı.

***

Bernard Lewis’in muhtelif kitaplarında ve makalelerinde hep üzerinde durduğu bir husus vardır: 19. yüzyıldan önce İslam dünyasıyla ve hususen Türk toplumuyla Avrupalılar arasında çok az ilişki vardı. Neredeyse ancak harp sahasında birbirlerini görebilen bu iki toplum arasındaki asıl tanışma, Avrupalı tacirlerin seyahatleri bir yana bırakılırsa, 19. yüzyılın başından itibaren buradan Avrupa ülkelerine gönderilen diplomatlar, eğitim için giden gençler ve “gönüllü siyasi sürgün” diyebileceğimiz bazı aydınlar aracılığıyla gerçekleşti.

Geçmişte “kara dinli kara donlu pis kafirler” diyerek aşağıladığımız, sonraları ise askeri, siyasi, ekonomik ve teknolojik üstünlüklerini kabul edip imrenmeye ve bazı uygulamalarını taklit etmeye çalıştığımız Avrupalıları bundan iki yüz yıl önce kurulan söz konusu ilişkilerle daha yakından tanımaya başladık.

Siyasi kaçak olarak Avrupa’ya giden aydınlarımızdan Ziya Paşa’nın izlenimleri şöyleydi: “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün virâneler gördüm.” Mehmet Akif ise bu çelişkiyi “Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi” diye yorumlayacaktır. Yani sorun bizde, dinimizde değil. Onların başarısı da dinlerinden dolayı değil.

Akif’in de içlerinde yer aldığı Meşrutiyet devri İslamcıları bu yaklaşım doğrultusunda “Batı’nın teknolojisini alalım ama ahlakını almayalım” prensibini benimsemiş görünürler. Mamafih biraz da modernleşme atılımlarına karşı toplum içindeki direnci kırmak için bu argümanın kullanıldığını düşünmek pek yanlış olmasa gerektir.

Yazının başında “bu sözü ilk kim söylemişti, bilmiyorum” dedim ama galiba Namık Kemal’in bir makalesinde bu anlama gelebilecek bir ifade vardı. Şu anda eliminin altında ilgili kaynak olmadığı için bakamıyorum, yaklaşık olarak “Avrupalıların danslarını, modalarını ve kıyafetlerini alacak değiliz. Bizim kültürümüz hepsinden güzel” mealinde bir laftı. Muhtemelen modernleşmeye bu bahaneyle itiraz edenlere veya modernleşmeyi taklitçi bir anlayışla savunanlara cevap mahiyetindeydi.

Ne var ki Kemal’in yazdıklarına bir bütün olarak bakıldığında görülür ki vatan ve hürriyet şairimiz Avrupa’nın yalnızca teknolojisini almakla iktifa etme yanlısı değildir. İslam dünyasının ve münferiden Osmanlı’nın içine düşmüş olduğu durumdan kurtuluşu için demokrasi (şura), anayasa, parlamento gibi kurumları, kuvvetler ayrılığı, adalet, hürriyet, vatan sevgisi gibi prensipleri ve değerleri almak gerektiğini ama bunların aslında Batı’nın malı değil insanlığın ortak birikiminin ürünleri olduğunu, nitekim İslam’ın ilk zuhurundaki yönetim şeklinin bir tür cumhuriyet ve demokrasi olduğunu savunur.

Dolayısıyla zaman içinde bambaşka bir zihniyetin ifadesine dönüşmüş olan “Batı’nın teknolojisini alalım ama ahlakını almayalım” prensibini Namık Kemal’e izafe etmek haksızlık olabilir. Ama aynı şekilde bu prensibi tarihî bağlamından ayrı ele alıp peşinen gericilik, tutuculuk olarak yaftalamak da doğru olmayabilir.

29 Mayıs 2020 Cuma

Siyasette farklı bir heyecan Ahmet Taşgetiren/29.05.2020


Türkiye’de yeni bir heyecan ikliminin oluştuğu belli. “Ana akım” medyanın görmediği ama alternatif iletişim kanallarından başlayıp toplumun kılcal damarlarına intikal eden bir heyecan bu.
İki isim etrafında oluşan iki yeni siyasi hareket bu heyecanın kaynağı.

Bir şeylere tekabül ettikleri açık ki heyecan üretiyorlar.

Mesela her gün hemen tüm kanallarda toplum önüne çıkan, üstelik statü sahibi isimlerin ürettiği bir heyecandan söz edilemiyor. Aksine her çıkış “fazlalık” gibi, “medyanın tepe tepe kullanılışı” gibi gözüküyor, bir tür yıpranmayı derinleştiriyor. 

Heyecan iki isimle bağlantılı, dedik, aslında onlar bilinmeyen – tanınmayan isimler değil.

Ama belki de bilindikleri için, bilinir olmaktan yola çıktıkları için heyecan kaynağı oluyorlar.

Üstelik üzerlerine dün birlikte yol yürüdükleri dostları tarafından “İhanet” yaftası vurulmasına rağmen heyecanla karşılanıyorlar.

Bunda en belirgin sebep ne olabilir?

Sanırım, mevcut gidişi değiştirebilme ümidi.

Ak Parti ve MHP’nin organik ortaklığı, Doğu Perincek’in 28 Şubat heyecanlarıyla (!) dışardan desteklediği siyasi iktidar sayısal olarak en güçlü günlerini yaşıyor. Tüm devleti kullanıyor. Tüm medyayı kullanıyor.

Ama sanki bir süredir ürkmüş gibi bir görüntü veriyor. “Bu heyecan ne ki?”

İlginç bir tespit şu olmalı: MHP Ak Parti üzerinden derin bir iktidar sürdürüyor. Perincekgiller, “başka bir iktidar” heyecanı yaşıyorlar, asıl tedirginlik Ak Parti cenahında. MHP’ye mecburiyet, evet mutlak otorite olmayı getirdi, ama ortada Ak Parti kimliği kalmadı. Başka bir parti kimliği oluştu. Eminim birçok Ak Parti mahfilinde şimdi “Biz bize mi benziyoruz MHP’ye mi?” sorusu soruluyordur.

Ak Parti uzunca bir zamandır kendi kendisi ile sancılı, bir, Cumhur ittifakı ile sancılı, iki, ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile sancılı, üç. “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan nerede dursun?” sorusunun içe sinen bir cevabına ulaşılmış değil. Cumhurbaşkanı olsa parti başkanlığı sakil duruyor, parti başkanlığından kopsa Cumhurbaşkanlığında rahat edemiyor. Sorun derin.

İki adam. Ahmet Davutoğlu’na güvenmiş, Başbakanlığı emanet etmişsiniz, Ali Babacan’a ekonomiyi. Onları tanıyorsunuz. Şimdi niye sizin yanınızda değiller? Üstelik şimdi niye, yeni siyasi hareketlerin mimarı olmaya soyundular? Üstelik bunun ne kadar çetin bir iş olduğunu bildikleri halde?

Terslik, “Başbakanlığı verip başbakanlık yapmamasını istemek”ten başlıyor aslında. Sonra paçalarına birtakım odakları saldırtmaktan. Sonra parti içinden Başbakanınıza karşı kumpas kurmaktan. Partili herkesi “Başbakanını arkadan hançerleyen adamlar” haline getirmekten. “Temiz kalalım, şeffaf olalım, üzerimize düşen sorumluluğun hakkını verelim” demekten başka suç isnat edilemeyen insanı güdümlü medya köşelerine – Pelikanlara yem yapmaktan…

Terslik, ekonomiyi alıp yıllarca yüz ağartan bir performansla Ak Parti iktidarlarının karnesini küresel seviyede yüksek notlarla dolduran, üstelik en küçük bir akçeli probleme imkân vermeyen bir insanı, Saray danışmanlarıyla harcama sürecinin devreye sokulmasından başlıyor.

Ak Parti tabanı, muhafazakâr camia, Ahmet Davutoğlu’nu da tanıyor Ali Babacan’ı da. Nâsıyesi (alınları) temiz kalmış insanlar onlar.

Çıktılar ve konuşmaya başladılar. “Şunlar yanlış” diyorlar, “Şu iş tutuş tarzı yanlış” diyorlar. “Geldiğimiz yer yanlış” diyorlar. “Misyona ağır bir bedel ödetiliyor” diyorlar.

“Türkiye bunu hak etmiyor” diyorlar. İyi şeyleri inkâr etmiyorlar. Geçmiş dostlukları çamura bulamıyorlar. Ama “Değerlerimiz bizden öncelikli, Türkiye bizden öncelikli” de diyorlar.

Aslında kimse onlara “Söyledikleriniz yanlış” demiyor. Bilinip de söylenmeyeni söylediklerini herkes biliyor. Halının altına süpürülünce kirlerin kaybolmadığını, onları ortaya çıkarıp temizleme – temizlenme sürecini başlatmanın doğru olacağını ifade ediyorlar.

Devleti biliyorlar. Devletin içinden geldiler çünkü. Dünyayı biliyorlar. Görevleri zamanında dünya ile temasın bütün varyasyonlarını yaşadılar çünkü.

Onun için Babacan’ın bazı şeylerin “Parmak çıtlatırcasına” kolay çözüleceğini söylemesi, MHP için “Harry Potter”dan mülhem “Ali Potter” alayına konu olsa da yadırganmıyor. Bilirseniz parmak çıtlatırsınız, bilmezseniz efsunlu işler içinde görürsünüz.

Tarihin tekerleği farklı dönmeye başladı. Bana göre kimlik değiştirmiyor Davutoğlu ve Babacan, kendi kimlikleri içinde “Türkiye bileşkeleri” oluşturarak yeni, zor bir işe soyunuyor, bir hizmet çığırı açmaya çalışıyorlar.

Birlikte olsalardı, seslerini duyar gibiyim. Kim bilir belki o günler de gelir, kim bilir belki böyle çıkmanın da artıları olabilir, kim bilir belki şu an böylesi rasyoneldi, kim bilir belki de o sesler haklıdır…

Her şey bir yana “Heyecan” gerçek. Bu heyecanın ne anlama geldiğini en iyi Ak Parti’nin kuruluş günlerini yaşayanlar bilir.

Sağıyla, soluyla 27 Mayıs Taha Akyol/29.05.2020


Merhum Adnan Menderes Yassıada’daki hücresindedir. Penceresinin perdesini açması izne bağlıdır. Hücrenin içinde, her saatte rap rap değişen bir subay sürekli nöbet tutmaktadır.
Hücrede 24 saat ışık yanmaktadır.

Menderes kapının üstündeki camsız küçük pencereden, Celal Bayar’ın Avukatı Gültekin Başak’ı görür, seslenir, “Gültekin Bey, benim avukatım geldi mi, gördünüz mü?”

Koridorda bulunan “altın dişli, sarı saçlı iri yarı teğmen” hışımla kapıyı açıp Menderes’i dövmeye başlar. İzin almadan nasıl konuşurdu böyle!

Av. Başak, hiçbir şey yapamadan sessizce geçip giderken hâlâ “dövme, sövme sesleri” geliyordu. (Celal Bayar, Kayseri Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları, s. 30)

MENDERES ERİMİŞ VE BİTKİNDİ

Yassıada’da 14 Ekim 1960 günü, 401 sanıklı anayasayı ihlal davasının ilk duruşmasında merhum Adnan Menderes erimiş, çökmüştür; titreyen bir sesle mahkemeden söz ister:

“Bendeniz beş aydan beri tamamiyle tecrit vaziyetinde bulunuyorum. Bir tek odanın içinde ve günün 24 saatinde her saat değişen bir nöbetçi subay beyin nezareti altında hiçbir kelime konuşmamak şartıyla yaşıyorum. Bu itibarla konuşma takatim ve akli melekelerim hakikaten zaafa uğramış bulunuyor…”

Menderes, savunma hazırlayabileceği insani şartların oluşturulmasını istiyordu.

Cunta mahkemesinin başkanı Salim Başol, bu konunun Cezaevi İdaresi’nin ve Komite’nin yetkisinde olduğunu söyleyerek geçiştirecekti. (Emine Naskali, Yassıada Zabıtları, Anayasa Davası, cilt I, s. 24)

Mahkemenin kendisi hukuka aykırıydı, doğal hakim ilkesinin ihlaliyle kurulmuş bir darbe mahkemesiydi.

Bu nasıl bir kin ve nefretti ki darbe yapmıştı, zulmetmişti, idam sehpaları kurmuştu...

‘VATAN HAİNLERİ’

Meselenin temelinde dengesiz ve denetimsiz siyasi güç mücadelesinin yarattığı karşılıklı kin ve nefretler vardır.

DP iktidarı haindi! Kars ve Ardahan’ı Ruslara satıyordu! Gençleri öldürüyor, cesetlerini Et Balık Kurumu’nda kıyma makinelerine gönderiyordu….

Elbette hepsi kuyruklu yalandı. Fakat korkunç kutuplaşma, bu yalanlara inanan kitleler yaratmıştı. Muhalif seçmeler, gazeteciler, profesörler, askerler…

Zulmederken ‘hainleri’ cezalandırdıklarını sanmanın gaddarlığıyla hareket ediyorlardı.

Hukuk profesörleri darbeye ve Yassıada mahkemesine fetva vermekten utanmamışlardı.

VATAN CEPHESİ…

Demokrat Parti iktidarına göre ise muhalefet haindi, Moskova radyosuyla birlikte çalışıyor, ülkeyi anarşi ve ihtilale götürüyordu… Menderes’e göre ancak hainler iktidarın vatana hizmetlerini görmezlikten gelirdi!

İktidar 1951’de liberalleştirdiği basın kanununu 1956’da tekrar 1930’lar modeline döndürüyordu.

Yargıya baskılar yapıyor, Emekli Sandığı Kanunu’nu değiştirerek Yargıtay hakimlerini emekliye sevk ediyor, gazetecileri hapse atıyordu.

Millet Partisini kapatıyor, Osman Bölükbaşı’nın sesini kısmak için Celal Bayar’ın emriyle Kırşehir’i ilçe yapıyordu…

Vatan Cephesi’ni kuruyordu; kimler vatansızdı ki?!

Tahkikat Komisyonu’nu kurarak muhalefette yeni bir tek parti rejimi endişesi yaratıyordu.

Ama bunlar tedbir değil, tahrik etkisi yapıyordu.

18 Nisan’da İsmet Paşa “şartları tamam olursa ihtilal meşru olur” diyerek Metin Toker’in dediği gibi ihtilale yeşil ışık yakıyordu.

BAŞGİL’İN UYARILARI

30 Nisan’da merhum Prof. Ali Fuat Başgil, Bayar ve Menderes’e Tahkikat Komisyonunun derhal kaldırılmasını, CHP ile diyalog kurularak ortak bir seçim kanunu hazırlanıp seçimlere gidileceğinin derhal açıklamasını tavsiye ediyordu.

Fakat Bayar ve ondan etkilenin Menderes, bu son çareyi, son çıkışı reddettiler.

Darbe geldi çattı…  Anayasayı rafa kaldırarak, hukukun temel ilkelerini çiğneyerek, idam sehpaları kurarak… Yargıda tasfiyelerle siyasi kadrolaşmalar yapıp hala bitmeyen yargı kavgalarını tetikleyerek, orduda cuntalara yol açarak Türkiye’nin uzun yıllarını zehirledi.

Kuvvetler birliğini kabul eden 1924 anayasasında siyaseti denetleyip dengeleyebilecek hukuk kurumları yoktu, bunun kültürü de yoktu. O yüzden siyasi ihtiraslar karşılıklı kabardıkça kabarmış, cunta bu ortamı fırsat saymıştı.

Tarihi bugünkü kavgalarda kullanmak için değil, dersler çıkarmak için okumalıyız.