30 Haziran 2020 Salı

Ahmet Davutoğlu'ndan Erdoğan'a ekonomi eleştirisi! "Palavra" Milli Gazete/29 Haz 2020

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu haftalık basın toplantısı gerçekleştirdi. Kovid-19 pandemisinde birinci dalganın etkilerinin devam ettiğini ifade eden Davutoğlu, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın moral verici açıklamalarının, pandeminin kontrolü açısından sahada karşılığı olmadığını savundu.

Önerilen “maske-mesafe-temizlik” üçlüsünün günlük yaşamda kolaylaştırıcı ve uygulanabilir hale getirilmesi gerektiğini söyleyen Davutoğlu, “Maskenin kutusunun 50 liraya satılması, alım gücü zayıf ve asgari ücretli vatandaşımıza ek yük oluşturuyor. Bu durum maskelerin kural dışı kullanımına sebep oluyor. Aynı maske farklı aile bireyleri tarafından bir kaç gün kullanılarak tasarruf yapılmaya çalışılıyor” dedi.

GENÇLER NEDEN "DİSLİKE" DİYOR?
Geçtiğimiz hafta sonu yapılan üniversite sınavlarına da değinen Gelecek Partisi lideri sınava giren gençlere seslendi. “Bu iktidar size ne kadar kulaklarını tıkasa da, sizin duygularınızı yok saysa da siz emin adımlarla yolunuza devam edin” diyen Davutoğlu şunları söyledi:

Bugün gençler iktidara baktıklarında nasıl bir örneklik görmekteler? İfade hürriyetinin tam anlamıyla olduğu bir Türkiye mi görmekteler? Adaletin büyük ölçüde tesis edildiği, hukuk devletinin sorunsuz bir şekilde işlediği bir ülke mi görmekteler? Ayırımcılığın, adam kayırmacılığın, nepotizmin olmadığı bir iktidar mı görmekteler? Liyakatli olanın önünün açıldığı, fırsat eşitliğinin sağlandığı, torpil ve iltimasın olmadığı bir Türkiye mi görmekteler? Bütün vatandaşların eşit bir şekilde muamele gördüğü bir ülke mi görmekteler? Okullarını bitirirken sorunsuz bir şekilde iş bulabilecekleri bir Türkiye mi görmekteler? Maalesef gençlerimiz bütün bu temel başlıklarda bambaşka bir ülke görmektedirler. Onun için de “dislike” demektedirler”.
ALINTERİNİN YERİNİ AKRABA KAYIRMACILIĞI ALDI
İktidarın genç işsizliğin rekor kırmasına yol açtığını belirten Davutoğlu, “1990’lardan beri en yüksek genç işsizliğini son dört yıldır bu iktidar eliyle görüyoruz. Bu iktidar yüzünden liyakatin yerini adam kayırmacılığına, alın terinin yerini akraba kayırmacılığına bıraktığından beri gençlerimiz iş bulamamaktadır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiğinden beri her dört gencimizden birisi işsiz durumda” ifadelerini kullandı.

"TÜRK EKONOMİSİ ÇÖKÜŞ SÜRECİNDE"
Türkiye’nin tarihi bir ekonomik kriz yaşadığını vurgulayan Davutoğlu, Türk ekonomisinin bir çöküş sürecinden geçtiğini savundu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ülkemizin dünya milli gelir sıralamasında 2023 hedefi olan ilk 10 ülke arasına girme hedefine en yakın olduğu dönemden geçmekte olduğu” iddiasının gerçeği yansıtmadığını iddia eden Davutoğlu, “Bu açık bir akıl tutulması ve sorumsuzluktur. Ülkenin Cumhurbaşkanı çok rahat bir şekilde Türkiye’nin üç yıl sonra dünyanın ilk on ekonomisi arasına gireceğini ve bu hedefe en yakın noktada olduğumuzu iddialı bir şekilde söylemektedir. Ülkemizin elbette dünyadaki ilk on ekonomiden birisi olmasını herkesten fazla biz isteriz. Ancak milletimizin gözlerinin içerisine bakarak bu denli açık palavraların ve doğru olmayan bilgilerin söylenmesini hayretle izliyoruz. Ülkemizin ekonomisi bu liyakatsız iktidarın elinde her geçen gün biraz daha küçülürken ilk on ekonomi arasına girmesi söz konusu değildir. Hele hukuku, en temel iktisat kurallarını, siyasi ahlakı, şeffaflığı ve denetlemeyi bu denli ihlal ederken Türkiye’nin dünyada ilk on ekonomi içerisine girmesi söz konusu değildir. Bırakın ilk on ekonomi palavrasını, bu ucube cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile Türkiye’nin ilk 20 ekonomi arasında kalması bile tartışmalı hale gelmiştir.” dedi.

"GENÇ POLİSLERE DEDELERİ YAŞINDAKİ İNSANLARI KOVALATTILAR"
Baroların seçim sisteminin değiştirilmesiyle ilgili çalışmalar ve baro başkanlarının tepkilerini hatırlatan Davutoğlu, “Yine her zaman yaptıkları gibi 'Biz yaptık oldu’ kafasıyla tartışmayı başlattılar. Asgari nezaket ölçüleri içerisinde meselenin tarafı olanları dinleyecek medeni cesareti bile gösteremediler. Onun yerine yine polise, sopaya ve zora sarıldılar. Gencecik polislere babası hatta dedesi yaşındaki insanları otobanlardan kovalattılar. Bu bağlamda baro başkanlarını bulundukları yerde ziyaret ederek dayanışma göstermek isteyen genel başkan yardımcılarımız da engellendi. En temel anayasal hak olan seyahat özgürlüğü, toplantı yapma özgürlüğü beşinci sınıf bir otoriter rejimdeymişiz gibi ihlal edildi. Gerçekten bu görüntülerden sonra bir demokraside yaşadığımızı söyleyebilir miyiz? Avukatlar bile, baro başkanları bile ifade hürriyetini kullanamazsa sıradan vatandaş, gençler, kadınlar, emekçiler… bu insanlar nasıl konuşsunlar” şeklinde konuştu.

“Dün FETÖ’nün AK Parti’ye yaptığını bugün hükümet başkalarına yapmak istiyor” iddiasında bulunan Gelecek Partisi lideri şunları söyledi:

Bakınız eğer her gücü elinde tutan, FETÖ kafasıyla o gücü kutsarsa, o gücü paylaşmak yerine tekeli altına alırsa, o gücü milletin kaynaklarıyla ve imkanlarıyla elinde tuttuğunu, emaneten kendisine verildiğini unutursa ülkemizde gerçek ve tam bir demokrasi perspektifi nasıl ortaya çıkacak? Yargımızı FETÖ yöntemleri ile kontrol altına almaya çalışan blok liste uygulaması da, iktidarın sivil toplumu mikro yapılara bölerek mutlak denetime alma çabası da antidemokratiktir. Bu tablo açık bir şekilde ortada iken ‘Nasıl olsa bize dokunmazlar’ diyerek haksızlıklar ve baskılar karşısında   susan sivil toplum kuruluşları bilsinler ki sıra onlara geldiğinde seslerini haykırabilecekleri bir duvar dahi bulamayacaklardır.
Kapatılma hazırlığı yapılan Şehir Üniversitesi’ne de değinen Davutoğlu, Şehir Üniversitesi’nin kapatılmasına sebep olanlar ve bu süreçte sessiz kalanlar bir daha ilimden, akademik özgürlüklerden, değerlerimizden, vakıf geleneğimizden ve medeniyet kavramından bahsedecek meşruiyete sahip olmayacaklardır. Bir neslin ortak emeğini yok edenler ve buna sessiz kalanlar nice nesiller boyu bir kara liste olarak hatırlanacaklardır. Bu şartlarda dahi evlerine ekmek götürecekleri maaşlarını dahi almadan aylarca ders veren ilim adamları ve onların yetiştirdiği feryatlarını ve dirençlerini onurla ortaya koyan vakar ve onur sembolü 'Şehir Öğrencileri' ve bir bütün olarak 'Şehir Çalışanları' ise bu ülkenin yüz akları olarak anılacaklardır” dedi.

Bilgi değil kırılım çağında yaşıyoruz Faruk Eczacıbaşı/30.06.2020


Türkiye Bilişim Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Eczacıbaşı “Bilgi değil kırılım çağındayız" dedi.
"Dijital dönüşümün önemini kavramanın eğitimle alakası yok. Biz kendi dönemimizin esiriyiz. Kalıplarımızı kıramıyoruz.
Bilgi çağı içi boşalmış bir kavram. Ben ‘kırılım çağı’ demeyi tercih ediyorum. Kovid’den önce de kırılmalarla karşı karşıyaydık.
Sosyal medya, hiyerarşik medyayı tepetaklak etti. Finansta aynı şeyi blok zincirleri yapıyor. Klasik yapılar geçersiz kılınıyor. 
Acımasız bir süreç olarak görülen küreselleşmenin yegâne olduğunu düşünmüyorum. Bilgi akışının sınırsız gelişmesi de küreselleşme."

MİKDAT KARAALİOĞLU-KARAR | RÖPORTAJ


SORU: Analog çağda büyüyenlerde, eğitimli sınıf da dahil olmak üzere, dijital dönüşüme karşı tutucu bir tavır var. Yeterli eğitime sahip olmayan insanların tavrı bir nebze anlaşılabilir ancak eğitimli, hatta aydın sayılabilecek kesimde de dijital dönüşümün önemi yeteri kadar kavranmadı. Bunun nedeni ne olabilir?
Konunun eğitimle alakası yok gibi. Doğru mantıkla bir şeyler yaptığımızı düşünüyoruz. Ancak o kadar yeni şeyler hayatımıza giriyor ki hepsini algılamak kavramak mümkün olmuyor. Biz kendi dönemimizin esiriyiz. Kendi eğitimimizin, yetişme biçimimizin esiriyiz.
Unutmayı öğrenebilmek diye bir olgu var. Unutamıyoruz. Kendi kalıplarımızı kırabilmemiz çok zor. Kalıplarımızı kıramıyoruz. Ben de kırdığımı iddia edemem.

SORU: Sadece yetişkinler için değil gençler için de kolay bir dönem değil...
Mesleklerle ekmek teknesi arasında fark var. Biz gençleri meslek sahibi olmaya yönelik olarak yetiştiriyoruz. Eğer bir genç aynı zamanda okuduğu veya yetiştiği meslek alanı dışındaki özellikleriyle birlikte kendini tanımladığı zaman, kendine çok daha rahat bir hareket alanı sağlayabilecektir.

SORU: Bu noktada ideal bir eğitim sisteminin hangi öncelikleri olmalı ya da iyi bir eğitim sisteminden geçmeyen öğrenciler ‘ideal olmayan koşullara rağmen’ neler yapabilir?
Nasıl bir eğitim sistemini konuşmak yerine, birey olarak ne istediğini belirlemenin çok daha doğru olduğunu düşünüyorum. Arada sırada dostlarımın çocuklarıyla da konuşuyorum. 15 yaşında da olsa diyorum ki: Düşün ne olmak istiyorsun? Ama bunu yalnız başına düşün! Ne anneni ne babanı kimseyi karıştırma! Öğretmenlerine de sorma! Arkadaşlarına da sorma! Bir A4 kağıdına ne yapmak istediğini yaz! Uç! Nasıl istiyorsan uç! Böylece hayallerini bir kere taşa yazmış oluyorsun ama kafana da yazmış oluyorsun. Ondan sonra bir sürü fikir geliyor bir yerlerden. Arkadaşlarından, aile dostlarından, öğretmenlerden vs.

SORU: Bilgi çağında eğitimin şekli de değişiyor.
Endüstri çağı sonrası döneme bilgi çağı deniyor. Bu bana çok içi boşalmış bir kavram gibi geliyor. Ben buna ‘kırılım (Distruption) çağı’ demeyi tercih ediyorum. Kovid-19 alışkanlıklarımızı kırılmaya uğrattı. Ancak Kovid-19 olmadan da bu kırılmalarla karşı karşıyaydık. Örneğin sizin alanınız medyada, sosyal medya, hiyerarşik medya kavramını tepe taklak etti. Finans dünyasında aynı şeyi blok zincirleri yeni finans uygulamaları yapıyor. Sizin oluşturduğunuz şeyin etrafından dönerek klasik yapıları geçersiz kılıyor.

SORU: Blockhain sistemi ile klasik finans sisteminin tepetaklak olacağını söylediniz. Peki bu teknoloji, klasik sistemi ikame edecek olgunluğa henüz ulaştı mı?
Dünya üzerinde şu an on binlerce kişinin, klasik sistemi nasıl distrupt ederim diye düşündüğünü hesaba katarsanız, onların içinde bir iki tanesi başarılı çıkacaktır. Bir iki kişi bu işlerle uğraşmıyor, on binlerce zehir gibi beyin bu işin peşinde.

SORU: Dünyada dijital dönüşüm konusunda başarılı bulduğunuz bir ülke var mı?
Bu işte galiba Çin kendi sistemi içinde başarılı. Çin çok bütüncül olarak ilerliyor. Bizim alıştığımız gibi STK, özel şirket, devlet yapıları içindeki ilişkiler çok muğlak. Pek alıştığımız demokrasi kavramları içinde değerlendiremiyoruz. Ama Çinliler Konfüçyüs’tan beri nerdeyse her devlet hizmetine giren kişiyi memur olmadan önce üç sene çok ağır eğitiyor. Şu anda dijitalleşmeyi en iyi şekilde Çinliler yapıyor gibi geliyor. Ama bu yarın değişebilir. Bu benim uzaktan yaptığım bir gözlem.

SORU: Çin örneğinde biraz kalırsak dijitalleşmenin totaliterleşmeyi de beraberinde getirdiği görüşüne ne dersiniz?
Her tez kendi anti tezini yaratıyor. Bundan on sene sonrasını görebilecek durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Çin örneğinde böyle bir tehlike var. Ancak biz küreselleşmenin önüne geçemeyiz. Şimdiye kadar gördüğümüz küreselleşme, bana sorarsanız haklı olarak, acımasız bir süreç olarak görülüyor. Bunun ben yegâne ‘küreselleşme’ olduğunu düşünmüyorum. Bilgi akışının sınırsız gelişmesi de küreselleşmedir….

SORU: Kitabınızda da değindiğiniz bir sorundan bahsetmek istiyorum: Dijital gelişmelerle ilgili kavramların Türkçeye çevrilmesi. Örneğin Exponantiall kavramını üssel olarak tercüme ediyorsunuz. Distruptiv’i kırılma olarak. Böyle belki de yüzlerce kavram var. Tam karşılığı olmayan kavramlar, dijital süreçlerin kamuoyuna aktarılmasını bir hayli güçleştiriyor. 
Aktarılmadaki öncelikli adım, anlamak. Daha bu işin çok başındayız. ‘Daha yeni başlıyor’. Biz kendi aramızda arkadaşlarla bir araya geliyoruz. Aramızda veri mühendisleri var. Bu alandaki gelişmelere, kurumların veri mimarilerine bakıyoruz. Bu yeni gelişen ancak geleceği bariz olan bir konu. O kadar yeni ve detaylı bir terminoloji ile geliyor ki her sene yeni kavramlar ilave oluyor. 

SORU: Bazı Avrupa ülkelerinde hem kurumsal hem de bireysel anlamda, dijital dönüşümle ilgili bilgi veren, eğiten, çözümler sunan kurumlar var. Örneğin Almanya’daki Hasso-Plattner- Enstütüsü (HPI) gibi. Türkiye’de bunun muadili kurumlar sürece katkı sağlamaz mı?
Bunların benzeri kurumlar Türkiye’de de var. Türkiye Bilişim Vakfı bünyesinde, Başlangıç Noktası isminde gençlerin kurduğu bir organizasyon var. Bunların içinde ‘kodluyoruz’ diye bir grup var. Gençler kendi aralarında kodlama sistemi öğretiyorlar. Bunun benzeri çok girişim var.

SORU: Orta okul lise ya da üniversiteye gidenler mutlaka bir yazılım dili öğrenmeli düşüncesine katılıyor musunuz?
Bilmiyorum. Bu şart mıdır? Bunu gerçekten bilmiyorum. Ondan daha önemlisi bir öğrencinin “Ben kendi dar alanımda nasıl daha üretken olabilirim” sorusuna kafa yorması. Örneğin İngilizce öğrenip onun üzerine Portekizce öğrenip Amazonlar’da çalışmayı hayal eden bir öğrencinin kodlama dili öğrenmesi ne kadar önemlidir bunu kestiremiyorum.

SORU: Siz dijital dönüşümü Türkiye olarak değil Dünya ve dünyadaki değişimlerin yarattığı zorunluluklar olarak değerlendiriyorsunuz. Bir dört beş yıl sonrasında dijital dönüşümün meydan okumalarına yeterli cevap veremeyen ulusların akıbeti ne olur sizce?
Keşke üç beş sene sonrasını değerlendirebilecek durumda olsam. Bu soruyu bana üç ay önce sorsaydınız bambaşka bir cevap verirdim. Ama Pandemi bütün her şeyi allak bullak etti. Ancak pandemi olmasaydı da bu öngörü yetersizliği söz konusu. Pandeminin bunu hızlandırdığına inanıyorum.

AÇIKLAR TESPİT EDİLİP ÖNLEM ALINMAZSA BU İŞ KARAKOLDA BİTER

SORU: Türkiye’deki dijital gündemin öncüsü Türkiye Bilişim Vakfı’nın hem başkanısınız hem de kurucularından birisi. Bu vakıf 1995 yılında kuruldu. Bu tarih aşağı yukarı konunun dünyada da gündeme geldiği bir tarih. O tarihten bu yana Türkiye dijital dönüşüm konusunda ne kadar yol aldı?
Dijital dönüşüm konusunda konu Türkiye’ye geldiğinde ben Türkiye’yi konuşmak istemiyorum. Şu açıdan konuşmak istemiyorum: Türkiye’ye Türkiye olarak bakmak başka, dünyadaki gelişmelerin bir yansıması olarak bakmak başka. Ben o şekilde değerlendirmeye çalışıyorum….

SORU: Dijitalleşmenin katılımcılığı kolaylaştıran yönü de var.
Fikir özgürlüğü ile demokrasinin üssel (exponential) gelişmeler bağlamında birbirleri ile rekabet ettiğini görüyoruz. Yani ifade özgürlüğü mü demokrasi mi? Sınırsız ifade özgürlüğü dediğimizde bu aynı zamanda popülistlerin, aşırıların güçlenmesi anlamına geliyor. Buradaki açıklıkları iyi tespit etmek lazım. Açıklar inovatif yöntemlerle tespit edilip önlem alınmazsa bu iş karakolda biter.

KİMDİR?
Faruk Eczacıbaşı 1954 yılında İstanbul’da doğdu. Berlin Teknik Üniversitesi’nde eğitimini tamamlayarak Eczacıbaşı Topluluğu’na katıldı ve topluluğun e-dönüşüm sürecini yönetti. Halen Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevini sürdürüyor. 1995 yılında kurulan Türkiye Bilişim Vakfı Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı da sürdüren Eczacıbaşı’nın 2018 yılında yayımlanan ‘Daha Yeni Başlıyor’ isimli bir kitabı bulunuyor.
Eczacıbaşı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Faruk Eczacıbaşı Türkiye’de dijital dönüşüm konusunda öncü isimlerden birisi. Eczacıbaşı sadece konuyla ilgilenen bir iş adamı değil dijitalleşme konusunda uzmanlık düzeyinde bilgiye sahip bir gönüllü. Bu konuda yıllar içinde oluşan birikimini ‘Daha Yeni Başlıyor’ isimli bir kitapla yayınladı. Faruk Eczacıbaşı ile Levent/Kanyon’da bulunan Eczacıbaşı Holding merkezinde konuştuk. Teknik bir içerikten daha ziyade dijitalleşmenin etkilerinin anlaşılmasına yönelik sosyal kültürel, entelektüel bir sohbet oldu.



29 Haziran 2020 Pazartesi

Adaletin terazisine ‘güç’ izleri düşerse... Mehmet Ocaktan/29.06.2020


Partimiz hukuku, korkutmanın ve cezalandırmanın değil, adaleti sağlamanın aracı olarak görmektedir.
Mevzuatımızdaki yasakçı hükümler nedeniyle, ülkemiz hukuk devletinden çok kanun devleti görüntüsü vermektedir. Türkiye, kanunlarını hukuka, hukukunu evrensel adalet ve insan hakları esaslarına dayandırarak ve temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını sınırlayan yasakçı hukuk sistemini değiştirerek gerçek anlamda hukuk devleti olacak ve uluslararası camiada saygın bir yer kazanacaktır.” (AK Parti- 2002 seçim beyannamesi)

Manifesto niteliğindeki bu ifadeler, daha doğrusu taahhütler, bugün AK Parti için ne anlam ifade ediyor doğrusu çok merak ediyorum.

Zira şu anda ortaya çıkan tablo hukukun değil, korkunun hakim olduğu bir atmosfere işaret etmektedir. Çünkü kimse adaletin terazinin doğru işlediğinden emin değil.

İktidarın her yaptığında keramet arayanlar için bu cümle bir haksızlık olarak görülecek ve denecektir ki, “Yargı bağımsızdır, yasalar ne diyorsa onu yapacaktır, eğer birileri suç işlemişse ve teröre bulaşmışsa doğal olarak karşılığını bulacaktır.” Evet olması gereken budur ve kimsenin de buna bir itirazı elbette olamaz.

Acaba yargı gerçekten “hukuk devleti” zemininde mi işliyor? Eğer yargı bağımsız ve tarafsız bir anlayışla kararlar veriyorsa, o zaman neden insanlar bundan emin değiller ve de kendilerini güvende hissedemiyorlar?

Yargının bağımsızlığı konusundaki tartışmaların her geçen gün daha da şiddetlenerek toplumda yaygınlık kazanması, adaletin dağıtımında ciddi sorunların olduğunun en önemli göstergesidir.

Diyelim ki adaletin terazisinin doğru tartmadığı ve siyasal iktidarın yargı üzerinde yönlendirici etkisi olduğu konusundaki eleştiriler, yargıya da, iktidara da haksızlıktır. Eğer hukuk devletinin kuralları işliyor, yargı gerçekten bağımsız ve tarafsız kararlar veriyorsa elbette buna hiçbir itirazımız olamaz., sadece alkışlarız. Bu durumda son dönemdeki bazı uygulamalara bakmak sanırım hepimiz için aydınlatıcı olacaktır.

Mesela en yeni örnek; Canan Kaftancıoğlu’nun 6-7 yıl önce attığı tweet yüzünden 9 yıl, 8 ay ceza alması... Diyelim ki o tweetlerde suç unsuru var. Peki sormak gerekmez mi, yargı bu suçu 7 yıl sonra mı keşfetti?

Eğer Kaftancıoğlu’na verilen ceza tam da 23 Haziran’ın yıldönümünde onanıyorsa, insanlar doğal olarak hukukun işleyişi konusunda endişeye kapılırlar.

Eğer Osman Kavala ve Ahmet Altan beraat ettikleri halde yeni bir suç icat edilerek cezaevinde tutulmaya devam ediliyorlarsa, insanların hukuka olan güvenlerini tamir etmek ne yazık ki mümkün değildir.

Eğer şehit cenazesinde Kemal Kılıçdaroğlu’na saldıran inek çobanı bırakın yargı önüne çıkarılmayı, eli öpülerek kahraman gibi karşılanıyorsa o ülkede adaletle ilgili ciddi sıkıntılar var demektir.

Eğer “FETÖ ve PKK adına suç işlediği ve casusluk yaptığı” iddiasıyla tutuklanan ve “bu fakir bu görevde olduğu müddetçe o teröristi alamazsın” denilen rahip Brunson, sonunda serbest bırakılarak ülkesine gönderiliyorsa, o ülkede adaletin terazisinde “güç” izleri var demektir.

Eğer PKK ve FETÖ terör örgütleri adına çalıştığı ve onlara yardım etti iddiasıyla tutuklanan Alman gazeteci Deniz Yücel aynı şekilde serbest bırakılırken, Türkiye’de görüşlerini açıklayan ve eleştiri haklarını kullanan gazeteciler cezaevine gönderiliyorsa, o ülkede hukuk devleti anlayışının sorgulanması kaçınılmazdır.

Buna benzer evrensel hukuk normlarını ihlal eden pek çok örneği sıralamak mümkün. Önemli olan, yargılanan insanların solcu mu, liberal mi, muhafazakar mı olduklarına bakılmadan bağımsız ve tarafsız bir yargılamaya tabi tutulmalarıdır.

Unutmayalım ki Kur’an’ın kurucu temel ilkelerinden birisi de adalettir. Adaletin olmadığı yerde demokrasiden de, barıştan da söz etmek mümkün değildir.

Bugünlerde “Ömer arayışında” olan siyasal iktidara katkı olması açısından bir örneğin altını çizmekte yarar var. Bilindiği gibi adaletiyle meşhur olan halife halife Hz. Ömer, şeffaf bir yönetim anlayışı benimsemiş ve insanların konumları ne olursa olsun herkese eşit mesafede durmaya özen göstermiştir. Daha da önemlisi aynı anlayışı idarecilerinden de beklemiş ve insanlar arasında ayrım yapmamaları konusunda uyarılarda bulunmuştur. Halifeliği döneminde Basra valisi Ebu Musa el-Eş’ari’ye gönderdiği uzunca mektubun bir bölümünde aynen şu uyarıyı yapmıştır: “Toplantılarda veya işi için huzuruna gelen insanlara eşit muamelede bulun. Böylece zayıflar adaletinden ümit kesmesinler. Güçlüler ise kendi çıkarları için başkalarına zulmedebileceğin hissine kapılmasınlar.”

Bu durum kaygı verici Taha Akyol/29.06.2020


11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Taha Akyol’un sorularını cevapladı.
Bir iktisatçı olarak mevcut ekonomik durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evvela, sürdürülebilir bir kalkınmayla müreffeh bir toplum haline gelmenin uzun vadeli stratejiler ve sağlam, disiplinli iktisadi politikalarla gerçekleşebileceği gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır. Sadece kısa vadede konjonktürel gelişme ve dalgalanmalara birbirinden bağımsız politikalarla cevap vererek veya karşı koyarak başarılı olmuş bir tek gelişmiş ekonomi örneği yoktur. Genel bir istikametten ve belirgin bir karakterden yoksun bu tür politikalar sadece bugünün sorunlarının gelecekte daha da büyük ve girift hale gelmesine ve toplumun ödeyeceği faturanın daha büyük olmasına neden olur. Cumhuriyet dönemi iktisat tarihine baktığımızda, ülkemizin ekonomik olarak en sağlıklı büyüdüğü, büyümenin getirdiği refahın topluma en fazla ve nispeten dengeli yayıldığı dönemlerin beş senelik, önceden duyurulmuş ve herkesçe bilinen, ayrıca tutarlılık arz edip, kararlı bir şekilde uygulanan programlarla gerçekleştiği görülecektir. Maalesef Türkiye bir süredir uzun vadeli iyi düşünülmüş veriye, analize ve uzmanlığa dayalı bir stratejinin noksanlığını hissetmektedir. Bugün gelinen noktada finansal ve ekonomik göstergelerdeki ciddi bozulmalar bir geriye gidişe işaret etmektedir.  Yılların tasarrufu ile biriktirilen varlıklar ciddi miktarda değer kaybetmektedir. Bu durum kaygı vericidir. 

AB SÜRECİNDE EKONOMİ
Türkiye ciddi miktarda yabancı sermaye çeken bir ülkeydi. O başarı nasıl sağlanmıştı?

İlk AK Parti Hükümetlerini kurduğumuzda hazırlıklıydık. Öncelikle demokratik, hukuki ve ekonomik reformlar içeren bir yapısal dönüşümü başlattık. Devletin ekonomik birimlerinin başına çoğu DPT kökenli uzmanlar getirerek, daha önce onlarla beraber hazırladığımız beş yıllık Acil Eylem Planı’nı kararlı bir şekilde uygulamaya koyduk ve bu planı hükümet olarak sonuna kadar sahiplendik. Bu plan özü itibarıyla aynı zamanda AB Kopenhag ve Maastricht Kriterleri’ni Türkiye’de geçerli hale getirmeyi beraberinde getirecekti. Yapısal dönüşüm sayesinde hem yerli hem yabancı yatırımcılar indinde Türkiye’nin öngörülebilirliğini ve şeffaflığını sağlamış olduk. Uluslararası kredilendirme kuruluşları nihayet Türkiye’yi yatırım yapılabilir ülkeler kategorisine koydular. Kronik sermaye yoksunluğu çeken Türkiye’nin özellikle yabancı yatırımcılar açısından güvenilir bir ülke olması önemliydi. Bunun neticesinde yılda 1 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım çekemeyen ülkemiz yıllık 30 milyar dolardan fazla doğrudan yatırım almaya başladı. Bir başka ifade ile özetlersek Türk toplumunun tasarruf oranının düşük olması nedeniyle arzu edilen hızlı ekonomik büyümeyi gerçekleştirebilmek için kaynak ihtiyacımızı ya borçlanarak ya da başkalarının tasarruflarını ülkemize yatırım olarak çekerek karşılamamız gerekmektedir. Biz AK Parti hükümeti olarak ikincisini sağlamada başarılı olmuştuk. 

VİZYON KAYBOLDU
Ekonomi politikasındaki hangi temel hatalar krize yol açtı?

Son beş yılda Türkiye içeride bir sürü talihsiz gelişme yaşadı. Üst üste seçimler, komplolar, hain bir darbe teşebbüsü ve anayasa değişikliği ile Türkiye’nin yönetim şekli radikal bir şekilde referandumla değişti. Tüm bunlar Türkiye’yi çok sarstı, siyasi ve ekonomik istikrarı bozdu. Bugün hala ayakta durabiliyorsak bu ilk beş senemizde Türk ekonomisinde gerçekleşen yapısal dönüşüm sayesindedir. Biz, o dönem gerçekleştirdiğimiz reformlar sayesinde ülkemizin iç ve dış şoklara karşı dayanıklı sağlam bir ekonomiye sahip olmasını sağladık. Bu her yerde övündüğümüz bir husustu. Ancak, 2002’de siyasetin gösterdiği irade ileriki yıllarda bozulmaya başladı. İlk baştaki vizyon zamanla gitti; akabinde hukuki teminatlar, şahsi mülkiyet ile insan haklarını koruyan güvenceler azaldı. Bugün maalesef kamu harcamaları şeffaf değil. Ekonomik göstergelerin güvenilirliği sorgulanır hale gelmiş. Çeşitli mekanizmalarla denetim dışı tutulan kamu harcamaları Türkiye’yi sadece öngörülemez, itimat edilemez bir ülke haline getiriyor. 40 senelik enflasyon belasını sona erdirdikten sonra tekrar çift rakamlı enflasyon oranlarına geri dönüşümüz refahın topluma yayılmasını önleyen, tehlikeli bir gelişme. Gördüğüm en büyük tehlike ise borçlanma. AK Parti hükümetlerinin daha önce Türkiye’yi kurtardığı dövizle iç borçlanmanın tekrar kaynak ihtiyacı için bir yol olması ileride büyük sorun olur. Ülkenin bugünkü borçlanması yüksek maliyetlerle gerçekleşiyor. Bu da bahsettiğim bozulmalar nedeniyle Türkiye’nin risk priminin yüksek olmasından kaynaklanıyor.

40 MİLYAR DOLAR
Türkiye’nin ortalama 40 milyar Dolar döviz ihtiyacı olduğu söyleniyor. 50-55 milyar dolardan bahseden iktisatçılar da var. Bu çok lüksek bir meblağ, nasıl sağlanır?

Bugün Türkiye’nin ciddi döviz ihtiyacı olduğu açık bir gerçek. Türkiye gibi büyük bir ülkenin bu ihtiyacı bulmakta zorlanmayacağı kanaatindeyim. Ama esas soru, bunu hangi maliyetle bulacağı. Dünyada faizlerin sıfıra yakın olduğu bir dönemde Türkiye’nin çok yüksek maliyetle bu ihtiyacını karşılayacak olması üzücü.

KÜRESEL VİRÜS
Ekonominin mevcut problemleri üzerine bir de virüs krizi geldi. Virüsün etkileri neler?

Küreselleşmenin somut, vücut bulmuş halini yaşıyoruz. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bir virüs kısa sürede dünyanın her köşesine yayıldı. Virüs, 2008 finans krizini de gölgede bırakacak şekilde 1929’daki Büyük Buhran’dan sonraki en derin küresel ekonomik krize neden oldu. Küresel tahminler her gün gözden geçiriliyor, her revizede rakamlar daha da karamsarlaşıyor. Dünya ekonomisinin %5 küçüleceği, Avro bölgesinin %10’un üzerinde daralacağı tahmin ediliyor. İhracatının %60’ını Avrupa’ya yapan bir ülke olarak bizim açımızdan durum kötü. Dahası virüsün neden olduğu istihdam krizine, hâlihazırda tecrübe edilen uzaktan ve esnek çalışmanın yaratacağı yeni problemler ekleniyor. Bu durum nedeniyle en çok gençler sıkıntı çekecek. Zor bir dönemden geçiyoruz ve buradan çıkış uzun vadeli planlama gerektiriyor.

MERKEZ BANKASI
Merkez Bankası’nın bağımsız olması veya siyasi iradeye tabi olması, ekonomileri nasıl etkiler?

Merkez Bankası’nın (MB) temel görevi fiyat istikrarını sağlamak ve enflasyon oluşumunu engellemektir. MB’nin bağımsızlığı yasayla tevdi edilmiş bu temel görevini hakkıyla yerine getirebilmesi açısından gerekli olan bir durumdur. Türkiye’nin geçmiş yıllarda bu gerçeği anlayabilmesi için ağır faturalar ödemesi ve 2001 Krizi’ni yaşaması gerekmiştir. MB’nin bağımsızlığı hükümetlerin temel ekonomik hedeflerine ulaşmasında engel teşkil eden bir husus değil, bilakis hükümetlerin başarılarına katkı sağlayan bir faktördür. Bu gerçeği AK Parti Hükümetlerinin elde ettiği ekonomik başarılarda bizzat tecrübe etmiş bir kişi olarak dile getiriyorum. Para ve maliye politikası denge ve uyum içerisinde uygulanırken Merkez Bankası’nın araç bağımsızlığını özenle korumak gerekir. Eğer Merkez Bankası kullanacağı para politikası araçlarını ve yöntemini siyasi otoritenin tasdiki olmadan seçemiyorsa, bütçe açıklarını ve bütçe dışına çıkarılmış kamu kuruluşlarının açıklarını karşılama görevini üstlenmişse, enflasyonu kontrol edebilmesi ve ekonomi politikalarının uzun vadeli öngörülebilirliği sağlaması imkânsız hale gelir.  Fonksiyonel bağımsızlığı zaafa uğratılmış Merkez Bankaları yasal görevlerini yapamaz hale getirilmiş olurlar ve toplum eninde sonunda ağır bir maliyetle baş başa kalır. Unutmayalım ki merkez bankalarının enflasyona fırsat vermeyen politikalarının siyasi primi neticede hükümetlerin başarı hanesine yazılır.

Türkiye en az iki yıldır CB hükümet sistemiyle idare ediliyor. Siz öteden beri parlamenter sistemi savunduğunuz. Görüşlerinizde bir değişme oldu mu?

Hayır olmadı. Bu konudaki görüşlerim biliniyor. Ben kuvvetler ayrılığına dayalı, her türlü vesayetten uzak, güçlü bir parlamenter sistemin Türkiye için daha doğru olduğunu savunurum. Çünkü, ülkemizde ideal demokratik hukuk devleti ancak böyle gerçekleşir. Bu da sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın temel zeminidir.

BARIŞÇI DİPLOMASİ
Sizin Dışişleri Bakanlığı tecrübeniz de oldu. Dış politika ile ekonomi arasındaki ilişki nasıl gözüküyor?

Hiçbir ülke çevresinden, dış dünyadan izole bir şekilde tek başına kendi kendine yetecek şekilde ekonomik kalkınmasını gerçekleştiremez. Ekonomik kalkınma için ticarete ve başta komşular olmak üzere diğer ülkelerle ekonomik işbirliğine ihtiyaç vardır. Bunun gerçekleşmesi için de öncelikle uluslararası barış ve istikrarın tesis edilmesi gerekmektedir. Bu durum da ülkelerin izlediği dış politikayla doğrudan alakalıdır. Yerli üretimin desteklenmesi ve geliştirilmesi elbette amaçlanmalıdır ancak gümrük duvarlarını tek taraflı olarak yükseltmek bu amaca hizmet etmez. Diplomasi yoluyla karşılıklı ekonomik çıkarlara hizmet edecek şekilde ülkelerin kalkınmasına hizmet etme fırsatı ve imkanları sonuna kadar kullanılmalıdır. Kapalı ekonomilerin derinliğini ve verimliliğini yitirdiği, fakirleşme ve buhranlara yol açtığı tarihi tecrübelerle sabittir. Dünyanın hangi bölgesinde barış, güvenlik ve istikrar sağlanmışsa orada ticaret, ekonomik iş birliği ve refah yükselmiştir.

ÇIKIŞ YOLU?
Nasıl bir çıkış yolu düşünüyorsunuz?

Kısa vadede yapılması gereken öncelikle siyasi zihniyet olarak özgürlükçü bir yola girerek, yatırım ortamını iyileştirip güven verecek politikaları kararlı bir şekilde uygulamaya koymaktır. Uzun vadede ise Anayasa’dan başlayarak yüksek standartlı demokratik hukuk devletini inşa edip, kurallar çerçevesinde işleyen serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirmek gerekir. ‘İyi yönetişim’in (good governance) bütün unsurlarının uygulamasının yaratacağı iklim Türkiye’nin her alanda var olan büyük potansiyelini harekete geçirecektir. Petrol ve gaz gibi doğal kaynakları olmayan Türkiye için bu anlayışın uygulanması büyük enerji kaynağı olacaktır. Türkiye’de insan kaynağı gıpta edilecek düzeydedir, kurumsal kapasitesi de öyle. Bugünden yarına yapılabilecek en kolay iş üstün nitelikli insan kaynağını ve kurumsal yapıyı tekrar etkin hale getirmek, özellikle orta ve üst kademe bürokraside ehliyeti ve liyakati önde tutarak bürokratların devlet terbiyesi ile tarafsız ve çok çalışmalarını temin etmektir. Bunu yaparken sistemik açmazları giderecek, verimsizliğe ve israfa yol açan kısa yolları izale edecek şekilde kamu yönetiminde yapısal reformları birer birer hayata geçirmek kaçınılmazdır. Parti devleti mantığına yönelik eğilimleri besleyen mevcut atmosferden acilen sıyrılmalı, siyasetin tüm halkımızın istekleri ile azami ölçüde örtüşen, istikamet tayin eden, çözüm, refah ve mutluluk üreten yönü temayüz ettirilmelidir

26 Haziran 2020 Cuma

Adaletin gözü açık Taha Akyol/26.06.2020


CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu hakkında 6-7 yıl önceki tvitlerinden dolayı hapis cezası verilmesi ve Mümtazer Türköne’nin dört yıldır tutuklu bulunmasına MHP lideri Bahçeli’nin dikkat çekmesi Türkiye’nin adaletsizlikler sorununu yeniden gündeme getirdi.
Türköne ve Kaftancıoğlu, ayrı dünyaların insanları ama aynı adaletsizliğin mağdurları.

Adalet hassasiyeti olanlara yakışan, “bizden-sizden” kabileciliğine kapılmadan, evrensel hukuka göre adaleti savunmaktır.

Hukukta “usul esasa mukaddemdir”, usul esastan önce gelir: Kaftancıoğlu tvitlerinde ne yazmış olursa olsun, zamanında soruşturma açılmamıştı. CHP İstanbul İl Başkanı olunca “adaletin gözü” onu gördü ve toplam 17 yıl hapis cezası talebiyle dava açtı.

Aynı usul uygulansa, Temel Karamollaoğlu’nun söylediği gibi  “7-8 yıl evvel atılan bu tvitleri cezai müeyyide için kullanırsanız, şu an da iktidar partisinin ne milletvekilleri ne il başkanları arasında ceza almayacak bir kişi kalmaz”dı.

Kaftancıoğlu 9 yıl 8 ay hapse mahkum edilmişti. İki gün önce İstinaf Mahkemesi bunu onayladı!

ŞU KARARLARA BAKIN

Mahkemelerin ve istinaf mahkemelerinin davranışları hakkında tipik bir örnek, Cumhuriyet gazetesi davasıdır.

Ağır Ceza Mahkemesi, Cumhuriyet’in bazı yazar ve yöneticilerini “silahlı terör örgütlerine yardım” suçundan mahkum etmişti.

İstinaf da şu gerekçeyle bu mahkumiyeti haklı bulmuştu:

“Mahkemenin kararında usule ve esasa ilişkin herhangi bir hukuka aykırılığın bulunmadığı, delillerde ve işlemlerde herhangi bir eksiklik olmadığı, ispat bakımından değerlendirmenin yerinde olduğu, eylemlerin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tiplerine uyduğu anlaşıldığından… itirazın reddine” (İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi, 3. Ceza Dairesi, no: 2019/205)

Ama Yargıtay 16. Ceza Dairesi ise, mahkumiyet kararını bozmuş, sanıkların beraat ve tahliyesi gerektiğine karar vermişti. (16. CD, Karar: 2019/5220)

Adalete bakın!

Ağır Ceza Mahkemesi ve İstinaf “oybirliğiyle” suçlu diyor, Yargıtay suçsuz diyor!

‘AÇIK GÖZ’ NEREDE?

2014’ten itibaren çıkarılan dört kanunla yargı sistemi yeniden kadrolaştırıldı; çok sayıda genç hakimler atandı.

Daha önemlisi, CB hükümet sistemiyle kurulan HSK, hoşa gitmeyen kararları veren hakimleri bir gecede başka illere atıyor, dosyadan el çektiriyor, soruşturma açıyor...

Osman Kavala davasında hakimlerin sürgün edilmesi, örneklerden sadece biridir.

Metin İyidil davasında görüldüğü gibi İstinaf hakimleri de başka illere gönderiliyor.

Çünkü Türkiye’de “hakim teminatı” yoktur!

HSK mahkemeler üzerinde Demokles’in kılıcıdır.

Yargıtay da yeniden kadrolaştırıldı fakat Yargıtay hakimleri hiç olmazsa sürgün edilemez; HSK’nın Yargıtay üyeleri üzerinde yetkisi yoktur.

Görülüyor ki, adaletin “açık gözü” HSK’dır.

İşte bu yüzden yargı mağdurlarının Mümtazer Türköne yahut Ahmet Altan veya Osman Kavala ya da Canan Kaftancıoğlu olması fark etmiyor…

Yargısız KHK mağdurları ise ayrı bir kanayan yaradır.

TÜRKÖNE  DAVASI

Mümtaz Türköne’nin dosyasında yazılarından başka, Kaftancoğlu’nun dosyasında tvitlerinden başka bir şey yok.

Yargıtay 16. Ceza Dairesi, “fikir ve ifadeler değil, fakat düşüncelerin gerçekleştirilme yöntemlerinin” yani şiddet unsurunun suç olacağını belirtiyor. (16.CD, Karar no: 2019/521)

Türköne ile aynı davada yargılanmış olan Şahin Alpay ve Mehmet Altan dosyalarında

AYM “Suçlamaya konu yazılarda hükümetin görevden zorla uzaklaştırılması gerektiği yönünde bir ifade yer almamaktadır…” diyordu. (B. No: 2016/1692)

Türköne’nin yazılarında da aynen böyledir, üstelik “çoğulcu, rızaya ve katılıma dayanan bir iktidar denklemi çıkacak” diyerek demokratik yöntemi savunuyordu.

Emsalleri tahliye edilmişken Türköne’nin dört yıldır tutuklu bulundurulmasını anlamak mümkün değildir.

Osman Kavala’nın tutukluğunu, Ahmet Altan’ın yeniden tutuklanmasını anlamak mümkün değildir.

Böyle evrensel hukuku ihlal eden çok örnek var.

Bunların hepsi ya Yargıtay’dan ya AİHM’den dönecektir.

Görülüyor ki “adalet sorunu” hepimizindir. Türköne’nin Ülkücü kökenli olması, Osman Kavala ve Ahmet Altan’ın liberal, Canan Kaftancıoğlu’nun solcu olması ne imtiyaz ne de mağduriyet sebebi olabilir.

Adaletin gözü bu ideolojik ve siyasi kimliklere karşı bağlı olmalıdır.

Adalet bütün ideolojilerden, bütün siyasetlerden üstün bir değerdir. Gerçekleşmesinin olmazsa olmaz şartı da bağımsız ve tarafsız yargıdır.

25 Haziran 2020 Perşembe

Acı bir yüzleşme: Türkiye’de İslamcılar ve İslamcılık nereye gidiyor? Bayram Zilan/24.06.2020


Türkiye’de İslamcıların 1980’li, 1990’lı ve 2000’li yıllarını ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor.
80’li yıllarda Türkiye İslamcıları devrimci bir duruş sergiliyorlardı. Metodolojik okumalar o yılların en popüler okumaları arasındaydı. Türkiye’deki İslamcılar, İranlıların Şah’a karşı kazandığı zaferin yöntemlerini ve devrim hareketinin yol hikâyesini anlamaya çalıştılar. Bu yıllarda Türkiye’deki cuntanın yapmış olduğu darbe, İslamcıları baskı altına almış ve hareket alanlarını kısıtlamıştı. 80’li yıllar, Türkiye İslamcılarının siyasete mesafe koyduğu yıllar olarak kayıtlara geçti.
90’lı yıllar, Türkiye İslamcılarının siyasetle buluştuğu ve bu buluşma neticesinde merkezin statükocu Kemalist seçkinleri tarafından püskürtülmeye çalışıldığı yıllar oldu. Fakat her şeye rağmen Refah Partisi’nin belediyecilik deneyimi İslamcıların siyaset kurumu içerisinde yer almalarını sağladı. Ancak bu yıllarda bile bir çok İslamcı siyasete mesafeli durmayı tercih etti.
2002’de AK Parti ile beraber İslamcılar iktidara geldi ve ülkeyi yönetmeye başladı.
İslamcıların 2000’li yıllara kadar ana karakterini “muhaliflik” oluşturmaktaydı. Muhalif duruş, beraberinde “eleştirel bakışı” da getiriyordu. Bu da İslamcıların “aksiyoner” olmasını sağlıyordu.
İslamcılar muhalefette kalarak aslında sistemle entegrasyona karşı “reddiyeci” bir çizgide kalmayı başarıyorlardı. Yani muhalefette olmak, İslamcılar için “koruma” kaldıracıydı.
Kapitalizm, sömürgecilik ve uluslararası müesses nizamın adaletsizliklerine karşı gösterilen yüksek desibelli sesin ardındaki temel motivasyon “muhalefette kalma” haliydi. Bir başka deyişle İslamcılar farkında olarak ya da olmayarak muhalefette kalmanın konforunu yaşıyordu. Çünkü merkezden uzakta kalmak, çevrede/çeperde olmak görece İslamcılara “rafine ve sağlam bir duruş” sağlıyor, “özgün ve özgür bir bakış” getiriyordu.
Sözgelimi 80 ve 90’lı yıllarda İsrail, ABD ve İngiltere gibi egemen güçlerin İslam dünyasına karşı yaptığı zulümler Türkiye’de daha geniş yankı buluyor ve daha güçlü protestolara neden oluyordu.
İslamcılar, 2000’li yıllara kadar kapitalizmin tüm aparat ve tuzaklarına karşı kendilerini korumayı başarabildi. Muhalefette olmak, bir başka deyişle iktidarın sağlamış olduğu imkanlardan mahrum olmak, “mazlumiyet” etrafında kenetlenmeyi sağlıyor ve sınıfsal üstünlüğün getirdiği ayrışmayı engelleme işlevi görüyordu.
Ne var ki iktidarlı yılların ikinci yarısından sonra Türkiye İslamcılığında kırılmalar meydana geldi. Dindarlar, muhalif ruhlarını kaybetmeye, muhalefetteyken karşı durdukları ve kendilerini korumayı başardıkları bütün dünyevi zevkleri tatmaya ve bunlara entegre olmaya başladı. Ardından kaçınılmaz olarak “zulme ve adaletsizliklere karşı gösterilen yüksek desibelli ses” cılızlaşmaya başladı.
2010’dan sonra Türkiye İslamcılarındaki “devrimci ruh” yerini büyük ölçüde entegre olmuş “uysal bir ruha” bıraktı. Filistin intifadasına olan destek azalmaya, açlığa, adaletsizliğe, yoksulluğa ve sömürü düzenine karşı öteden beri varolan “kıyami duruş” buharlaşmaya başladı.
Erbakan Hoca’nın Filistin’e duyarlılık çağrılarıyla dolup taşan cami avluları yerini bir kaç Müslümanın katıldığı sönük protesto gösterilerine bıraktı.
Konformizmin getirdiği bağımlılık, hissizliği ve duyarsızlığı artırdı.
Ali Şeriati’nin dediği gibi rahatlık, ruhların batağa saplanmasına neden oldu.
Müslümanlardaki özgün ve özgür bakış tuz buz oldu.
Yeni nesillerin İslam algısı ve İslami yaşam tarzı irtifa kaybetti. Dinden uzak nesiller yeşermeye başladı.
Kuşkusuz bu ilgisizlik ya da soğukluk tek başına iktidarda olmanın defektleri ile açıklanamaz. Başka yan faktörler de var.
Bunlardan birisi DAEŞ, El-Kaide gibi İslamcılık maskesi takan ve fakat fiiliyatta “Batı’nın İsviçre çakısı” olmaktan öte bir işe yaramayan terör örgütlerinin yapmış olduğu katliam ve insanlık dışı eylemlerin doğrudan İslam dinine ciro edilmesidir.
Bir diğeri de Türkiye’de İslami kavramların içini boşaltan ve İslami yaşantıyı değersizleştiren “Fetullahçı Terör Örgütü”dür. İslam kimliği altında yapılan ihanetler bu topraklarda en çok İslam’a ve İslamcılığa zarar verdi.
Gerçek şu ki FETÖ’nün İslam dinine vermiş olduğu zararın telafisi için uzun yıllar gerekiyor. Ancak bu onarımın sağlanabilmesi için ciddi bir “muhasebe ve farkındalık” da gerekiyor.
Sonuç olarak başta iktidarda olmak ve iktidarın nimetleriyle tanışmak ve diğer yan faktörler Türkiye İslamcılığının gerilemesine ve zayıflamasına neden oldu.
Bugün suya sabuna dokunmayan, iktidar eliyle yapılan hukuksuzluklara, ayrımcılık ve kayırmacılıklara ses çıkarmayan bir İslamcı kitle var.
Sözgelimi, İslami camianın Türkiye’deki en önemli entelektüel miraslarından birisi olan Bilim Sanat Vakfı ve Şehir Üniversitesi’ne kayyım atanması zulmüne Türkiye İslamcıları sessiz kaldı.
Kabul etmeliyiz ki, 2020 Türkiye İslamcılığı 1980 İslamcılığının çok daha gerisindedir.
Bugün devrimci karakterini yitirmiş, pusulasını kaybetmiş ve kapitalizme ram olmuş bir İslamcılık anlayışı var.
Suya sabuna dokunmayan, bireyselcilik ırmağında rotasız akıp giden uysal Müslümanlıktır bunun adı!
Düşünmeyen, üretmeyen, tarihe yön veremeyen, edilgen Müslümanlık!
Bu karanlıktan çıkışı mümkün kılacak ve yeniden o eski parlak günlere dönüşü sağlayacak olan da İslamcılardan başkası değil elbette!
Bunun için esaslı bir uyanışa ihtiyaç var!
Bugün İslamcılar, yaptıkları her fiilin, attıkları her adımın İslam’a karşı sempatiye ya da tam tersi İslam’a karşı antipatiye dönüşeceği gerçeğiyle bir an önce yüzleşmek zorundadır.
Zira iyi bir yere gitmiyoruz.
İslamcılar ve İslamcılık şu an dipsiz bir kuyuya rehbersiz yuvarlanıyor.
Bizi yanıltmayacak, olanı olduğu gibi gösterecek ve içinde bulunduğumuz hali tüm gerçekliği ile gösterecek bir aynaya bakmakla işe başlamalı ve kendimize gelmeliyiz.
Aksi halde “emin” olunan Müslüman imajı bitecek, yerine “korkulan” Müslüman imajı yerleşecek.





Adalet mülkün temeli ama İbrahim Kiras/25.06.2020


Ahlakın tabiri caizse giriş katını oluşturan temel mantık -bazı kaynaklarımızda hadis olarak gösterilen ama nerdeyse bütün dinlerde ve kadim kültürlerde benzer sözlerle ifade edilen- şu evrensel ilkede saklı: “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.” Bu kadar basit... Öyle değil mi?
Öyle. Ama yalnızca teoride. Uygulamada konu bir hayli karmaşıklaşıyor. Çünkü konu “başkaları” olduğunda devreye savunma mekanizmaları giriyor. Başkası yapınca yanlış olan şeyler birtakım mazeretlerle meşrulaştırılıyor. “Tamam ama ben yapmasam başkası yapacak” diyoruz mesela…

Bireysel olduğu kadar toplumsal psikolojide de “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma” kuralını işletmeyi zorlaştıran faktörler var. Sözgelimi bizim gibi toplumlarda ahlak kuralları her zaman her yerde herkes için geçerli olmayabilir. Biraz görelidir. “Tamam ama bu bizim dostumuz” veya “Tamam ama bu bizim düşmanımız” diyerek uyguladığımız çifte standardın temelinde biz ve diğerleri ayrımı var.

Toplumsal ayrışmaların ve kutuplaşmaların hâkim olduğu yerlerde “ortak ahlak normları” da olmuyor. Böylece kendimiz için geçerli ahlak kuralları ile başkaları için geçerli ahlak kuralları zihnimizde iki ayrı kategori olarak yer alıyor.

Sosyolojik anlamda millet olma aşamasına ulaşamamış topluluk zihniyetinden söz ediyoruz. Ama yalnızca belirli bir partinin taraftarlarına veya belirli bir toplum kesiminin mensuplarına has olmayan, Türk toplumunun büyük çoğunluğunun paylaştığı bir zihniyet bu.

***

Bu arızalı zihniyetin onarılması için öncelikle mevcut toplumsal hercümercin aşılıp taşların yerine oturması gerekiyor tabii. Ama insan olmak hasebiyle sahip olduğumuz akıl, vicdan ve adalet duygusu da bizi şimdiden harekete geçirebilmeli.

Bu ülkede ortak ahlak normlarımız olursa mesela “şiir okuduğu için” hapse giren Tayyip Erdoğan’ın uğradığı haksızlığa itiraz edenler şimdi Erdoğan’ın muhaliflerinin “tweet attığı için” hapse girmesine de karşı çıkacaklardır.

CHP İstanbul İl Başkanı bundan yedi yıl önce -Gezi Parkı olayları sırasında- attığı tweetler için yargılanıyor biliyorsunuz. Yedi çarpı üçyüzaltmışbeş gün. Demek ki o zaman Canan Kaftancıoğlu’nun yazdıklarında bir sakınca görülmemiş ama aradan onca zaman geçip ana muhalefet partisinin il başkanı olunca, üstelik biraz da aktif bir il başkanlığı yapınca akla gelmiş o tweetlerin suç teşkil edebileceği.

Kaftancıoğlu’na bu tweetler için 9 yıl 8 ay 20 hapis cezası verilmişti. Hüküm son olarak bir üst mahkeme tarafından onandı. Yargıtay’dan da onama çıkarsa CHP İstanbul İl Başkanı 10 yıl hapis yatacak. Tweet attığı için…

***

Bu arada, onamanın İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin yıl dönümüne denk gelmesi de doğal olarak herkesin dikkatini çekti. Böyle bir şeyin bilerek yapılmadığını düşünmek istiyor insan ama ortaya çıkan tablo “İstanbul belediye seçiminin intikamı alınıyor” gibi nahoş yorumlara yol açıyor. Türkiye bunu hak etmiyor.

“Yargının ve hukukun siyasallaştırıldığı” eleştirilerine muhatap olan bir hükümetin izin vermemesi gereken hadiseler oluyor Türkiye’de.

İktidarın “çoklu baro” hazırlıklarına karşı çıkan 56 baro başkanının bizzat katıldığı yürüyüşe polis müdahalesi… Yaşlı başlı adamların tartaklanması, itilip kakılması... Binlerce hukukçunun temsilcisi olan bu kişilerin 27 saat boyunca dağ başındaki otoyol kenarında tutulup Ankara’ya girmelerinin engellenmesi…

Ülkenin başkentine girişleri hukuksuz şekilde engellenen hukukçuların fotoğrafı -bu insanların talepleri ve amaçları ne olursa olsun- hiç kimsenin övünebileceği bir fotoğraf değil.

Kaftancıoğlu hadisesi bir yanda, baro başkanlarına yapılan muamele öbür yanda… Sadece son birkaç günde hukuk adına, yani bizi bir arada yaşatacak ortak zemin adına ümitlerimizi karartan olaylar… Türkiye’yi yönetme sorumluluğu verilmiş kadrolara da “adaletin mülkün temeli olduğunu” hatırlatmalı… Bu temelin sarsılması üzerindeki herkes için tehlike demektir.

Hayrete mağlup olan hayret Mustafa Karaalioğlu/25.06.2020


İçinde bulunduğumuz atmosfere bakalım… Birkaç senedir bir türlü üstesinden gelinemeyen ekonomik kriz ve beraberinde gelecek yılları tüketen bir verimsizlik halindeyiz.
Yıllar akıp geçiyor, milli hasıla geriliyor ve pek iddialı olduğumuz dünya liginde yer bulamıyoruz. Bu tabloya eşlik eden ağır bir siyasi gerilim ve kutuplaşma var. Kuralların sürekli olarak bozulması yeniden yazılması ve en nihayetinde hukuk prensibinden uzaklaşma...

İhtiyacımız olan, her şeyden önemli ve öncelikli olarak gerilimin düşmesi ve insanların yaşadığı günden ve yarından emin olması iken geçen her saat tersine işlemeye devam ediyor. Ülke dünden daha gergin ve endişeli; yarın ise bugünü de arayacağı duygusuyla yaşıyor. Öyle de oluyor. Her an yeni bir şok, her gün yeni bir kuralsızlık hayatı kuşatıyor. Bitmiş seçim iptal edilir mi, ediliyor. Hayret. Lakin bitmiyor. Tamı tamına sene-i devriyesinde de o seçimin en önemli aktörlerinden birisi hapis cezası alıyor. Yine hayret!... Bir vakit belediye başkanları teker teker görevden alınmıştı. Unutulan hayret. Geçenlerde banka idaresine bir şampiyon atandı, hayret. Lakin ondan sonra kimler nerelere atandı. Hayret yorgunluğu… Daha bitmedi. Seçim kanunu öyle bir değişecekmiş ki, yine herkes hayret kalacakmış!

Bir hışımla yüzlere çarpan bugünün “Bu kadar olmaz”ı, yarının “Bu da oldu”suna mağlup oluyor. Hayret hayrete galebe çalıyor. Halkalar birbirine eklendikçe zincir uzuyor, şakladıkça şaklıyor.

Siyaset, hukuk, ekonomi aynı ocakta eritilip su verilen sağlam bir gürz gibi seçilen hedeflerin tepesine iniyor.

İndikçe çıkardığı sese kulak veren olmuyor. Kötülük; umursamazlık, korku ve bencillik üzerinden her sahaya nüfuz ediyor. Ne kimse bir başkasının yaşadığı haksızlık, hukuksuzluğa dertleniyor, ne de oradan çıkan menfaate çöreklenmekten haya ediyor.

Fikir, düşünce, yenilik bir işaretle suç aletine dönüşüyor. Yalan, çarpıtma, hile ve hamaset, aklı kovalıyor.

Sıradanlık, yardakçılık, seviyesizlik kurum kurum kurulurken, akıl, bilim ve kalite çile çekiyor. Çabalayanın, direnenin canı yanıyor, onları canı yandıkça iyilik için çabalamak acizliğe dönüşüyor. Seviyesizlik, kalitesizlik ve sırtını güce dayayan yılışıklık kolaylıkla zaferden zafere koşuyor.

Hukuksuzluk, kuralsızlık sıradanlaştıkça hukukun, kuralın, bilhassa hakikatin nasıl bir şey olduğu hafızalardan siliniyor. Sınır tanımaz bir kazanma arzusu ve güç toplama iştahı insanı insan yapan, insanları bir arada tutup toplum haline getiren bütün değerleri kemiriyor. Bu karşı konulmaz iştahtır ki hayadan, ahlaktan, edepten gelen şaşırma hissini yok ediyor. Şaşırmaktan çekinen, hayretini gizleme zaruretine mahkum bir toplum olur mu, oluyor.

Adım adım, yavaş yavaş, sessiz sessiz…

Atmosfere bir daha bakalım… Bakalım da meselenin gündelik hay huydan daha derinde olduğunu, kayıtsız bir alışkanlıkta toplumu kemirdiğini görelim. Ezberdeki değerler, zihinlerden siliniyor, sahipsizlikten bir köşeye siniyor.

Ayağa kalkması gereken, sahteleri pazarı doldurmuş o kadar değer ve prensip var ki; onlar yerde sürünürken sonunda kimse kazanamayacak. Hakikat eli kolu bağlı dururken kimse aralıksız tebessüm edemeyecek. Hiçbir şeyi umursamayan bari bu hakikati umursasın. Bakarsınız kaybetme korkusu vicdanlara söz geçirir.

24 Haziran 2020 Çarşamba

Eleştirel bakış Abdurrhman Dilipak/24.06.2020


Ekmel-i mahlukat, Eşref-i mahlukat olma kapasitesine sahip bir “hayevan-ı natıka / düşünme ve konuşma kabiliyetine sahip canlı” olarak yaratılan insan, yine nefsi olarak kan dökücü, muhteris, cimri, cahil, cimri bir mahluk olarak “belhum adal / hayvandan daha tehlikeli ve daha aşağı-aşağılık bir mahluk”a da dönüşebilir. İşte tam da bu dibe vurduğunda İlahlık ve Rablik taslamaya başlar. Alçaldıkça yükseldiğini zanneder. Bu beladan kişi ancak okuyarak, düşünerek, nefs muhabesi, nefs terbiyesi ve nasihatla kurtulabilir. Mü’minler akıllarını kiraya vermeyecekler ve birilerini İlah ve Rab edinmeyecek, birbirlerini görüp gözeterek, birbirlerinin velisi olarak, öğüt vererek ve öğüt alarak bu beladan kurtulabilirler.

Kişi hem kendi kendine nefs terbiyesi yapacak, hem öğüt verip öğüt alacak, hem de iki günü birbirine eş olmayacak. Yani dünde kalan şeylerle övünmeyecek. Dün dünde kalmıştır. O bizim için bir ibret dersi ve tecrübeler birikimi olarak kalacaktır.

Kişi doğduğu anne-babanın olduğu kadar toplumun, toprağın ve zamanın çocuğudur. Genetik risk ve avantajları vardır. Varlığını sadece Allah’a borçludur. Sebebler de Allah’ın takdiridir. Bu anlamda nefsini bilip, kendini yaratan Rabbinin iradesi içinde rızasını arayacaktır. Yaşadığı zamana ve mekana şahidlik edecektir. İmtihan dediğimiz de zaten budur: Şahidlik etmek ve sorumluluk üstlenmek.

Başarı her şey demek değil. Bu iş zaman içinde dünya mal ve makamına tamah edenler için  “gayeye giden her yol meşrudur” anlayışına götürüyor insanı. Bu Şeytanın bir yalanından başka bir şey değildir. Zaman içinde bu anlayış, “Tanrıyı kıyamete zorlamak” isteyenlerin mantığını tersten kopyalamaya dönüşerek “Tanrıyı iktidara, güce, servete zorlama”ya dönüşebilir. Yeni nesiller hemen hemen tamamen başarıya şartlandırılmış durumda. Aman dikkat edelim, dünya ile ilgili olarak ihtirasla istediğiniz her ne ise, o sizin imtihanınız olur.

İstişare ve şûra ile emrolunduk. Bu da hepimizin nakıs olduğunu gösterir. Bir insan her şeyi bilemez. Aklın, bilginin ve tecrübenin kibri  tehlikelidir. Kitap, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” der. Bir o bilgi hangi bilgi, iki: Ebu Cehil denen kişi zamanının en tanınmış, en bilgili kişilerinden biri idi. “Belam” denen de rivayet edilir ki, Hz. Musa ve Hz. Harun’dan sonra Tevrat’ı en iyi bilen kişi idi. Bu anlamda din ve dünya hakkında birçok şeyi bilseniz bile ne yazar, eğer onu yaşamıyorsanız.

Madem “iki günü birbirine eş olan aldanmıştır”. Bir: geçmişle övünemezsiniz, iki mevcutla yetinemezsiniz. Bunun anlamı şu övünmekle vakit kaybedemezsiniz.

Sakın “Şöyle olmasaydı böyle olmazdı” ya da “şöyle olduğu için böyle olmadı” demeyin. Batılıların “Determinizm” dediği sebeb - sonuç ilişkisi” bizim Kelami düşüncemizde mutlak bir değer değildir.. Allah bir şey murat ettiği zaman “ol” der ve o şey olur. Allah bir şeyi murat ettiğinde esbabını da birlikte halk eder. İnsan aklı o şeyin esbabını oluştan sonra idrak eder ve o şekilde açıklar.

“Övünmek ve övülmek” bizim geleneğimizde hoş karşılanmaz. Övülmek ancak Allah’a hastır. Biz o kadar çok övünüyor ve bizden olanları o kadar çok övüyoruz ki! Övülen kişi bizim geleneğimizde “Estağfurullah” der. Peygamberimizin yanında bir kişiyi övmüşler, o da “o kişi benim işte” der gibi başını yukarıya kaldırınca Peygamberimiz önünden aldığı bir avuç toprağı onun önüne atarak, “unutma ki, topraktan geldin ve toprağa döndürüleceksin” diye buyurmuştur. Peki o meddahlar ne yapıyorlar. Ve onların övgüleri karşısında nasıl davranıyoruz.

Sahi kitabın o “Mütrefin” ve “Müstekbir” dedikleri kimlerdi. Dün soyu-sopu ile övünenler, gün gelip mezardaki ölüleri de saymaya başlamışlardı. Geçmişten gelen soylulukla gelecek için hak iddia ediyorlardı. Aidiyetleri üzerinden hak sahibi oluyorlardı. Bu aidiyet, din, mezhep, ırk, soy, sop, hemşehrilik de olabilir. Bunlar hak ve imtiyaz sebebi olamaz. Üstünlük; soy, sop, güç, çoğunluk ve servette değil Hak’tadır.

Ne kadar kibirliyiz. Sanki küçük dağları biz yarattık. Biz olmasaydık, ya da birileri olmasaydı bazı şeyler olmazdı mı!? Allah’ın gücü yetmezdi değil mi!? Bizim aklımız kuyudaki Yusuf’un Mısır’a sultan olmasını anlayamaz. Ya Davud’un sapan taşı ile Calud’u nasıl yendiğini de anlayamaz.. Başarının şartları bellidir. Deniz yarılmaz. Kuşlar fil ordularını yenemez.

Eğer başkaları üzerine keyfi olarak, onların kimlik ve kişiliklerini, inanç ve fikirlerini hiçe sayarak hüküm koyuyorsanız ve onları kendi çıkar ve planlarınıza göre terbiye ediyorsanız, bu başkaları üzerinde İlahlık ve Rablik taslamak demektir.

Bakın haksız kazanılan servet, makam ve itibar insanlara iki cihanda da saadet sağlamaz. Bunlar insanın sırtında manevi bir yüktür. Eğer bu yükün artık farkında değilseniz ve ondan kurtulmak da istemiyorsanız işiniz zor. Kalbiniz mühürlenmişse eğer artık gözleriniz görmez, kulaklarınız duymaz ve kalpleriniz hissetmez, laf dinlemez ve eleştirilere tahammül edemez, bulunduğunuz yerden geri dönemezsiniz. Vay o zaman size..  Selâm ve dua ile.

Baroların yürüyüşü Taha Akyol/24.06.2020


İktidar Avukatlık Kanununu değiştirerek büyükşehirlerdeki Baroları bölmek, kendi taraftarlarının daha etkin olabileceği bir “çoklu baro sistemi” getirmek istiyor.
Metin ortaya çıktığında görüşümü yazacağım.

Hukukta “usul esasa mukaddem” (öncelikli) olduğundan, bugünkü yazımda avukatların barışçıl yürüyüşünü ele almak istiyorum.

Taslağı protesto için Ankara’ya yürüyen avukatların polis barikatı kurularak engellenmesini ve 27 saat süreyle enterne edilmesini hangi hukukçu savunabilir?!

Daha taslağın hazırlık aşamasında; anayasal bir hak olan gösteri yürüyüşü yoluyla karşı görüşlerin ortaya konulmasını engellemek, iktidarın nasıl bir zihniyetle hareket ettiğini gösteriyor.

ZİNCİRİN HALKALARI

İktidarın Avukatlar Kanunu’nu değiştirerek siyasi avantaj yaratmaya çalışması genel otoriterleşme zincirinin halkalarından biridir.

Son 6-7 yıldır Türkiye’ye bu yöndeki eleştiriler yoğunlaştığı gibi, AYM ve AİHM kararları da bunu gösteriyor.

Hukuk devleti indeksinde (WJP) 2015’teki Türkiye 80. sıradaydı, 2020’de 107. sıradadır! Bizden sonra Nijerya ve İran geliyor…

Venedik Komisyonu gibi altında imzamız olan kurumların raporlarını “dış güçler” diye geçiştirmek mümkün mü?

Halbuki 2010’lı yıllara kadar bu kuruluşlar AK Parti hükümetini reformlarından dolayı övüyor, Türkiye’ye de 600 milyar dolar sermaye girişi oluyordu!

Bugün hem hukuk devleti görüntümüz hayli gölgeli, hem ekonomide dış kaynak sorunumuz ciddi surette ağırlaşmış durumda.

HUKUK DEVLETİ?

Önce meseleye hukuk açısından bakalım. İktidar ikide bir dış dünyaya “biz de hukuk devletiyiz” deme ihtiyacını duyuyor ya… Hukuk devleti açısından bakalım.

Anayasa Mahkemesi’nin bu konuya ışık tutacak bir çok kararı var. Ben son kararından bahsedeceğim.

AYM öncelikle Anayasa maddesini hatırlatıyor:

“Madde 34 -Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

Dikkat ettiniz mi, “önceden izin almadan” diyor. Yasama ve yürütme organları yani iktidar yasaklayamaz, sade düzenleyebilir.

Nasıl bir düzenleme?

AYM bunun cevabını veriyor. Bir toplantı ya da gösteri, ancak “kamu düzeninin bozulmasına yol açtığı ya da bozulma tehlikesi doğurduğu” takdirde polis gücüyle müdahale edilebilir. Otoritenin sübjektif yorumuna göre değil, “kamu düzeninin bozulması ya da bozulma tehlikesi olduğunu ikna edici surette ortaya koyması gereklidir.” (B. No: 2015/1730, gün: 18.7.2019)

Baro başkanları mı yürüyerek kamu düzenini bozacak?! Hangi hukuk anlayışı böyle bir iddiayı “ikna edici” sayabilir?

KİMİN PLANI?!

Bu yürüyüşü “üst akıl” planlamış olabilir mi?

Ama “üst akıl” iki yıldır unutuldu ya da o bizi unuttu!

PKK veya FETÖ planlamış olamaz mı?

Hukuken kabul edilebilir şüphe sebepleri varsa, dava açmak gerekir. Fakat Adalet Bakanı ve HSK Başkanı Abdülhamit Gül böyle bir iddiada bulunabilir mi?

Komplo teorileri kimseyi ikna etmez.

İktidarlar hukuka uygun hareket etmek zorundadır.

Terör örgütlerinin ekmeğine yağ sürecek, onlara propaganda fırsatı verecek asıl faktör, Türkiye hakkında otoriter görüntü vermektir.

Terör örgütleri, çatıştıkları devletleri baskıcı göstererek diplomaside ‘moral üstünlük’ denilen propaganda imkanını ele geçirmeye çalışırlar. Hükümet buna çok dikkat etmelidir.

GENİŞ TEPKİ

İktidar 2010’a kadar AB süreci için çıkardığı demokratik nitelikli ceza ve usul kanunlarını ve kurumların yapılarını kendi gücünü daha da tahkim etmek için değiştirerek dünyadaki “hukuk devleti” imajını kendi eliyle bozmaktadır.

18 yıllık iktidarın Avukatlar Kanunu’nu, partiler ve seçim kanunlarını şimdi gündeme getirmesinin de sebebi aynıdır: Kanunlarla oynayarak güç tahkimatı yapmak.

Bu endişedir ki baroların yürüyüşüne geniş bir destek kazandırdı.

CHP taslağa karşı…

İYİ Parti lideri Meral Akşener, barikat mahalline giderek avukatlara destek verdi, baskıcı uygulamayı kınadı…

Gelecek Partisi Genel bakan yardımcısı Ayhan Sefer Üstün yine barikat mahalline giderek avukatlara destek verdi, baskıyı kınadı.

DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcı Mustafa Yeneroğlu, bildiri yayınlayarak bu engellemeyi kınadı…

İktidar Türkiye’nin hukuk devleti imajını daha fazla gölgelemekten, siyasi gerilimi daha fazla tırmandırmaktan sakınmalıdır.

Avukatlık Kanunu’nu değiştirmekten vazgeçilmeli, partiler ve seçim kanunları uzlaşmayla hazırlanmalıdır.