Şu an yaşanan toplumsal sorunların elbet önceki kuşaklardan tevarüs ettiği tarihsel kökeni olsa da bir taraftan da hızla dönüşen bir toplumsal yapıyla karşı karşıyayız. Bu durum bizi, yaşadığımız transformasyonu anlamak için bir taraftan tarihe öte yandan da yaşadığımız ana odaklanmayı zorunlu kılıyor. Her anlama aynı zamanda olumlu anlamdaki dönüşüme bir katkıdır. Yaşadığımız dönüşümler üzerine Vehbi Hocayla söyleşimizi keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
ELİTLERİN
DEVLET TAHAKKÜMÜ, ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYİ KETLEDİ
Neden
eleştiriye açık bir toplum değiliz? Bunun sosyolojik arka planına ilişkin ne
söylenebilir?
Her
ne kadar Osmanlıdan bu yana seçkin gruplar, halktan bağımsız ve halka tahakküm
eden bir pozisyon elde ettilerse de onlar da hiçbir şekilde kendi bağımsız
düşünme imkânlarını inşa edip bu konuda bir özerklik elde edemediler.
Başer:
Çevre merkezi ele geçirmedi, çevre merkezî menfaatlerden siftinme bahşedilerek
evcilleştirilip devşirildi. Özellikle de 15 Temmuz sonrasında, bu daha da
gelişip derinleşti.
Aydın
denen bu zümre, entelektüel açıdan büyük ölçüde cüce kalmış bir zümredir
aslında. Buna rağmen Arap, İran ve Hint dünyasında “bağımsız bir entelektüel
dünya”nın oluştuğunu söyleyebiliriz, buna karşılık Anadolu olarak biz bu konuda
çok daha çorak kalmış bir coğrafyayız. Türkiye açısından durum, seçkinlerin Osmanlı
mirasını devraldığı, bunu reddetse bile aynı miras içinde yoğrulduğu,
dolayısıyla da bir devlet erkân ve adabı içinde güç kudret elitlerine
dönüştükleri ve bunun büyük ölçüde suskunluk yarattığı bir tablo sunuyor. Güya
aydınlanma diye bir tafra vardır, hiç alakası yoktur. Cumhuriyet büyük ölçüde
Osmanlı askeri eliti ile onun öncülüğü ve tahakkümünde bir sus pus devlet
düzeniydi, ne tek partili ne de çok partili hayat döneminde eleştirinin özgür
olduğu, ifade özgürlüğünün sonuna kadar kullanıldığı bir dönem yaşanmadı.
TÜRKİYE’DE
ÇEVRE MERKEZDEKİ RANTA ORTAK OLDU
Türkiye
siyaseti ve toplumunu merkez çevre ilişkileri çerçevesinde açıklama eğilimi
oldukça güçlü. Bu bağlamda çevreden merkeze ilerleyenler mi devleti ele geçirdi
yoksa aslında devlet kendi ideolojisini ve meşruiyetini kabul ettirerek çevreyi
mi merkezileştirmiş oldu?
Çevre
merkezi ele geçirmedi, çevre merkezî menfaatlerden siftinme bahşedilerek
evcilleştirilip devşirildi. Özellikle de 15 Temmuz sonrasında, bu daha da
gelişip derinleşti. 15 Temmuz olayları sırasında “Demokrasi Nöbetleri” olarak
anılan bir ara dönem var. Bu durum Türkiye'de halkın kamusal alana sahip
çıkması biçimine dönüşecekken maalesef, başka bir şekilde manipüle edildi ve
halkın tepkisi, güruhlaşmış bir kitle baskısına dönüştürülerek bir oklokrasi
yaratıldı. Bu, bırakın eleştiriyi, nefes alınabilir bir yapı dahi değildir;
insanların nefes alırken bile yanlış nefes almamaya çalıştıkları, kendi
kendilerini sansürledikleri, evde, sokakta, iş yerinde dahi mimlenmemek için
“politik bir oto kontrol teyakkuzu” ile kitle baskısına boyun eğdikleri bir
düzen kuruldu. Bu düzenin acilen dönüştürülmesi lazım. İnsanlar sosyal medyada
konuşamaz oldu, whatsapp grupları gibi ortamlarda bile ancak
fısıldaşabiliyorlar.
GERÇEK
DEMOKRASİ BEKLERKEN OKLOKRASİYLE KARŞILAŞTIK
Peki
hocam bütün bir tarihimizi kültürel açıklamalarla yorumlamak ne kadar doğru?
İşin bir de sınıfsal boyutu yok mu? Belki Cumhuriyetin ilk dönemleri için
sanayileşmesini tamamlamamış bir toplum olması bakımından sınıfsal bir yapı arz
etmiyordu ya da sınıflı yapı belirleyici değildi. Ama şimdi durum biraz farklı
değil mi?
Burada
esasen güç merkezi tarafından ikincilleştirilmiş İslamcılar, mevcut
dışlanmışlık konumlarından, AK Parti iktidarı ile birlikte merkeze emildi. Bu
süreç aynı zamanda ülkenin küresel ekonomiyle eklemlenme sürecidir. Bu
eklemlenme İslamcıların yükselişiyle eşzamanlı gerçekleşmiştir. Devletin
Cumhuriyet dönemi boyunca bir duyarlılığı vardı, sınıfsal kristalizasyonu
yıkıma uğratıyordu devlet. AK Parti sürecinde devletin bu tavrı tuhaf bir
biçimde evrilerek Batılı anlamda sınıflı bir topluma geçiş sürecine –belki
şimdilik, bunu zaman gösterecek– yeşil ışık yaktığını görüyoruz. Özellikle 15
Temmuz sonrasında belirginleşen, farklı kesimlerden, farklı ideolojik ya da
siyasi kamplardan gelen bir oligarklar zümresi bütünleşmesi yaşanıyor
Türkiye’de. Eski İslamcı, yeni büyük burjuvazi içinde, bir zamanlar tümüyle
uzak durdukları, nasyonalist diye suçladıkları MHP’yle ya da derin devlet
kudretleriyle kucaklaşarak Cumhur İttifakı çatısı altında AK Parti’nin yeni bir
oligarşi inşa etmesi sürecine katılıyorlar.
AK
PARTİ’NİN BÜYÜK ŞEHİRLERİ KAYBETMESİNİN NEDENİ ORTA SINIF YABANCILAŞMASI
Peki
hocam bu yapının bir toplumsal tabanı var mı?
Evet
var. Özellikle gene kültürelci bir geçişlilikle bu kesimlere sosyal yardımlarla
pompalanan, görünüşte bir refah, ama aslında kıt kanaat bir hayat var. Bu
insanlar biliyorlar ki AK Parti’nin aktardığı kaynaklarla geçim çarkını ancak
çevirebiliyorlar. Burada oligarşik bir bütünleşme içinde oluşmakta olan yeni
büyük burjuvazi ile güruhlaştırılmış alt sınıfların sosyal yardımlarla merkeze
emilerek inşa edilen bu oklokratik dengede, orta sınıfların tost olduğunu
görüyoruz. Aslında biraz daha dikkatli bakacak olursak yeni büyük burjuvaziye
katılamayan ve bu katmanda neler döndüğünün farkında olan üst sınıfların alt
dilimi ile orta sınıfların üst ve orta dilimleri –ki bunlara artık küçük
burjuvazi diyebiliriz– bu giderek artan basınca dayanamayacak bir hale gelmiş
durumdadır. Bunların “azıcık da biz ölelim yahu” beklentileri boşa çıktı. Halk
tabiriyle “göle su gelesiye kurbağanın gözü çatlarmış”; sözünü ettiğimiz küçük
burjuvazi, büyüyen ekonomik pasta ve artan siyasi kudretten kendi konumlarıyla
mütenasip bir pay alma beklentilerinin boşa çıkması ile bir tür siyasi-sosyal
yabancılaşmaya sürüklendi. AK Parti’nin büyük şehirleri kaybetmesinin kökeninde
bir orta sınıf yabancılaşması ve politik tepkisi yatıyor. Çünkü yeni büyük
burjuvaziden dışlanarak alt katmana itilen üst sınıfın alt dilimi ile orta sınıflar
oligarşik bütünleşme zemininde Türkiye’nin büyük kaynaklarının nasıl talan
edildiğini görüyorlar. Bunu alt sınıfların kavraması mümkün değil.
TÜREDİ
ZENGİNLERLE ALT SINIFLAR OTORİTERYEN BİR KUCAKLAŞMA İÇİNDE
Bazıları
‘orta sınıf diye bir şey kalmadı’ diyor gerçi ama….
Ekonomik
olarak orta sınıfın büyük bir gerileme içerisinde olduğu muhakkak. Bu durum,
son dönemlerde hormonlu büyüme ve sıcak para akışı üzerinden ortaya çıkan
zenginleşmeden pay alamamasından kaynaklanıyor. Bununla birlikte, sınıfsal konum
ve aidiyet sadece ekonomik temelli değil, aynı zamanda sınıf bilinci ve sınıf
kültürü de çok önemli ve orta sınıfların eskiden beri kendine özgü kentli bir
kültürü var. Sadece ekonomik göstergelere bakarak bu sınıfın eridiği sonucuna
varmak bir yanılsama oluşturuyor.
Başer:
AK Parti’nin büyük şehirleri kaybetmesinin kökeninde bir orta sınıf
yabancılaşması ve politik tepkisi yatıyor. Çünkü yeni büyük burjuvaziden
dışlanarak alt katmana itilen üst sınıfın alt dilimi ile orta sınıflar
oligarşik bütünleşme zemininde Türkiye’nin büyük kaynaklarının nasıl talan
edildiğini görüyorlar. Bunu alt sınıfların kavraması mümkün değil.
Öte
yandan devlet Türkiye’de öteden beri yüksek burjuvaziyi gemlemeye çalışmıştır.
Menderes’in Sabancı’yı, Özal’ın Anadolu Kaplanlarını, AK Parti’nin de yükselen
dindar büyük burjuvaziyi palazlandırarak yerleşik burjuvazinin gücünü
dizginleme politikaları, devletin “sınıfsal ayrışma ve kristalizasyonu
geciktirme mantığı” ile uyumluydu. Bu aynı zamanda mesela DP’nin Koç
sermayesini, Özal’ın TÜSİAD sermayesini ve AK Parti’nin Aydın Doğan’ı budaması
ile de işlevselleşen bir mantıktır. Aslında 15 Temmuz’dan sonra, özellikle
Cumhur İttifakı’nın kurulmasından sonra olan şey, bir yandan dindar yeni
unsurları ile büyük burjuvazinin kendi içine kapanması, öbür yandan da sosyal
yardımlarla geçinen alt sınıfların iktidar yanaşması güruhlara dönüştürülmesi
yoluyla Türkiye, Batı tipi sınıflaşmış bir toplum olma sürecine girdi. Küçük
Burjuvazi ise bu yeni durum karşısında bir geri çekilme ve tepki içerisinde. Bu
küçük burjuvaziye bir de yüksek öğretim gören gençliği de dahil etmek
gerekiyor. İster alt sınıflardan isterse orta sınıflardan gelsin dindarların
yeni nesilleri, kültürel olarak benim “tedeyyün budalalıkları” olarak
adlandırdığım “gösterişçi dindarlık”tan fena halde bunalmış durumdadır.
Gençlerin deizme kaydığı yönündeki panik, bu kültürel kopuşun deizm üzerinden
çarpık bir anlatımı. Gençlerin deistleşip deistleşmediği su götürür bir
tartışma konusu; ama şurası kesin ki, gençler küçük burjuvazinin sosyal ve
kültürel dünyasına dahil oluyor ve bu konumla uyumlu bir sosyal ve siyasi
yabancılaşma içine sürüklenmiş bulunuyor. Bu gençler muhafazakâr kesimin
kanaatlerini paylaşmıyor ama tepki özünde inançsal değil sınıfsal bir tepki.
Üst sınıflar ekonomik ve politik güçlerine güç katma peşindeyken orta sınıflar
özgürlük peşindeler, alt sınıflar ise mevcut iktidara tapınan bir “durumu
muhafaza” kaygısıyla hareket ediyorlar. Bu arada tabii türedi zenginlerden
oluşan yeni bir üst sınıf meydana getiriliyor. Dolayısıyla burada türedi
zenginlerle alt sınıfların otoritaryen kucaklaşması söz konusu. Küçük burjuvazi
ise arada tost oluyor. Orta sınıfların 15 Temmuz’da ne olduğu konusunda da
kafası çok karışık. Küçük burjuvazi olan bitene inanmıyor.
SINIFSAL
YAPI OLUŞMADIĞI İÇİN DAVA, KOLAY SATILABİLİR BİR ŞEY OLMUŞTUR
Bütün
bunlar olurken büyük resme baktığımızda kentleşme ve modernleşmenin
neresindeyiz peki hocam? Ve bir de kentli bir dindarlık imkân ve ihtimalini
görüyor musunuz?
Kent,
sadece kırsal mekândan farklı bir mekân değil, kentsel kurumların yeşerdiği
sosyal ve kültürel açıdan farklı bir dünyadır. Bir yandan gönüllü birlikteliğe
dayalı dayanışma ağlarıyla kamusal dünyada kendi özgül beklentilerini
gerçekleştirmeye çalışan sivil toplum oluşumunun ama öte yandan da kıran kırana
bir sınıfsal mücadelenin yaşandığı mekânlardır kentler. Türkiye’de kentsel
kurumların oluşumu açısından sivil toplum zaafiyet içindedir ve STK’ların
önemli bir bölümü sivil yapılar olarak değil korporatist devlet düzeninin
topluma nüfuz, himaye ve tahakküm araçları olarak biçimlenmiş yapılardır. 28
Şubat döneminde DİSK, KESK gibi sendikaların darbeyi destekleyerek devletin
topluma tahakkümünü sahiplendiğini gördük. Mevcut durumda derneklerin,
vakıfların ya da sendikaların bireylerin kamusal dünyaya katılımını mümkün
kılan sivil toplum olarak işlevselleştiğini söylemek mümkün mü? Kesinlikle
değil. Kimi cılız seslerin bile devlet katında ne kadar alerjiye sebep olduğu
ortada. Tabipleri Birliği ya da Barolar neden rahatsız ediyor devleti? Bu
kurumların solcu ya da sosyalist olması işin bahanesidir, bunlar iktidarı
dengeleyecek bir yapı, az önce bahsettiğimiz tahakküm gücüne meydan okuyan
kurumlar olduğu için baskı altına alınmaktadır. Devletin gerçek anlamda STK
olmaya çalışan yapılara karşı stratejisi, STK’larla bir çekişme içerisine
girerek, onları güçsüz bırakmak olduğunu görüyoruz.
BÜYÜK
TOSLAMAYA ÇOK YAKLAŞTIK
Tüm
bu hengâme çerçevesinde dindarlığa ne olacak peki?
Türkiye
şu an günü kurtarmaya çalışan ve büyük bir yönsüzleşmeye sürüklenmiş bir ülke.
Dış politikadaki sürekli eksen değişiklikleri, Libya ve Suriye’deki son
durumlar ve ABD ve Rusya ile yaşanan sorunlar da tamamen bunun bir ürünü.
Göstergeler Türkiye’nin er geç büyük bir kayaya toslayacağını gösteriyor, bunu
göremeyen politik bir körlük var Türkiye’de. Bana kalırsa ne kadar erken
toslarsak maliyeti o kadar az olur diye düşünüyorum. Ve bu gidişata ilişkin her
uyarıya kapalı, hiçbir ikaza ve yön göstermeye tahammülü olmayan, yapılan
uyarıları elinin tersiyle iten bir politik kudretle karşı karşıyayız. Gayet
kibirli, şımarık, her şeyi bildiğini sanan ama aslına bakarsanız hiçbir şeyi de
öngöremeyen, ekonomi olarak da hiçbir şeyi toparlayamayan tuhaf bir despotik
siyaset var Türkiye’de. Bu toslama, bütün sınıfların travma yaşaması demek
olacak. Ve dindarlar da ne yaşayacaklarsa bu travma sürecinde yaşayacaklar.
Dindarlara bu politik toslama sonrasında ne olacak? Mevcut durumda dindarlığın
kentlere doluşmuş bir taşralılık olarak görünürlük kazandığı, gemi azıya almış
cemaat ve tarikatlerin topluma nizâmât verdiği bir manzara ile karşı
karşıyayız. Politik olarak sözünü ettiğim oligarşik oklokrasinin en göze batan
tarafı, ortalığı kasıp kavuran gösterişçi dinarlık tafrasının eşlik ettiği bir
taşralılık… Bürokraside kimin görev alacağı, hangi kamu kaynaklarının musluğuna
hangi cemaat, tarikat veya hemşeri topluluğu mensuplarının hükmedeceği, kimin
hangi bahaneyle ihraç edileceği… konusunda lâ yüs’el bir kudret tafrasıyla
zehirlenmiş bir dindarlık bu. Bundan bir kentli dindarlık çıkması beklenebilir
mi? Hiç sanmıyorum.
TOSLAMANIN
FATURASI DİNDARLARA ÇIKARILACAK
Öte
yandan sözünü ettiğim politik toslama sürecinde, faturanın tamamen dindarlara
ve dindarlığa kesileceği bir ters vektör oluşması bana kaçınılmaz görünüyor. Bu
ters vektör altında, dindar duyarlılıklarından sıyrılalı zaten çok zaman olmuş,
kamu kaynaklarının talanı aracılığıyla yeni oligarklar haline gelmiş eski
İslamcıların da içinde bulunduğu Büyük Burjuvazi ile AK Parti süreci boyunca
konum kaybına uğrayarak siyaseten yabancılaşmış Küçük Burjuvazinin el ele
vereceği bir yeniden konumlanma da kaçınılmaz. Bu suretle, günümüzde dindarlık
etiketiyle arzı endam eden bu taşralı görgüsüzlüğün büyük bir püskürtme
harekâtına kurban gideceği anlaşılıyor. Bu süreçte dindarlığın suç sayılıp yeniden
yer altına itileceği, dindarların AK Parti iktidarı boyunca elde ettiği bütün
göreli güç ve servetin tıpkı Fethullahçı yapılanmaya yapıldığı gibi talan
edileceği bir püskürtme yaşanacağını söylemek, şimdi çok komplocu bir yaklaşım
olarak görülebilir. Benim tedeyyün budalalığı dediğim bu gösterişçi dindarlık,
Türkiye’nin 200 yıllık gelişme ve modernleşme süreci içerisinde anakronik bir
kist gibi duruyor. Dini bakımdan hiçbir gerçek kaygıya dayanmayan bu budalaca
din gösterişini Türkiye püskürtecek ve bugün dindarlığıyla gayet müftehir
kesimlerin de “yok yahu ben onlardan değildim” diye kendini temize çıkarmaya
mecbur olduğu bir süreç olacak bu. Türkiye bu süreçten geçerek nereye varır,
şimdiden kestirmemiz zor. Kentli bir dindarlığın oluşumu, belki yirmi otuz yıla
yayılıp uzayabilecek böyle bir sürecin sonunda Türkiye’nin yeniden
normalleşmeye başlaması ile gündeme gelebilir.
Zamanınızı
ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Prof.
Dr. Vehbi Başer kimdir?
1961
Eskişehir doğumlu. Lisans öğrenimini 1985’te doktorasını 1993’te tamamladı.
2000’de Uygulamalı Sosyoloji alanında Doçent unvanı aldı. Hacettepe (1986–1993)
ve Kırıkkale (1993–2005) üniversitelerinde çalıştı. 2005-2011 yılları arasında
Balıkesir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Başkanı ve Ağustos 2016'ya kadar
öğretim üyesi olarak görev yaptı . Halen Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
İslam
Özkan Kimdir?
İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam
gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi.
Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet
sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda
haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon
kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu
ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve
Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.