Dücane ve Görmez mektuplaşmasının özeti şudur:
Bir taraf dini
sadece düşe ve avami alana indirgeyip, felsefenin bir düşünce ve yaşam biçimi
olarak, insanı özgürleştireceğini, yetkinleştireceğini ve bu yönüyle evreni
anlamlandırabileceğini ve hem de açıklayabileceğini savunmakta, diğer taraf da
felsefeyi sadece retorikten ibaret bir gevezelik olarak görmekte ve tipik
Gazali tarzı bir yaklaşım sergilemektedir.
Dücane, her ne
kadar Farabi’ye dayandığını söylüyorsa da, Farabi’nin tam olarak onun
kastettiğini ifade ettiği doğru değildir.
Elbette insan,
yakînî öncüllerden hareketle bir şeyi bütün yönleriyle, kapasitesi ölçüsünde,
çok yönlü bir şekilde düşünmek ve bu noktada gidebileceği yere kadar gitme,
yetkinleşme konusunda sınır tanımamak, sonuçta da varlıktaki önce metafizik
nedenselliği, sonra da fizik nedenselliği kavrayarak tümelden tikele doğru
apaçık, kesin, burhânî bilgiye, bir yönüyle mutlak hakikate mümkün olduğunca
yaklaşmak gücündedir.
İnsanın, yukarıda
tarif ettiğimiz şekilde, gerçekleştirdiği bu çabanın sonucunda varacağı nokta;
ferdi, toplumsal ve evrensel saadettir. Bu yönüyle felsefe ve din ile amaçlanan
şey de; bir grup, zümre, toplum, ideoloji, mezhep vb. herhangi bir yapının
değil, mutlak ve potansiyel olarak insanın arayışının temsil ettiği hakikate ve
bu sayede saadete ulaşmaktır. Böylesi bir hakikat arayışı herhangi bir zaman
diliminde veya herhangi bir millette sona eremez.
İslam
filozoflarının ve sufilerin din anlayışı ilahi ve insani olarak iki kısımdır.
İlahi din, mutlaktır. Değişmez hakikatler içerir. İnsani din veya inşai din ise
insan aklının erişebileceği sınırsız, ama mutlak hakikate göre sınırlı,
hakikati ifade eder. Bu noktada filozofların anlayışında Kitap veya Peygamber
gelmeseydi de insan, kendine ve tabiata bakarak kendini gerçekleştirmek ve
şükran borcunu belirli ritüellerle ifade etmek zorunda kalacaktı. Burada insani
din denilen din, sadece halk dini anlamında değildir, soyut hakikatlere
ulaşabilen ve ulaşamayan herkesin sorumlu olduğu dindir. Bu noktada külli
ilkelere yaklaşma ölçüsünde hakikate ulaşma söz konusudur. İşte bu çerçevede
burhâni olarak filozofların ortaya koydukları açıklama ve anlamlandırmalar da
(değer koymalar) ilahi hükümlerin geliş maksatlarına uygun olduğundan muteber
kabul edilmiştir. Ancak burada İslam filozoflarının ve sufilerin metafizik
hakikatlerin varlığı anlamında burhani ve irfani yöntemin filozof ve ariflerce
keşfedilebilme imkânını savunmakla birlikte, Peygamberlik ve vahiy müessesesini
delillendirdikleri ve söz konusu burhani ve irfani dereceye herkesin
ulaşamayacağından hareketle Peygamberliğin zorunluluğu kavramını getirdikleri
unutulmamalıdır.
Buradan da
anlaşılacağı gibi, İslam düşünce tarihinde Görmez’in zannettiği gibi
filozofların bir Peygamber’e uyarak felsefe geliştirmesi söz konusu değildir.
En azından felsefi gelenek buna karşıdır. Onlar, insan aklının gücünün ve
yetkinleşmesinin dinden bağımsız mümkün olduğuna ve bu noktada dinin de
istediği şeyin bu olduğuna kanaat getirmişler ve felsefe ile dinin aynı gayeye
ve aynı hakikate yöneldiğini ortaya koymuşlardır. Çünkü filozoflara göre zaten
her türlü bilginin (vahiy ve akli bilgi) ana kaynağı melekût âlemidir, yani
bilgi, insani çabayla elde edilse de bir yönüyle vehbî karakteri vardır, akıl
gücü yetkinleştikçe melekût âleminden gelen bilginin kalitesi ve netliği, yani
burhaniliği/kesinliği artacaktır. Bu da felsefe ile vahyin getirdiği bilginin
özde ayniliğini göstermektedir. Elbette bilgiyi en üst kemal derecesinde
çabalamaksızın alan Peygamberlere ihtiyaç zorunludur, ama bu zorunluluk sadece
toplumsal düzenin sağlanması noktasındadır. Yani akıl, kendisi de İlahi bir
vahiy olması yönüyle, hakikatlere ulaşmada yeterli olsa bile Peygamberlik
zorunludur, çünkü herkes bu hakikatleri kavrayamaz. Ama bu, bu hakikatleri
aklıyla kavrayanların Peygambere ihtiyacı olmamasını ve sadece avamın ihtiyacı
olmasını gerektirmez. Bilakis Vahiy ve Peygamberlik, aklî hakikatlerle
ulaşılanla Peygamberlerin getirdiklerinin ayniyetini ortaya koyduğu gibi,
toplumsal düzenin sağlanmasında, metafizik bir gücün, iki yönlü ispatı
sayesinde, daha sağlam bir yol elde edilir. Aklın yetersizliği tartışması ise
daha çok Eşari kelamcıların üzerinde durduğu bir konudur ve yanlıştır.
Dolayısıyla Vahiy ve Peygamberlik, akla aykırı olmadığı gibi aklı aşan şeyleri
de bildirmez, sadece aklın doğru kullanılmasında rehberlik eder ve bilginin
metafizik kökenini ispat eder. İslam düşüncesinde aklı aşan şey yoktur, henüz
aklın çözemediği ama aklî olan şeyler vardır. Çünkü İslam filozofları, çabayla
elde edilen bilginin arkasındaki metafizik külli hakikat bilgisinin insana
kapasitesi oranında yansımasını kabul ettikleri gibi, buradan yola çıkarak hem
bu çaba sırasında tümel akli hakikatin tecellisinden hem de bazen doğrudan,
çaba olmaksızın, feyz yoluyla tecelliden bahsederler. Bu durum, Peygamberler de
dâhil her insanda vardır ve asla somut bir vahiy olarak nitelendirilemez. O
halde Peygamberler de, insan oldukları için, ilham veya sezgi bilgisine
erişebilmekte, ama bu bilgide insani yön hâkim durumda olmaktadır. Vahiy, ise
doğrudan Peygamberi akla (muhayyile/kutsi akıl), insani müdahale olmaksızın,
nakşedilmektedir. Hatta İslam filozoflarına göre Peygamberlerin ilhamları bile
diğer insanlarınkinden daha arıduru olabilmektedir. Bu yüzden aklî faaliyet ve
anlamlandırma ekseninde felsefe dindir, din de felsefedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.