14 Aralık 2020 Pazartesi

Müslüman Ortaçağ engizisyonu, giyotine bir baş daha gönderdi (“Prof. Dr. Mustafa Öztürk Olayı” üzerine değerlendirmeler) Alper Kuter

I- DEĞERLENDİRME

Öztürk olayına;

A- “Olay yönünden” baktığımızda;

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi sayın Prof. Dr. Mustafa Öztürk; İslâm ilâhiyatının netameli konularını gündeme getirmesi sonrasında dışlandı, geleneksel Müslüman kesimler tarafından linç edildi. Bunun üzerine, öteden beri düşünce ve inanç barbarlığından hayli bunalan Öztürk; hızlı bir kararla emekliliğini istedi (02.12.2020), üniversitedeki görevinden ayrıldı. Mahalleye de veda etti, piyasadan çekildiğini duyurdu. Konu etrafında dinî, ahlâkî ve siyasî nitelikli tartışmalar çok yönlü olarak sürüyor, hâlâ güncelliğini koruyor (13.12.2020).

B- “Tarih yönünden” baktığımızda;

1- İnsanlar arasında din ve inanç farklılıklarından kaynaklanan anlaşmazlık ve savaşlar insanlık tarihi kadar eskidir. Tüm insanlık bu anlaşmazlık ve savaşlardan bir şekilde nasibini almıştır. Son vehlede -kendi aralarındaki iç savaşlar başta olmak üzere- Müslümanların onbeş asırlık tarihinde de bu hazin sonuç yaşanmıştır. Müslümanların geleneğinde ve müktesebatında yer alan “tartışma adabı” (adabu’l-hilaf) ve “savaş ahlâkı (ahlaku’l-kital)” başlıklı kıymetli öğretiler ne yazık ki metinlerde kalmış, Müslümanların davranış ahlâkını belirlememiştir.

 

2- Tarih boyunca Müslümanlar, diğer herkesin kendi gibi düşünmesini, kendi gibi inanmasını istemiş; bunu önermiş, bu tuhaf gaye için olağanüstü bir gayret ortaya koymuş, bu uğurda savaşmış, ölmüş, öldürmüştü ama tarih şahit ki bu çarpık eğilim sadece kaos getirmiş, bu yöndeki samimi ve hasbî gayretler bile genellikle fesat ve terörü intaç etmişti. Müslümanlar ve dinî öbekler sürekli kendi düşünce ve inancını öne çıkarmış, ortak bir kriterle sağlaması yapılabilir olmayan kendi teolojik yorumlarını diğer inanç ve yorumlara üstün görmüş, bununla övünmüş, karşı düşünce ve inançlara karşı kronik bir “karşı kaldırım sendromu” yaşamıştı. İnsan iradesini sakatlayan bu sorunlu eğilim, Tanrı’ya karşı saygısız; insana, insan aklına, insan haysiyet ve onuruna hassasiyetsiz ve mütecavizdi çünkü sunduğunu teklif etmekle kalmıyor, dayatıyordu. Dün böyle olduğu gibi bugün de böyle. Dün böyle olduğu gibi bugün de Müslümanların bu tarzı besleyen; “tebliğ”, “davet”, “iyiliğe emretme, kötülükten sakındırma”, “irşat” gibi pek çok doktrin enstrümanı var. Bu enstrümanların yetersiz kimselerce gelişigüzel kullanıldığı, bunlarla sadece yanlışın çoğaltıldığı da ortada…

3- Müslümanlar arasında ‘öteki’ olarak tanımladıklarına karşı çirkin bir “linç kültürü” hâkim. İleri bir hamasetle bu kültürü yaşatan, döngülü bir şekilde bu kültürle hamasetini besleyen Müslümanların arasında bu istismar amaçlı bu hamaseti kışkırtan, böylelikle beslenen ve geçinen Müslümanlar da vardı. Her iki kesim de dinlerine yaslanarak Allah adına karşıtını linç ediyor, bununla ilâhî rıza ve cennet umuyordu. Üstelik Müslümanlar, hem kendi şeriatları hem de doğruladıkları geçmiş diğer şeriatlarda bir cana kıymayı tüm insanlığı öldürmekle eşdeğer gören (Mushaf, 5:32) kadim bir medeniyetin de mensupları iken; “dinden dönen öldürülür” mottoları, “kâfirin kanı, malı, ırzı helaldir” fetvaları, “katli vaciptir” aforizmaları, “siyaseten katletme” politikaları ile cinayete azmettirmeye, cana kıymaya varacak düzeyde ileri giderek bu kültürü yaşattılar. Müslümanlar bu kültürü dinleri üzerinden de yaşattılar, siyasetleri için de…

4- Her dönemde can güvenliğini tehdit eden bu yerleşik kültürün sayısız kurbanı var: Hz. Muhammed’in arkadaşları tarafından öldürülen damadı II. Halife Osman (ö. 656); siyasî ihtirasla susuz bırakılarak hunharca öldürülen Hz. Muhammed’in torunu Hüseyin, ailesi, ahfadı (ö. 680); döneminin otoritesini itaatsizliği rahatsız ettiği hâlde inanç sorunları bahane edilerek bir bayram sabahı Müslümanların mescidinde “kurban diye” boğazlanan İbn Dirhem (ö. -muhtemelen- 742); zindanda işkence ile öldürülen Ebu Hanife (ö.767); inanç tercihleri nedeni ile insanlık dışı işkencelere maruz kalan İbn Hanbel (ö. 855); linç sonrasında cenazesi bile gizli defnedilen Taberî (ö. 923), dinî ve siyasî muhalefeti sebebi ile idam edilen Hallac (ö. 942); felsefî görüşleri sebebi ile ardılı Gazzalî (ö. 1150) tarafından tekfir edilen Farabî (ö. 950), İbn Sina (ö. 1037); kitapları yakılan İbn Rüşd (ö. 1198); inançları yüzünden kendi hayatı da çile, esaret ve işkenceyle geçtiği hâlde İbn Arabî’yi (ö. 1240) inançları yüzünden hiç acımadan ekolüne dönük hamasetine kurban eden, onu “en kâfir şeyh” (şeyhu’l-ekfer) ilan eden İbn Teymiyye (ö. 1328); yüzyıllardır nasıl öldürüldüğü bile şaibeli kalan, Mevlana Celaleddin Rûmî’nin (ö. 1273) hocası Şems-i Tebrizî (ö. 1248); Osmanlı döneminde, aslında Sahn-ı Seman medreselerindeki eğitimi eleştirdiği, öğretim görevlilerini hicvettiği için sapık ilan edilerek idam edilmiş Molla Lütfi (ö. 1494) bunlardan sadece birkaçı… Hepsi aynı linç kültürünün kurbanı.

Yakın geçmişte de öyle… Mısırlı mütefekkir Nasr Hamid Ebu Zeyd (ö. 2010); Mısır şer’î yargısı tarafından dinden döndüğü söylenerek mürted görülmüş, eşi kendisinden boş sayılmış, mal varlığına el konmuş, canına kastedilmiş, kendisi bütün bunlar üzerine Hollanda’ya sığınmak zorunda kalmıştır (1995). Pakistanlı mütefekkir Fazlurrahman Malik (ö. 1988); yaşamını Pakistan’da devam ettiremeyecek düzeyde ağır linçe uğramış Amerika’ya gitmek zorunda kalmış, orada ölmüştür (2010). İranlı mütefekkir Abdulkerim Suruş (d. 1945); İran’da idamla yargılanmaktadır, İngiltere’ye sığınmıştır, ülkesine dönememektedir. Hepsinin öyküsü ayrı bir dram.

Öztürk’e gösterilen tepki ve linç dalgası sadece Mısır ve Pakistan’da değil, İslam coğrafyasının farklı yerlerinde çok yaşandı. Suud zindanları dinî gerekçe ve kaygılarla Suud hanedanına ve mer’î yönetime muhalefet eden düşünce sahibi Müslümanlarla dolu, idam kararı infaz edilen mahkumların sayısı belli değil. Türkiye’de de Öztürk ilk kurban değil, son kurban olmayacağı açık. Aslında Öztürk sadece linç edilmedi, sanki recmedildi. Onu taşlayanların zihinleri, ona isnat ettiklerinden daha temiz ve tutarlı da değildi. Kendisini linç edenler arasında, Öztürk’e ilk taşı atacak “dürüst”, “tutarlı”, “çelişkisiz” bir “insan eli” var mıydı, ben görmedim. Öztürk’e linç örneği, birden çok yönü ile İsrailoğullarını ve onların tarihsel tavırlarını nasıl da hatırlatıyor…

5- Oysa, -“hakikat satıcılığı yapanlarımız hariç”- hepimiz hakikati arıyor, bu yolda sadece düşünce üretiyorduk. En fazla da bunu yapabilirdik, bundan fazlasını değil. Ne dediğimizden emin bir şekilde, üstelik göksel atıflarla cesurca servis etsek de hepimizin yanındaki sadece yorumdu. Buna da herkesin hakkı vardı. Hakikatin sahibi ya da sözcüsü değildik, bunun için ne yetkimiz vardı ne de liyakatimiz... Bizi diğer bir insan kardeşimize ayrıcalıklı kılan bir neden olmadığı gibi, kendi yorum ve tercihimizi bir diğerimizin yorum ve tercihine üstün kılan bir neden de yoktu çünkü bütün yorumlar özneldi, herkesin bir tercih hakkı vardı. Birbirimizin düşünce ve inançlarına katılmak zorunda değildik ancak birbirimize katlanmak zorundaydık. Bunun tersi ne ahlâkî ne de bağlayıcı...

6- Şu “insanca” yaklaşım ve tavsiye büyük önem taşıyor: “İslam ve diğer kurumsallaşmış dinler ve kutsal metinleri, “oluştukları kültür ve zamanın ruhuna ait” bir din diline sahipler. Bu nedenle “sadece kendini hak görerek” diğer dini tecrübeleri aşağılayan, kâfir gören, ötekileştiren “politik bir dile” sahipler. Tüm Ortaçağ din dilinde, diğer dinî tecrübeleri psikolojik ve sosyolojik bir deneyim görmekten çok, bilerek tercih edilmiş bir hakikat inkârı gibi görme kolaycılığı hakim. Hepimiz dünya ve yaşam denilen bu karmaşık ormanın yitik ruhlarıyız. Kaybolmuşluğumuzu azaltacak duygusal merhamete ve desteğe ihtiyacımız var. Birbirimizi kafir, öteki, düşman, dinli-dinsiz, hain vb. ithamlarla suçlayarak acılarımızı artırmanın ne kendi ruhumuza ne de diğer insan kardeşlerimize bir faydası var. Kaybettiğimizi şimdilik belki bulamayız ama kayıp duygumuzu paylaşarak merhamet ve sevgi ile birbirimizi teselli edebiliriz” (Dr. Ahmet Bulut).

C- “Usul yönünden” baktığımızda;

Farklı düşünceler tartışılabilir, -yerleşik kabullere aykırı olsa bile- farklı inanmak, inanmamak gibi tercihler konuşulabilir ancak bunun ötesine geçilmedikçe bunlar; karşı düşünce ve inanca hakaret, karşı düşüncenin referanslarına ve kutsallarına saygısızlık, iftira, diğer düşünce ve inanç sahiplerine düşmanlık anlamına gelmez. Bunun tersi yönde bir kabul ancak gerilik, ileri gidildiğinde de sadece şarlatanlık niteliği taşır. Düşünce ve inançların bu tür yolsuzluklarla sunumu ve taraftarlığı kadar, karşı düşünce ve inançlara bu tür yolsuzluklarla karşı çıkışlar da yanlıştır. Kendi düşünce ve inançlarımızdan kalkarak başkalarının düşünce ve inanç özgürlüğünü kısıtlayamayız, düşünce ve inanç özgürlüğümüzün kısıtlandığından bahisle diğer düşünce ve inançlara karşı yolsuzluk da yapamayız; her iki eğilim de aynı niteliktedir, aynı oranda yolsuzdur.

D- “Hukuk yönünden” baktığımızda;

Hiç kimse; -bir başkası için ne denli ikna edici, ne kadar belirleyici olsa bile- bir başkası gibi düşünmek, inanmak, bir şeyi bir başkası gibi yorumlamak zorunda değildir; hiç kimse bunun tersine zorlanamaz. Uygulamadaki sorunlara rağmen, Türkiye’de “vicdan, dinî inanç ve kanaat özgürlüğü” anayasal bir hak olarak hukukla korunan bir değerdir (T.C. Anayasası, 24. Madde). “Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” uluslararası yasalarla da korunmuştur (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 9. Madde). Hayatın olağan akışında farklı konjonktürel koşullara özgü değişik dönem Kur’an tutanakları göz önünde bulundurulmazsa, Kur’an da bu temel özgürlükleri büyük ölçüde korur (Mushaf, 2:256; 18;29; 76:3; 76:29; vb.).

E- “İdarî yönden” baktığımızda;

Türkiye’de ilahiyat fakültelerinin kuruluş amacı, varlık nedeni teoloji alanında ihtisastır. Teoloji, sadece İslâm ilahiyatından ibaret değildir, diğer dinleri de içine alır. Bu kurumların tek tip bir düşünce ve inanç sunması beklenemez, istenemez. Bu fakültelerde belli bir mezhebin, muayyen bir ekolün görüşü mutlaklaştırılamaz. Bu fakültelerde görevli akademisyen ve öğrencilerin, yasal mevzuat yönünden belli bir dine mensup olma zorunlulukları olmadığı gibi herhangi bir inanç altında bir alt kimlik sahibi olmaları da gerekli değildir. Entelektüel eğitim kurumları olan fakültelerde öğrenciler robot gibi görülemez. Üniversiteler, yüksek öğrenim kurumlarıdır. Yüksek öğrenim gören öğrencilerin kendi alanlarında farklılıkları bilme, tercih etme ya da etmeme, benimseme ya da benimsememe hakları vardır; bu haklar korunur, kısıtlanamaz, öğretim belli bir teolojik yorumla sınırlanamaz. Öğrencilerin mukayese standartları yok edilerek bir demir perde zihniyeti oluşturulamaz, klasik medrese müfredatı hiç teklif edilemez. Üniversite öğrencilerine dönük yetkisiz inanç himayeciliği ancak aklın, sağduyunun, insan onurunun, yüksek öğrenim kurumlarının amacının, bilimin, çağın ve modern yaşamın gerisinde kalmış bir kapasitenin sığ çabaları niteliğinde görülebilir.

F- “İçerik yönünden” baktığımızda;

1. Kadim Ortadoğu nübüvvet geleneğindeki ilâhî vahyin niteliği, Hz. Muhammed ile son bulmuş karizmatik nübüvvet kurumu sadece günümüzün tartışma konusu değildir. Geçmişte vahyin niteliği hakkında birbirinden farklı çok şey söylenmiştir. Ne ki geçmişte de günümüzdeki gibi farklı kanaatler, makul tenkitler, toleranslı davranışlar ve bilimsel tartışmalar yerine dışlama ve tekfir baskın olmuştur. Çizgi dışı görülen düşünce ve inançlar dışlanmış, mahkum edilmiştir. Geçmişte pek çok insan bu çirkin furyadan payını almıştır. Bugün de geçmişte söylenmiş şeylerden çok farklı şeyler söylenmiş değildir. Ne ki geçmişte “aynı şeyi söyleyenler” alim, bugün onlardan farklı birşey söylemeyen kimseler “zındık bir kâfir” olarak kitlelere takdim edilmektedir. Manipülasyonlarla varlıklarını sürdüren kesimlerin spekülatif gürültüleri ses getirse bile, sesleri geçmişi de çelişkilerini de örtmeye yetmemektedir.

2. Öztürk’ün söyledikleri geçmişte de söylenmiştir. Öztürk, vahyin niteliği ile ilgili düşüncelerinden dolayı çizgi dışı görülerek dışlanacaksa; Müslümanların tarihi boyunca onun gibi, ona benzer, ondan farklı ama ona yakın, sonuçta onu linç edenlerin kendi standartlarının dışında düşünen, inanan herkesin çizgi dışı görülmesi ve dışlanması gerekir. Tutarlılık bunu gerektirir. Öztürk’ü linç edenler, bir de dönüp kendi geçmişlerine bakmalı değiller midir? Bu insanlar eğer dürüst iseler, tekfir etmeye geçmişten başlamaları gerekmez mi?

(1) Öztürk’ü linç etmeden önce Farabî (ö. 950), İbn Sîna (ö. 1037), Hucvirî (ö. 1072), İbn Arabî (ö. 1240), Şebusteri (ö. 1340) gibi filozofların vahyin niteliğine dönük farklı tefekkürlerini dikkate almak gerekmez mi? Yakın tarihten Fazlurrahman (ö. 1988), Ebu Zeyd (ö. 2010), Suruş (d. 1945) gibi muasır düşünürlerin ne dediğini ölümüne tutunduğumuz ezberlerimizin hürmetine ıskalayarak düşünen bir insanı mahkum etmemek doğru mu?

(2) Geçmişte vahyin niteliği ile ilgili aktardığı birbirinden farklı üç ayrı yorumdan biri ile, “Kur’an ayetlerinin lafzen Allah’a ait olmadığını” iki ayete de dayanarak (Mushaf, 26:193-194) söyleyen tefsir sahibi Suyutî (ö. 1505) değil midir (el-İtkan)? Ondan önce aynı görüşlere Zerkeşî’nin (ö. 1392) kayıtlarında da rastlamıyor muyuz (el-Burhan)? Bu iki müellif, o görüşlerini üstelik Hanefî fakihlerden Semerkandî’ye (ö. 1144) dayandırarak aktarmamış mıdır?

(3) 93. surenin “Allah sözü olmadığı”, Hz. Muhammed’i motive etmek için surenin tamamında “konuşanın Melek olduğu” görüşünde olan Razî (ö. 925) için ne demeli (Mefatihu’l-Gayb)? Formu itibari ile dua olduğu, dolayısıyla ilâhî kelam olmadığı gerekçesi ile (tertip sırasına göre) 1. sureyi Kur’an’dan bir sure görmeyerek mushafına almayan Hz. Muhammed’in sahabesi Hz. Ali (ö. 661) değil miydi? Aynı gerekçe ile 113. ve 114. sureleri Kur’an’dan iki sure görmeyerek mushafına almayan yine Hz. Muhammed’in sahabesi İbn Mes’ud (ö. 650) değil miydi? Bunlardan da öte bizzat Kur’an, (tipik olarak birbiri ile aynı) iki ayrı ayetinde aynı Öztürk’ün söylediği gibi “Kur’an’ın elçi sözü olduğunu” söylemiyor muydu (Mushaf, 69:40; 81:19)?

(4) Hiçbir titri olmayan “Ehl-i Sünnet noteri” Cübbeli Ahmet; rivayetlere göre, Hz. Muhammed’in evlilikleri ile hükümleri düzenleyen 33. surenin 50. ayetini tebliği sonrasında, tek bir sözü ile ayetle, peygamberle, nihayet Tanrı ile açıkça istihza niteliği taşıyan sözü sebebi ile peygamberin eşi Hz. Aişe’yi de o galiz sözü sebebi ile tekfir etmeyi düşünmüş müdür? Peygamberin eşine isnat edilen bu müstehzi çıkışı hadis kitabına alarak aktaran Buharî (ö. 870), Muslim (ö. 875), İbn Mace (ö. 887) ve İbn Hanbel (ö. 855) gibi muhaddisleri de linç etmiş midir? Hayır, mümkün oldukça o büyük alimlerin türbesini ziyaret etmiştir. Gelenekçiler köpüğe tutunarak direnmektedir.

3. Tutarlılık, geçmişte Öztürk ile aynı şeyleri söyleyen çok sayıda sahabe, tefsirci, kelamcı ve klasik sûfi simaları da başarılı bir operasyonla çizgi dışı görmeyi, dışlamayı gerektirir. Tam tersi onlar benimsenmiş, semanın yıldızları mesabesinde görülmüş, kutsanmıştır. Öyküleri sohbetlerde anlatmak için kıssa olmuştur. Öztürk’ü linç edenler, bu tarihsel şahsiyetlerin hepsine derin saygı duyarken açık bir çelişki içinde değiller midir?

4. Öztürk’ü linç edenler, bir de dönüp kendilerine bakmalı değiller mi? Hikâyelerle peygamberlerini Tanrı’nın arşına oturtan, misal aleminde(!) tuvalet taşını Tanrı ile konuşturan, uçak türbülansa girdiği zaman çürümüş cesetlere yardıma çağıran, kendince bir uydurmayı hakikat diye anlatırken takipçilerine saatlerce keçi boynuzu çiğneterek onların dişlerini kıran bezirgan da aynı dinin hatırına bir yerlerden ihraç edilmeli değil midir? Öztürk’ün bu yeminli muhalifinin; “Allah eşittir Muhammed” sözleri ile, Tanrı ile Hz. Muhammed’i “zat olarak eşitlediği” bilinen hezeyanı sebebi ile, uzun bir süre önce vefat etmiş hocası da bizzat kendisi tarafından çizgi dışı görülerek tekfir edilmeli değil midir? Tam tersi, çok daha ehven söylemleri nedeni ile, bu zat ve benzerleri Öztürk’ü sapık ilan etmiştir. Şaka gibi…

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak bu tartışmada doğru eksen, insanlarla bu konuyu esastan tartışmak olmamalı. Bir konuyu “esaslı” tartışamayacağımız kimselerle konunun esasını tartışmak abesle iştigal olur. Öztürk’ün bile ömrünü tükettiği hâlde meramını anlatamadığı bir vasatta, onun söylediklerini içerik yönünden tartışmak yersiz. Anlamak için çabalamak dururken anlamamak için çırpınan kitlelere ne anlatılabilir? Bilimsel bir konuyu, bir tartışma konusunu inanç düzleminde algılayarak kendi benimsedikleri ile sizinle tartışan; serdettiğiniz düşünceleri kendi inançlarına hakaret, kutsallarına saldırı, Tanrı’ya iftira gibi gören kimselerle ne tartışılabilir? İnancı aklından fazla olan halk ezberini bozmayacaktır. Kaldı ki Öztürk’ün gündeme düşürdüğü konular entelektüel mahfillerde bile tartışılamamaktadır. Kaldı ki vahyin niteliği öncelikle vahyin ilk muhatapları tarafından merak edilmiş (Mushaf, 17:85), tedvin dönemi sancılı geçmiş, nasların aktüel değeri öteden beri tartışılmıştır. Bu tartışmaların otantik bir yanı da pratik yararı da yoktur. Vahyin niteliği ile ilgili tartışmalar da gereksiz mana-lafız tartışmaları da temel derdimize derman olmayacaktır, bunlar tarih boyunca da halledilememiş konulardır. Dilim demeye varmıyor ama belki de Öztürk, insanlara akıllarının alacağından çok fazlasını konuşmakla yanlış mı yaptı?

5. Öztürk ve taraftarları ile karşıt görüşte olanlar ve hasımları arasındaki temel sorun; vahyin niteliği, nübüvvet kurumunun mahiyeti, Kur’an’ın mekaniği, Kur'an'da konuşanın kim olduğu, Kur'an'ın Allah sözü olup olmadığı, korunup korunmadığı, hitap mı kitap mı olduğu, ahkâmının tarihselliği, evrenselliği (ne demekse bu?), Kur’an’da geçen ama Tanrı’ya yakıştırılamayan aşağılama ve hakaret sözleri, astını çok fazla ciddiye alarak muhatap alma, didişme, öfkelenme, intikam alma, beddua etme, lanetleme, yemin etme şeklinde öne çıkan beşere özgü haslet ve söylemler, bu yönde kullanılan sözcüklerin etimolojisi, semantiği değildir. Taraflar arasında genel temel sorun; insanlık, dürüstlük, iyi niyet, ahlâk, zarafet, zekâ, zihinsel kapasite, mantık, akletme, tutarlılık, düşünme, medeniyet, entelektüel düzey, insan hakları, düşünce ve inanç özgürlüğü, sosyal barış ve kamu güvenliği sorunudur. Bu sorunlar aşılırsa içerik tartışılmalıdır. Bu vasatta tartışmanın esasına girmeden olaya diğer öncelikli yönlerden bakmak gerekir, bu güncele yenik düşmek olarak da görülmemelidir.

G- “Ahlâk yönünden” baktığımızda;

1- Tarihte din hep iyi satmıştır. Tarih boyunca din bezirganları hep olagelmiştir. Tapınak tacirleri, geçimlerini kendi parsellerinde yaşattıkları mabetlerinin geliri ile kazanmıştır. Geçinmek için din pistini seçen sahtekâr sirk soytarıları genellikle kitlesel itibar görmüştür. Bezirganlığın belki önü alınamaz ama onurlu duruşlarla karşı durulabilir. Değilse, düşünen insanlar ne kendi onurlarını koruyabilir ne de düşüncenin ve bilginin namusunu… Düşünce herkes içindir, bilgi ortak değeridir. İnsanların bilgi edinme, özgür düşünme, inanma, davranma hakları hassasiyetle korunmalıdır. İnanç alanı kimsenin tekelinde değildir, belli bir zümrenin tekelinde de değildir. Bugüne kadar Öztürk’ü linç ederek varlığını sürdüren kimselerin, yanmaz kefen taciri ve benzerlerinin, bunlar düzeyinde karşı söylemlerin Öztürk ve söylemleri ile aynı terazide tartılması insanlık ve ahlâk bakımından da bilgi ve sahip oldukları veri değeri bakımından da mümkün değildir. Kendi mağarasının karanlığını tüm insanlık için mutlak aydınlık ve mutluluk sanan kimselerden ibret dışında alınabilecek bir şey yoktur, kendi taşkınlıkları içinde yuvarlanırken onlara sadece acınır.

2- Öztürk duruşunu bozmamış, söylemlerinin arkasında durmuş; çekildiği küçük dünyasından yaptığı, birbirine müşebbeh kısa metrajlı iki veda konuşmasının ikisinde de, karşıtlarının bir gün gerçekten nedamet duyacakları beklentisi ile bugün kendisini üzen insan kardeşleri için şimdiden Yusuf peygamber misali nitelikli bir olgunluk, insanca bir umut rezerve etmiştir. Bu koşullarda bunu düşünebilmesi çok güzel. Bu tavır çok asil bir tavırdır. O, bu örnek tavrından ötürü sadece tebrik edilir. Muhalifleri için ben onun gibi umutlu değilim ama öyle bir güne ulaşırsa, her şey beklediği gibi olursa bu söylediğini başarabilmesi umulur.

H- “Öztürk yönünden” baktığımızda;

1- Öztürk cins bir kafadır. Kendi alanında birikimi bilinmektedir. Onu anlayacak düzeyde bile olmayan kimselerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir toplumda kendisine yazık olmuş, siyasî iktidarlara da dayanarak din işportacılığı yapanların nüfuzunun fazla olduğu bir ortamda ona yazık eden acımasız düşmanları ile ne hazindir ki onu doğru bir eksen üzerinden savunamayan, gelişigüzel direnen taraftarları arasında sıkışan Öztürk ne yazık ki harcanmıştır. Türkiye’de düşünmenin bir bedeli vardır, o bu bedeli ödemiştir. Başkalarının inanç konularını düşünce konusu yapmanın da bir bedeli vardır, o bu bedeli de ödemiştir. Öztürk’ün başına gelenler, anakronik bir hadise olarak Türk toplumunun aydınlanma serüveninde düzeyini göstermektedir.

2- Öztürk şimdi belki diskalifiye edildi ama kısa vadede emellerini gerçekleştirdiğini düşünenler, uzun vadede sürecin nasıl şekilleneceğini öngörebiliyor mu bilmiyorum. Tarihteki aforozcuların adını şu an kimse hatırlıyor mu, onlardan birini bile içinde yaşatan olmuş mu? Kişinin söyleyecek bir şarkısı varsa dinleyici aramaz; bilir ki söz menzile girerse çölde bile bir dinleyeni çıkacaktır. Irmağın sesi duyulur, insanın ruhundan taşan şarkı mutlaka duyulacaktır. Öztürk, bozduğu ezberlerle karşıtlarını ürkütmüştür, bu bilginin gücüdür. Çapsız çirkin karşıtlık, ters etki yaratmıştır. Bu süreçte Öztürk’ün görüşlerini karşıtları kitleselleştirmiştir. Kırpılan video, Öztürk’ün diğer videoları sosyal medyada izlenme rekorları kırmaktadır. “Fikirlerin kanatları vardır, hiç kimse onların insanlara ulaşmasını engelleyemez” (İbn Haldun).

3- Öztürk yıpranmıştır. Psikolojisi başta olmak üzere sağlık sorunları biliniyor. Gözü, vicdanı, merhametten yana az da olsa bir nasibi olanların, Öztürk’ün beş yıl önceki fotoğrafı ile güncel fotoğrafını karşılaştırması yeterli olacaktır. Bu insanı, yasal olarak unutulma hakkını kullanmayı isteyecek kadar inciten, bu denli derinden etkileyen nedir, bunu düşünmek gerekir. Türkiye’de Öztürk’ün dramı, yakın geçmişte Kahire Üniversitesi’nden aforoz edilmiş düşünür Nasr Hamid Ebu Zeyd’in dramına çok benzer. Kilise Öztürk’ün başını istemiş, engizisyon zihniyeti Öztürk’ü de giyotine göndermiştir, sadece yürürlükteki hukuk kullanılarak nikâh akdi feshedilememiştir.

4- Müdellel değilse bile Öztürk’ün maruz kaldığı görünürdeki dinî nitelikli linçin teopolitik bir yanı var gibi görünüyor. Öztürk’ün Karar Gazetesinde yayımlanmış son birkaç yazısına bakılırsa bu görülecektir. İşgüzarlık ve zorlamalarla soruşturma konusu yapılmazsa, olayda adlî bir yan görünmüyor. İvedi bir şekilde emekliliğini istememiş olsaydı, olayın kendisini doğrudan etkileyecek idarî bir yanı, daha da olumsuz sonuçları olabilirdi. Akademisyen olarak kalmasını isterdim ancak “akademiyi bırakmamalı, emekliliğini istememeliydi” diyemem, tercihine saygı duyarım. “Ben olsam bırakmaz, direnirdim” de demem. Her olayı kendi içinde, kendi özel koşullarında değerlendirmek gerekir; bunu da herkes en iyi kendisi yapar. Sadece üzüldüğümü belirtmeliyim. Bundan sonrası için Öztürk’e hayırlar diliyorum.

5- Tarihselci yöntem; Öztürk’ten önce görülmüş bir çizgidir, muhdes bir yaklaşım değildir. Öztürk, tarihselci yöntemin muasır duayeni Pakistanlı mütefekkir Fazlurrahman Malik’in (ö. 1988) muakkibidir. Mısırlı modern İslam düşünürü Hasan Hanefî (d. 1935) ve yine Mısırlı Nasr Hamid Ebu Zeyd de (ö. 2010) bazı nüanslarla aynı yolda sayılırlar, maruz kaldıkları şeyler de birbirine çok benzer. Tarihselci yöntem geçmişte de kökleri olan bir yöntemdir. O kökler; hukukî amaçları (makasidu’ş-şeria) hükümlerin önünde tutan Şatibî’ye (ö. 1388) de uzandırılır, içtihatla hükümlerin değişebileceğini söyleyen Maturudî’ye de (ö. 944) vardırılır -ki Maturidî “içtihadî nesih” kavramını (düşünsel çaba ile hükümleri değiştirme yöntemini) ilk kullanan isimdir-, aynı amaçları gözeten Hz. Ömer’in (ö. 644) içtihat ve uygulamalarına da dayandırılır. Tarihselci yöntemin istinatları arasında Razî (ö. 925) ve Gazzalî de (ö. 1111) görmezden gelinemez, bu düşünürler Kur’an’ın “Ey insanlar!” vb. tarihüstü algılanan hitaplarını, yerleşik kabulün tersine tarihsel görmüşler, Hz. Muhammed’in hedef kitlesini ilk muhatapları ile sınırlamışlardır . Osmanlı’nın Mecellesi de “zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişeceği” şeklindeki usul maddesi ile manidardır (Madde 39). Dahası, tarihselliğin daha esaslı kökleri, “nesih uygulaması” (Mushaf, 16:101) ve “geçici hükümler” (ör. en azından üç örnek için bkz. Mushaf, 33:53; 49:2; 58:12. Üçüncü örnek; farklı iki rivayete göre, birkaç saat ya da birkaç gün yürürlükte kalmış bir hükümdür) ile Hz. Muhammed’in kendi gününde görülmektedir. Her iki kurum da teşrîdeki bütün alt ahkâmı ile tarihselci metodun sağlam bir menatıdır. Öztürk’ün söylediklerini tartışmak için çok neden vardır; o tekfir edilmemeli, tartışılmalıdır. Kaldı ki o inanmayı da sürdürmek istemektedir, epistemolojik bir teori olan fideizmi tercih etmesinin arkasında bu vardır.

6- Öztürk’ün söylediklerinden ürkmek yerine onu anlamaya çalışmak ve mümkünse yararlanmak gerekir. Bu demek değildir ki onun söylediklerinin hepsini öylece benimsemek gerekir; dinlemek, olgun davranmak, tahammül etmek gerekir. Kaldı ki müesses İslâm’ın renk skalasında, çok renkli yorumlar arasında tarihselci yorum da yorumlardan bir yorumdur, yegane ve biricik bir yorum değildir. Nitekim tarihselci yorum da hem usul hem esas yönünden çeşitli zaaflarla maluldür. Yöntemin tıkandığı yerler açıktır, bu ayrı bir incelemenin konusu olmalıdır. İslâm’ın içinden kısmî tarihsellik algıları üretmek mümkün olsa bile “ilkeli”, “kriterli”, “tutarlı” bir tarihselci yöntem üretmek de mümkün değildir. Nitekim, tarihselciliğin teklif ettiği yöntemi aşanları tarihselcilik tatmin etmemektedir. Bu yöntem teklif edilirken öncelikle dikkate alınması gereken, bugüne kadar hiç dikkate alınmamış bir husus olarak şudur: Kur’an; ilk muhatapları dışında ardıl nesilleri hitabı ile muhatap almış mıdır, ahkâmı ile yükümlü kılmış mıdır? Kültürel kabullerimiz dışında, Kur’an bu yönde tek bir hitap ve hüküm içermekte midir? Kanaatimce Öztürk de kendi çizgisini sorgulamalıdır. Öztürk’ün, tarihselcilik teklifini; pek çok Müslümanın yerleşik tarzının tersine, nihaî ve bağlayıcı bir çözüm olarak önermediğini; hakikat pazarlayıcılarının tersine, benimsemek ve tartışmaya açmakla yetindiğini de belirtmek gerekir.

7- Öztürk’ün söylemedikleri, söyleyebildiklerinden daha önemlidir. Kulak verenler onun söylediklerinden yararlandı, konjonktüre bakıp insaf edenler söylemediklerinden ötürü onu ayıplamadı, mazur gördü. Düşünceyi söylemekten çekinmenin bir adım ötesi düşünmekten de çekinmeye gider. Ne ki söylemedikleri yönünden kendisini eleştirmek edep sınırlarını zorlar, söylemediklerini onun adına söylemek hiç etik olmaz. Bu zor günleri geçtikten sonra bugüne kadar söylemediklerini söylemesi umulur. Eğer kendisi dilerse, akademiden ve piyasadan çekilme yönündeki iradesi önünü açabilir, gelecek kendisine daha verimli sonuçları getirebilir. Bunu yaparsa, inanıyorum ki daha çok yararlı olacaktır. Öztürk’ün bu yöndeki çabasının, bitirmeyi hedeflediği tefsir çalışmasından da diğer telifat ve tetebbuatından da daha önemli olduğunu düşünüyorum.

8- Düşünen ve üreten bir insanın en büyük çaresizliği, cehalet (hoyratlık, nobranlık, küstahlık) karşısındaki çaresizliğidir. Öztürk’e “yeter artık, düşün yakamdan” dedirten psikolojiyi çok iyi anlıyor, “bezdirdiniz beni” deyişinde onun içini görüyorum. İnsanız, anlamamak mümkün değil. Onu bu noktaya getiren nedenler de ortada, onları da görmemek mümkün değil ancak o psikolojide olmak her tür savunma yöntemini kullanmada mağduru haklı yapmaz, başarılı da kılmaz. Dahası gücünü kırar, haklı iken haksız yapar. Şu da bir gerçek ki insanın yürüdüğü yol doğru ise çok fazla yakınmamalı, yakınıyorsa ya yolda bir sorun vardır ya da yolcuda…

(1) Öztürk’ün düşünceleri ile bireysel inançları birbirine karıştırılıyor. Karşıtları onu harcarken bunu yapıyor, Öztürk de kendini savunurken... Bu sağlıklı bir yöntem değil. Öztürk’ün hiç kimseye inançlarını ispat etmesi gerekmiyor, ibraz etmesi bile gerekmiyor. Öztürk’ün, kendisini çizgi dışı gören muhaliflerine karşı “amacının aslında Allah’ı kötü sözlerden tenzih etmek olduğu” (Allah’ı tenzih ettiniz, peygamber ne olacak?), “insanları deist, ateist olmaktan korumak için tarihselci bir yöntem tercihinden yana olduğu” (bu kendisinin fideizm tercihi gibi bilimsel karşılığı olmayan duygusal bir eğilim değil midir, kaldı ki her ikisi de çıkar yol olarak görünmüyor), “küçüklüğünden bu yana karanlıktan korktuğu için hâlâ gelecekte kabir karanlığına karşı şimdiden geceleri belli bir Kur’an suresini okuyor oluşu” (iç karışıklığını göstermiyor mu bu?) vb. gibi niyeti, samimiyeti, Allah’a bağlılığı, bazı geleneksel pratikleri üzerinden yaptığı hamasî savunmalar nitelikli ve onurlu durmuyor. Öztürk’e mütevazı tavsiyem şudur: verili konuşmaya gösterdiği özen kadar inançlarını masaya getirmemeye de özen göstermelidir. Onun düşünceleri kendisinin inançları üzerinden tartışılmamalıdır, buna izin vermemelidir.

(2) Mücadelesinde bir yandan kaliteli bir duruş ortaya koyarken diğer yandan da mücadelenin kendisini usandıran kısmından sıyrılmaya çabası anlamına gelebilecek “kırpma” (kırpmasalardı diğer sözleri farklıydı mıydı, kırpılmayan kısımlarda daha galiz sözleri var) “geçen yıla ait konuşma” (yeni dolaşıma sokulmasındaki kötü niyet dışında ne çıkar, söylediklerinin hâlâ arkasında değil mi?), “dost meclisi konuşması” (farklı meclislerde ayrı şeyler mi söylüyor, hayır), “dinleyenler geri zekâlıydı, beni kışkırttı” (kontrollü olabilirdi, zaaf ve öfke sorumluluğu kaldırmaz ki) kabilinden geri sarma niteliği taşıyan amatör savunmalar hiç hoş durmuyor.

(3) Gereğinden fazla tasavvuf güzellemeleri yapması, İbn Arabî ve sûfilere yaslanmaya çalışması da öyle. Çoğu aşırı faşizan muhaliflerine karşı bunların bir yararı da yok. Canhıraş feveranları görünüyor ama bu tür kompleksli savunma argümanları muhaliflerini daha fazla cesaretlendiriyor, kendisini itibarlı kılmıyor.

Stres ve kriz zamanları netameli zamanlardır, böyle zamanlarda sağlıklı söylem ve kararlar üretmek güçtür. Bir insanın; hele de “taraftarı” ya da “mağduru olarak” tarafı olduğu bir durumu objektif görebilmesi, sağlıklı değerlendirebilmesi mümkün olmayabilir. Öztürk bugün bir travma yaşıyor, objektif olmasını ve sağlıklı otokritik yapmasını engelleyen koşullarda bulunuyor. “Etrafını camî, ağyarını manî” düşüneceğini umuyorum. Tekrar etmeliyim ki psikolojisini çok iyi anlıyorum.

9- Öztürk dil ve üslup yönünden de eleştirildi. Evet, Öztürk, selefleri kadar sakin değildi. Üslubu her zaman zarif değildi, agresifleştiği oluyordu. Kitaplarından bazılarında da nahoş bir dil ve üslup ne yazık ki görülüyordu (Bir örnek için bkz. Kıssaların Dili, Ankara Okulu Yayınları, 53-54). Gülüp geçebileceği karşı çıkışlara tahammül edemiyor; haddi aşanlara karşı, anlaşılmama mağduriyetinin de getirdiği ağır duygusal yükle hakaret ettiği bile oluyordu. Bunlar kendisini takip edenlerce bilinmekte, dolaşıma düşen kayıtta da açıkça görülmektedir. Elbette entelektüel bir dil kullanmalı, onun kıymet ve kametinde bir profesör daha profesyonel olmalıydı. Bu yöndeki eksiklerinin farkında mıdır bilmiyorum ama üslup yönünden o da kendi hatasının farkında olduğunu belirtti; Medyascope kanalında kamuya açık özeleştiri yaptı, özür diledi. Değerli akademisyen sayın Yrd. Doç. Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal’ın da paylaşımında değindiği gibi, Öztürk’ün bu erdemli davranışı ve özrü sonrasında, kendisi tekrar benzer üslup sorunları sergilemedikçe ona dönük üslup eleştirisini sürdürmek doğru olmaz. Hangimiz kusursuzuz? Kaldı ki özeleştirileri sırasında ne denli bunaltıldığından bahisle üslup sorunlarına “hafifletici nedenler” de sundu ki insan psikolojisini gözettiğimizde o nedenleri gerekçe olarak görmemek insafsızlık olur. Hukuk düzenlerinde bir “suçlu için bile” hafifletici nedenler suçlunun lehine sonuç doğuracak şekilde somut olarak gözetilir. Öztürk’ün birtakım dil ve üslup sorunlarını aslında onun söylediklerine karşı öne çıkararak ona yüklenenler, daha ağır bir dil ve üslubu Tanrı’ya nasıl yakıştırabildiklerini hiç düşünmüşler midir? Öztürk’ü dil ve üslubu üzerinden eleştirenler, onun uygunsuz bir dille dile getirdiği Kur’an’ın uygunsuz-tarihsel dilini de görebiliyorlar mı, bu konuda tek bir kelime ile bir tek söz edebilmişler midir? Öztürk’e gelince onun dil ve üslubu üzerinden edepten söz edenler, Öztürk’e karşı kendi uygunsuz dillerini de görebiliyorlar mı, bir kez bile olsa kendilerini bu yönde gözden geçirmişler midir? Adalet, insaf ve tutarlılık bunları da görebilmeyi gerektirir.

Bugün Öztürk için insanlık, dostluk ve destek günü. Onu ve düşüncelerini eleştirmenin zamanı var, o zaman ‘şimdi’ değil. Zamanı gelince, eleştirisi olan adabınca ve gereği gibi eleştirir. Bugün onu eleştirmek ona iyilik ve dostluk olmaz, bugün iyilik ve dostluk onu daha fazla eleştirmeyi ertelemekle olur.

I- “Yaklaşımlar yönünden” baktığımızda;

Tanıklık notları… Bir düzine örnek… Bahçe mümbit, ne ararsak var.

1- Harabından sonra Basra’nın enkazı üzerinden konuşan önceki dönem Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Doç. Dr. Enis Doko, Dr. İhsan Şenocak, Recep İhsan Eliaçık, Edip Yüksel, Mustafa İslamoğlu, Dücane Cündioğlu, Ahmet Kalkan, Alparslan Kuytul, Erdem Uygan gibi isimler yaklaşımları ve tepkileri ile beni şaşırtmamışlardır. Özellikle takip ettiklerim ve önüme düşenler bunlar olmakla birlikte, konu ve olay hakkında görüşlerini serdeden kimselerin bu saydıklarımdan ibaret değildir.

(1) Görmez; birden çok nedenle ben kendisinden daha çok umutlu iken, o Haber Türk kanalında retoriklerle bezeli konuşmasında Öztürk’ün lehine olan tarihî verilerden birini önce örtmüş; sonra kontekstten uzaklaşarak sözü uzattığı konuşmasında, farkında olmadan Öztürk’ün kanaatlerine geçmişten bir tanığın üzerinden kanıt sunarak çelişkili bir tavır sergilemiş, aslında birçok şeyi “iyi niyetle” geçiştirmiştir. Görmez bu konuşmasında; Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan TDV İslam Ansiklopedisi’nin, sayın Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz tarafından yazılmış “Lafzıyye” maddesinde (c. 27, s. 48) yazılanları, o yazılanlar arasında Öztürk’ten yana diğer tarihî tanıkları hiç hatırlamamıştır. Üzüldüm... Bununla birlikte Görmez’in; Öztürk’ü tekfir etmemesi, kardeşlik vurgusu yapması, özellikle de sözlerine linç kampanyasını kınayarak başlaması güzeldi. Sevindim…

(2) Bayındır; konu, kavga, linç, ahlâk dışı yaklaşımlar üzerine bir şeyler söylemek yerine alışık olduğumuz tavrı ile Öztürk’ün dini, imanı üzerinden boy gösterdi, aslında Öztürk’ün Kur’an’a inanmadığını söyleyerek büyük bir buluş da yaptı(!). Onun “hikmet” dediği yöntem bu olsa gerek… Bunaldım…

(3) Şimşirgil; eşit olmadığı şartlarda hiç de dengi olmayan biri ile güreş tuttu, kendi sırtını yere getirdi. Acıdım…

(4) Doç. Dr. Enis Doko; ne kadar çok konuştu ama hiçbir şey söylemedi. Duraksadığı, son sözü söylemediği şeyler hakkında samimi ve mütevazı idi. Konuşmasında hissettiğim iç temizliğini yetersizliğinden ayrık tutmak gerekir.

(5) İslam dininin yegane sahibi doktor mollamız Şenocak; içinde boğulduğu gelenek ve kendi algısı ile Öztürk’ mahkum etti. Öztürk’ün, deyimi ile “selden kütük kapma” çabasında Cübbeli Ahmet’i hiç aratmadı. Kızdım…

(6) Akademik ve bilimsel bir akreditasyonu olmasa da kitle konuşmacısı Recep İhsan Eliaçık da esas hakkında belki de hiç olmayan kanaatini kitlelerden esirgedi, kırsal ama doğal tarzı ile Öztürk’e arka çıktı, fikir hürriyetini savunarak ona destek verdi. Kur’an’ın söz olarak da mana olarak da Tanrı’ya ait olmadığını, Hz. Muhammed’in sözü olduğunu söyleme cesareti gösterirken rahattı. Saplantı düzeyinde yoğunlaştığı içerikleri bağışık tutarak; başkalarının nasıl düşüneceği konusunda kendi önceliği olan insanî/dinsel içerikleri salık vermesi nahoştu. Kendi bulduğunu söylediği bir çözüm olarak sunduğu “paradoksal mantıkla düşünme” önerisi biraz düşünme yetisi olan herkesi güldürdü. Gülümsedim…

(7) Yüksel; yetersizliğine rağmen o bildik meydan okumalarında, cahil cesareti ile tipik bir Kur’ancı Müslüman aymazlığı sergiledi. Öztürk’ün kendisiyle tartışmaktan imtina etmesine gereğinden fazla tutundu, o tutunmada “topuğu oradan kapma” taktiği hissediliyordu. Oysa biliyorum ki kendisi Öztürk ile tarihselciliği usulden ve esastan tartışabilecek yeterli birikim ve kapasiteye de sahip değildir. Yer yer “ad hominem” yöntemine de başvurduğu konuşmasında, konuyu konuşmak ve linçi daha fazla takbih etmek yerine Öztürk’ün inançsızlığı üzerine sözler söylemeyi tercih etti. Şaşırmadım…

(8) İslamoğlu; ‘özrü kabahatinden büyük’ nitelikli birbiriyle çelişen twitleri ile, bu kez bilinçaltını ilk deşifre hakkı sayın Hamdi Tayfur’a ait olmak üzere, çok kimsenin öyle kolay kolay hissedemeyeceği bilinçaltını açığa vurarak kendini kendisini açığa düşürmüş, birkaç saat içinde bunu fark ettiğinde hemen çark etmiş, vaktiyle kendisini seven ve ondan umudu olan kimselere bir kez daha iç çektirmiştir. İslamoğlu’nun sonradan sildiği ilk twitindeki Öztürk’e dönük usul ve üslup eleştirisi, Öztürk için “Kur’an’ın sırtından kazandıkları” vurgulu ithamı İslamoğlu’nu tanıyanları sadece gülümsetmemiş, bunun ötesine taşıyacak düzeyde ironik olmuştur. İğrendim…

(9) Cündioğlu; yerinde tespitlerinin ve Öztürk’ün yanında insanca duruşunun yanı sıra; Arap aklını, kapasitesini, kültürünü, Arap dilini indirgeyerek neredeyse o günün kapasitesini her yönden sıfıra müncer kıldı. Mayınlı bir tarla da gezdiğinin bilinci ile temkinli adımlar attı, sıfırladığı alana Kur’an’ı “açıkça dahil etmemeye” bilinçli özen gösterdi ama ne demek istediği anlaşılıyordu. Bu da onun çelişkisi ya da sadece çekincesidir. Sözü çok fazla dolaştırarak ve uzatarak konuşması her zamanki yanıdır, bu kez bunu bir kez daha fark etmiş olmalı ki ilk konuşmasının sonlarına doğru bu yönde biraz yarı ciddî bir özeleştiri yaptı. Dolayısıyla, dolaylı anlatımlarıyla program konusundan uzaklaşmış; bir kısmı en azından bakış açısı olarak yararlı idi. Esasa ilişkin konuşma taahhüdüne rağmen usule yönelik çok şey söylerken esas konuya bir türlü giremedi ancak müteakip programında, aklını kullanan kimselere yine “sözün hepsini söylemeyerek” bu açığı kapatmaya çalışmıştı. Belliydi…

(10) Kalkan; yeterli bilgiye sahip olmadığı bir alanda hukukî bir terim olan “suç” kavramını kullanarak konusu suç içermeyen içeriklerde çok kez avına özgü “suç nitelemesi” yapmış, avama özgü bir jargonla hukukî değeri olmayan nitelemelerde bulunmuştur. O bununla suç üretmiş, sıraladığı birtakım birbiri ile çelişkili tavır atıflarında tespit ve analiz değeri yönünden kimi haklı yanları olsa da tartışma konusunu farklı fraksiyonların Kur’an’a yaklaşımlarını listeleyerek savmıştır. Bu eğilimi ile gündemi kendi mesajları için kullanmıştır. Gündemdeki konuyu teknik düzeyde tartışabilecek bir birikimi olmadığı da bilinmektedir, felsefe düzeyinde ise hiç tartışamaz. Kur’an’ın evrenselliğine(!) dönük kanıt temin etmek amacı ile olsa gerek ki (ya da kopyala-yapıştır mıydı, tam emin değilim) yazısının sonunda aktardığı ayette geçen “kavim” kelimesine çeviride verdiği “ümmet” anlamı ile kavrama da anlama da takla attırarak “gündemin çok uzağından” söyledikleri ile sözlerini bitirmiştir. Böylece Öztürk’ün sözleri karşısında Kur’an vahyinin evrenselliği(!) kanıtlanmış olmuştur(!). Yeri gelmişken, gülümsemek için, onun bu hiç de yabancısı olmadığımız tarzı üzerinden bizde kendisine esprili birkaç suç isnat edebiliriz. Gülümsedim…

(11) Kuytul; bu olayda dinî hamaseti ve hıncı insanlık ve basiretinden öne çıktığı için hiç empati yapamamış, öteden beri yediği linçleri de çoktan unutmuş olmalı ki her zamanki yeni ergen tavırlarıyla yüzündeki sivilceleri kaşımıştır. İki saati geçen konuşmasının şaşkınlık yaratan pek çok kısmının meyanında en fazla mizah; Öztürk’ün düşüncelerine karşı çıkarken Tanrı’yı yüceltmek ve onun düşüncelerinden Tanrı’yı tenzih etmek için çabaladığı sırada (Tanrı’nın da buna çok ihtiyacı var ya, Kuytul olmasaydı Tanrı ne yapardı bilmiyorum) Tanrı’ya beşere özgü eksiklikler de izafe edilebileceğini ispat etmeye çalıştığı kısımda idi. O kısımda mezmum bir zaaf olan insandaki öfkeyi bile Tanrı için bir kemal olarak gösterebilmişti. Beni yanıltmadı…

(12) Arasına sonradan geldiği bir topluluğun önüne geçerek yüzü kızarmadan konuşan; bununla da kalmayan, önüne geçtiği herkesi duraksamadan aşan Uygan kardeşimizin o bildik ‘bilmişliği’ ona yakışmıyor, incitiyor. Eğer samimi ise temennimiz de o ki ileride bilgisi, birikimi, tecrübesi arttıkça kendisi de bunu fark edecek, dünyanın kendisinin, Bayındır’ın ve Süleymaniye’nin etrafında dönmediğini görecek, cin olmadan adam çarpmayı bırakacaktır. İnşaallah…

Ayrıca Öztürk’ün bir dönem sağlık sorunlarına rağmen hayli emek verdiği Türkiye’nin saygın kuruluşlarından KURAMER’in ve eski Diyanet İşleri başkanlarından sayın Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun aslında anlamakta zorlanmadığımız anlamlı sessizliğini de eklediğimizde Öztürk’e de kulvarı namına “örtülü duran dürtüleri” bir yana, “karşı mahalleden” gördüğü “objektif bir olgunluk” ve “insanı anlama çabası” ile sayın Ruşen Çakır’la teselli olmak kaldı. Yazgı mı böyleydi?

2- İnsaf ve vefa hepten de yitik değildi.…

(1) Sayın Av. Ismail Kucukkilinc’ın; kendince bir hikmete mebni olmalı ki içeriğini saklı tutarak da olsa, üstelik böyle bir vasatta kamuya yansıtmasını doğru bulmadığım aralarındaki tatsızlığa rağmen dostluk ve vefa göstererek Öztürk’e destek vermesini değerli buldum. İsmail bey, ilk paylaşımlarında her zamanki asaleti ile davrandı, kendisine yakışanı yaptı ancak Öztürk’e destek verdiği ama yoğun bir şekilde onu ve görüşlerini de eleştirdiği ardıl paylaşımında; Küçükkılınç’ın insanî ve ahlâkî olgunluğuna, “adamlığına” değer verdiğim kadar Öztürk’e yönelik içerik eleştirilerine aynı oranda ilmî bir değer atfedemediğimi de belirtmeliyim. Hukuk ve yakın tarih alanları ihtisas ve ilgi ile İsmail beyin alanları olsa da Öztürk’ün alanı ve birikimi hepimizce malumdur. Küçükkılınç’ın; Öztürk’ün, can güvenliği başta olmak üzere kimi çekince ve ikna değeri olmayan birtakım gerekçelerle son yıllardaki ideolojik tercih ve benimsemelerine dönük temiz eleştirilerini isabetli ve değerli bulduğumu belirtmeyi de bir başka açıdan gerekli görüyorum. Türkiye’de Mustafa Kemal’in ve Kemalizmin farklı düşünce ve inançlarda her insanın başına şapka, güneşte de yağmurda da eline şemsiye olması öteden beri beni düşündürmüştür. Küçükkılınç’ın “acı mektubunda” samimi bir dostluk feryat etmiştir. Öztürk’e, zor gününde kırgınlıklarını atlayarak, onunla anılarını anarak ona dostça davranan, her şeye rağmen bugün onunla iletişim çabası içinde olduğunu gördüğümüz eski dostunun, böyle bir dostun gönlünü almak yakışır, bu Öztürk’ü yüceltir.

(2) Sayın Prof. Dr. Mehmet Sait Şimşek hocamızın Öztürk’e katılmadığı görüş ve kabullerine rağmen sosyal medya paylaşımındaki dürüst yaklaşımı ve katkısı değerli idi.

(3) Tarihteki linçler üzerine hacimli eserleri ile de bilinen Sayın Prof. Dr. Mehmet Azimli ve şimdilerde The Independant çalışanı Bülent Şahin Erdeğer kardeşimizin Tv 5 kanalında söyledikleri, ardından Erdeğer’in Intependant Türkçe’de yazdıkları ile öyküdeki karınca misali, kapasitesi nispetinde ateşe su taşıma çabaları da görmezden gelinmez. Erdeğer’in; esasa ilişkin görüşlerinin hepsine katılmak mümkün olmasa da, genellikle kendi tercihleri yönünde kanaat derleyerek telif ettiği, yine Independant Türkçe’de yayımlanmış son makalesinde de tarihselcilik karşıtı görüşler dikkate almaya değer şeyler yok değil.

(4) Mir’at Haber’deki yazısında; Öztürk’ün görüşlerine katılmadığı, düşüncede karşıtı olduğu hâlde Öztürk’ün dürüstlüğüne ve mertliğine tanıklık eden, Öztürk’e linç başlatan provokatörü örtülü ama anlaşılır bir şekilde aşağılayarak Öztürk’ü ona tafdil eden; bunların yanı sıra, “Kur’an’a Allah’ın kitabı olarak inandık da ne oldu?”, “Bizim tarihselcilerden ne farkımız var?” diyerek geleneğe ve Kur’ancı kabullere ‘içeriden’ eleştiri yapan sayın Ali Rıza Demircan’ın bu adil ve dengeli tavrı da taktire medardı.

(5) Geçmişte ve belki şimdi bile kısmen Öztürk’ün düşüncelerine muhalif olduğu, Öztürk hakkında eleştirel yazıları olduğu hâlde bu olayda belirgin insafı ile öne çıkan sosyal medyadan kendisini tanıdığımız, yazılarından yararlandığımız Sahin Doğan kardeşimizin sosyal medya hesabından sunduğu objektif katkılar da değerli idi.

3- Söz konusu videoda Öztürk’ün taraftarlarının; (1) kırpma yapıldığı, (2) videonun gizli çekim olduğu, (3) kaydın dostça yapılmadığı, (4) o konuşmanın aslında doktora öğrencileri ile bir ders sırasında yapıldığı şeklinde gerçeği yansıtmayan, birbiri ile çelişen taraftarlıkları değersizdi. Şöyle ki;

(1) Video kaydının tümü izlendiğinde de videodan kırpılarak servis edilen kesitten anlaşılandan başka bir şey anlaşılmamaktadır. Kaydın tümü kırpılan kesiti destekler nitelikte aynı minvalde konuşmalarla doludur. Dahası, kaydın tam versiyonunda kesilen kesitten daha ağır içerikler de bulunmaktadır. Öztürk, içerik olarak o kayıtta söylediklerinin hepsinin arkasında olduğunu açıkça söylemiştir. Bu durumda “kırpıldı” şeklindeki karşı çıkışlarda savunma değeri görmek mümkün değildir, sadece kaydın konuşmadan çok uzun bir süre sonra dolaşıma sokulması konuşulabilir.

(2) Öztürk’ün eski dostu Sayın Av. Ali Eroğlu, yaptığı birkaç dürüst bulduğum açıklama ile; videonun gizli çekim olmadığını, konuşmanın kendisi tarafından Öztürk’ün bilgisi dahilinde kaydedildiğini ve sosyal medyada paylaşıldığını, sonradan da yine Öztürk’ün bilgisi dahilinde kaldırıldığını (ancak kaydın çoktan yayıldığını, A.K.) belirtmiştir. Bu beyana itibar etmemek için bir neden yoktur. Kaldı ki konuşma, Öztürk’ün, izleyicilerini kameraya el sallayarak selamlaması ile sonlanmaktadır. Dolayısıyla bu karşı çıkışta da bir savunma değeri görülemez.

(3) Öztürk’ün Eroğlu ile azımsanamayacak hukuku ve dostluklarının tanığı çoktur. Dahası, Eroğlu aynı Küçükkılınç gibi bugün hâlâ o dostluğun peşindedir, bu uğurda kendi onurundan taviz vermektedir. Medyascope programında Ruşen Çakır’ın “demek ki pek de dost değillermiş” şeklindeki sözüne karşı Öztürk’ün sessiz kalarak Çakır’ı takriren teyit etmesi şık olmamıştır.

(4) Eroğlu, o konuşmanın ve kaydın kendi ofisinde yapıldığını belirtmiştir. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi doktora öğrencileri ile yapılan bir dersin Şişli’de, bir hukuk bürosunda, avukat eşliğinde değil, fakültede, kendi mahallinde yapılacağı izahtan varestedir.

Özensiz savunmalarla Öztürk’e taraftarlıklarını gösteren takipçileri, bu formatta savunmakla ona iyilik yapıyor değiller. Merak ediyorum: Tezvirat üreten, tahkiksiz bilgileri çoğaltmaktan çekinmeyen, kamuyu yanıltan, aslında Öztürk’e de zararı dokunan bu kimseler Eroğlu’nun açık beyanlarından sonra hiç utanmışlar mıdır, savunmalarını daha tutarlı savunmalarla değiştirmişler midir, toplumdan özür dilemişler midir? Öztürk’ün de, çok fazla doğrudan değilse bile dolaylı olarak karşı çıkışlarında bu sözlere tutunması yararsızdır.

Ayrıca Eroğlu’nun da Öztürk’e hayli kırgın olduğu görülüyor ama zeytin dalı da uzatıyor. Görüyorum ki Eroğlu, tartışmanın başlaması üzerinden on gün geçmesine rağmen hâlâ sosyal medya hesabında Hz. Muhammed’in eşine nispet edilen bir rivayet üzerinden başlattığı alengirli polemikle bile Öztürk’e muzaheret etmektedir. Talihsizce hain ilan edilen Eroğlu’nun doğru tanıklık yaptığı, dostça davrandığı görülüyor ama gönlünün alınmasını bekliyor, Öztürk yürüyerek gelse ona koşarak gidecek düzeyde bir dostluğu içinde yaşatıyor.

4- Örgütlü cehalet nasıl ve ne denli tesirli bir bela idi ki dürüstlüğü de samimiyeti de duruşu da ortada olan kimseler bile ona verdikleri destekte; Öztürk’ün uğradığı mağduriyette ona destek verirken ya sözlerine “Öztürk’ün görüşlerine katılmıyorum, onunla aynı düşünmüyorum ama…” kabilinden sözlerle başladı ya da bu kabil sözleri söylemlerinin arasında bir yerlere sıkıştırarak bunu not düşmek ihtiyacı hissetti. Risk ve her koşulda kendi düşünce ve inançlarımızı izhar etmeden yapamama kültürümüzün de bunda müessirdi. Tuhafız…

II- SONUÇ

1- Yükü ve üslubu ağır bir zamanda yaşıyoruz. İğrenç bir barbarlığın bataklığına doğru sürükleniyoruz. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un (d. 1949) dediği gibi, “insanlar bir dinleri olduğu için artık ahlâka hiç ihtiyaçları kalmamış gibi davransalar da” önce “insan olmaya” ve “ahlâka” ihtiyaç var. İnsan olmadan Müslüman olmuş Müslümanlar; çok şey gibi dinlerini de yüzlerine gözlerine bulaştırmış; o bulaşıkla Tanrı’nın yeryüzünde distribütörlüğüne, hakikatin temsilciliğine kalkışmıştır. Zihnimiz de gönüllerimiz de gezegenimiz de kirlenmiştir. Müslümanlar o yüzle, o gözlerle Tanrı’nın yüzüne bakabileceklerini, O’nun katında iyi menzillerde ağırlanacaklarını sanmaktalar. Üstelik sair din ve inanç mensuplarına kendilerini üstün, ayrıcalıklı, kurtulmuş topluluk olarak görmekteler…Önce insan olmak gerekiyor. İnsan olmayı sindirmeden her şey boşuna görünüyor.

2- İnsanları kurtarmaktan vazgeçer, düşünce ve inançlarımızla kirliliğe neden olmazsak insan kardeşlerimizi daha fazla hırpalamamış olacağız. Bunun yerine insanlığımıza insanlık katmak için çabalarsak, bu belki en gerçek hasenatımız olacak. Nihaî bir çözüm önerisi olmayabilir ama gücümüzü ve imkanlarımızı dogmatik yaklaşımlarla birbirimizi Müslümanlaştırmaya, herkesi kendimize benzetmeye çalışmak yerine; belki de salih amelin zirvesi olabilecek tefekkür, iyilik, bilim ve sanat için kullanmaya başlayabilirsek hem bizim hem de insanlığın kaderi değişmeye başlayabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.