I- DEĞERLENDİRME
Öztürk olayına;
A- “Olay yönünden” baktığımızda;
Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi sayın Prof.
Dr. Mustafa Öztürk; İslâm ilâhiyatının netameli konularını gündeme getirmesi
sonrasında dışlandı, geleneksel Müslüman kesimler tarafından linç edildi. Bunun
üzerine, öteden beri düşünce ve inanç barbarlığından hayli bunalan Öztürk;
hızlı bir kararla emekliliğini istedi (02.12.2020), üniversitedeki görevinden
ayrıldı. Mahalleye de veda etti, piyasadan çekildiğini duyurdu. Konu etrafında
dinî, ahlâkî ve siyasî nitelikli tartışmalar çok yönlü olarak sürüyor, hâlâ
güncelliğini koruyor (13.12.2020).
B- “Tarih
yönünden” baktığımızda;
1- İnsanlar arasında
din ve inanç farklılıklarından kaynaklanan anlaşmazlık ve savaşlar insanlık
tarihi kadar eskidir. Tüm insanlık bu anlaşmazlık ve savaşlardan bir
şekilde nasibini almıştır. Son vehlede -kendi aralarındaki iç savaşlar başta
olmak üzere- Müslümanların onbeş asırlık tarihinde de bu hazin sonuç
yaşanmıştır. Müslümanların geleneğinde ve müktesebatında yer alan “tartışma
adabı” (adabu’l-hilaf) ve “savaş ahlâkı (ahlaku’l-kital)” başlıklı kıymetli
öğretiler ne yazık ki metinlerde kalmış, Müslümanların davranış ahlâkını
belirlememiştir.
2- Tarih boyunca
Müslümanlar, diğer herkesin kendi gibi düşünmesini, kendi gibi inanmasını
istemiş; bunu önermiş, bu tuhaf gaye için olağanüstü bir gayret ortaya koymuş,
bu uğurda savaşmış, ölmüş, öldürmüştü ama tarih şahit ki bu çarpık eğilim
sadece kaos getirmiş, bu yöndeki samimi ve hasbî gayretler bile genellikle
fesat ve terörü intaç etmişti. Müslümanlar ve dinî öbekler sürekli kendi
düşünce ve inancını öne çıkarmış, ortak bir kriterle sağlaması yapılabilir
olmayan kendi teolojik yorumlarını diğer inanç ve yorumlara üstün görmüş,
bununla övünmüş, karşı düşünce ve inançlara karşı kronik bir “karşı kaldırım
sendromu” yaşamıştı. İnsan iradesini sakatlayan bu sorunlu eğilim, Tanrı’ya
karşı saygısız; insana, insan aklına, insan haysiyet ve onuruna hassasiyetsiz
ve mütecavizdi çünkü sunduğunu teklif etmekle kalmıyor, dayatıyordu. Dün böyle
olduğu gibi bugün de böyle. Dün böyle olduğu gibi bugün de Müslümanların bu
tarzı besleyen; “tebliğ”, “davet”, “iyiliğe emretme, kötülükten sakındırma”,
“irşat” gibi pek çok doktrin enstrümanı var. Bu enstrümanların yetersiz
kimselerce gelişigüzel kullanıldığı, bunlarla sadece yanlışın çoğaltıldığı da
ortada…
3- Müslümanlar
arasında ‘öteki’ olarak tanımladıklarına karşı çirkin bir “linç kültürü”
hâkim.
İleri bir hamasetle bu kültürü yaşatan, döngülü bir şekilde bu kültürle
hamasetini besleyen Müslümanların arasında bu istismar amaçlı bu hamaseti
kışkırtan, böylelikle beslenen ve geçinen Müslümanlar da vardı. Her iki kesim
de dinlerine yaslanarak Allah adına karşıtını linç ediyor, bununla ilâhî rıza
ve cennet umuyordu. Üstelik Müslümanlar, hem kendi şeriatları hem de
doğruladıkları geçmiş diğer şeriatlarda bir cana kıymayı tüm insanlığı
öldürmekle eşdeğer gören (Mushaf, 5:32) kadim bir medeniyetin de mensupları
iken; “dinden dönen öldürülür” mottoları, “kâfirin kanı, malı, ırzı helaldir”
fetvaları, “katli vaciptir” aforizmaları, “siyaseten katletme” politikaları ile
cinayete azmettirmeye, cana kıymaya varacak düzeyde ileri giderek bu kültürü
yaşattılar. Müslümanlar bu kültürü dinleri üzerinden de yaşattılar, siyasetleri
için de…
4- Her dönemde can
güvenliğini tehdit eden bu yerleşik kültürün sayısız kurbanı var: Hz. Muhammed’in
arkadaşları tarafından öldürülen damadı II. Halife Osman (ö. 656); siyasî
ihtirasla susuz bırakılarak hunharca öldürülen Hz. Muhammed’in torunu Hüseyin,
ailesi, ahfadı (ö. 680); döneminin otoritesini itaatsizliği rahatsız ettiği
hâlde inanç sorunları bahane edilerek bir bayram sabahı Müslümanların
mescidinde “kurban diye” boğazlanan İbn Dirhem (ö. -muhtemelen- 742); zindanda
işkence ile öldürülen Ebu Hanife (ö.767); inanç tercihleri nedeni ile insanlık
dışı işkencelere maruz kalan İbn Hanbel (ö. 855); linç sonrasında cenazesi bile
gizli defnedilen Taberî (ö. 923), dinî ve siyasî muhalefeti sebebi ile idam
edilen Hallac (ö. 942); felsefî görüşleri sebebi ile ardılı Gazzalî (ö. 1150)
tarafından tekfir edilen Farabî (ö. 950), İbn Sina (ö. 1037); kitapları yakılan
İbn Rüşd (ö. 1198); inançları yüzünden kendi hayatı da çile, esaret ve
işkenceyle geçtiği hâlde İbn Arabî’yi (ö. 1240) inançları yüzünden hiç acımadan
ekolüne dönük hamasetine kurban eden, onu “en kâfir şeyh” (şeyhu’l-ekfer) ilan
eden İbn Teymiyye (ö. 1328); yüzyıllardır nasıl öldürüldüğü bile şaibeli kalan,
Mevlana Celaleddin Rûmî’nin (ö. 1273) hocası Şems-i Tebrizî (ö. 1248); Osmanlı
döneminde, aslında Sahn-ı Seman medreselerindeki eğitimi eleştirdiği, öğretim
görevlilerini hicvettiği için sapık ilan edilerek idam edilmiş Molla Lütfi (ö.
1494) bunlardan sadece birkaçı… Hepsi aynı linç kültürünün kurbanı.
Yakın geçmişte de
öyle… Mısırlı mütefekkir Nasr Hamid Ebu Zeyd (ö. 2010); Mısır şer’î yargısı
tarafından dinden döndüğü söylenerek mürted görülmüş, eşi kendisinden boş
sayılmış, mal varlığına el konmuş, canına kastedilmiş, kendisi bütün bunlar
üzerine Hollanda’ya sığınmak zorunda kalmıştır (1995). Pakistanlı mütefekkir
Fazlurrahman Malik (ö. 1988); yaşamını Pakistan’da devam ettiremeyecek düzeyde
ağır linçe uğramış Amerika’ya gitmek zorunda kalmış, orada ölmüştür (2010). İranlı
mütefekkir Abdulkerim Suruş (d. 1945); İran’da idamla yargılanmaktadır,
İngiltere’ye sığınmıştır, ülkesine dönememektedir. Hepsinin öyküsü ayrı bir
dram.
Öztürk’e
gösterilen tepki ve linç dalgası sadece Mısır ve Pakistan’da değil, İslam
coğrafyasının farklı yerlerinde çok yaşandı. Suud zindanları dinî gerekçe ve
kaygılarla Suud hanedanına ve mer’î yönetime muhalefet eden düşünce sahibi
Müslümanlarla dolu, idam kararı infaz edilen mahkumların sayısı belli değil.
Türkiye’de de Öztürk ilk kurban değil, son kurban olmayacağı açık. Aslında
Öztürk sadece linç edilmedi, sanki recmedildi. Onu taşlayanların zihinleri, ona
isnat ettiklerinden daha temiz ve tutarlı da değildi. Kendisini linç edenler
arasında, Öztürk’e ilk taşı atacak “dürüst”, “tutarlı”, “çelişkisiz” bir “insan
eli” var mıydı, ben görmedim. Öztürk’e linç örneği, birden çok yönü ile
İsrailoğullarını ve onların tarihsel tavırlarını nasıl da hatırlatıyor…
5- Oysa, -“hakikat
satıcılığı yapanlarımız hariç”- hepimiz hakikati arıyor, bu yolda sadece düşünce
üretiyorduk.
En fazla da bunu yapabilirdik, bundan fazlasını değil. Ne dediğimizden emin bir
şekilde, üstelik göksel atıflarla cesurca servis etsek de hepimizin yanındaki
sadece yorumdu. Buna da herkesin hakkı vardı. Hakikatin sahibi ya da sözcüsü değildik,
bunun için ne yetkimiz vardı ne de liyakatimiz... Bizi diğer bir insan
kardeşimize ayrıcalıklı kılan bir neden olmadığı gibi, kendi yorum ve
tercihimizi bir diğerimizin yorum ve tercihine üstün kılan bir neden de yoktu
çünkü bütün yorumlar özneldi, herkesin bir tercih hakkı vardı. Birbirimizin
düşünce ve inançlarına katılmak zorunda değildik ancak birbirimize katlanmak
zorundaydık. Bunun tersi ne ahlâkî ne de bağlayıcı...
6- Şu “insanca”
yaklaşım ve tavsiye büyük önem taşıyor: “İslam ve diğer kurumsallaşmış dinler
ve kutsal metinleri, “oluştukları kültür ve zamanın ruhuna ait” bir din
diline sahipler.
Bu nedenle “sadece kendini hak görerek” diğer dini tecrübeleri aşağılayan,
kâfir gören, ötekileştiren “politik bir dile” sahipler. Tüm Ortaçağ din dilinde,
diğer dinî tecrübeleri psikolojik ve sosyolojik bir deneyim görmekten çok,
bilerek tercih edilmiş bir hakikat inkârı gibi görme kolaycılığı hakim. Hepimiz
dünya ve yaşam denilen bu karmaşık ormanın yitik ruhlarıyız. Kaybolmuşluğumuzu
azaltacak duygusal merhamete ve desteğe ihtiyacımız var. Birbirimizi kafir,
öteki, düşman, dinli-dinsiz, hain vb. ithamlarla suçlayarak acılarımızı
artırmanın ne kendi ruhumuza ne de diğer insan kardeşlerimize bir faydası var.
Kaybettiğimizi şimdilik belki bulamayız ama kayıp duygumuzu paylaşarak merhamet
ve sevgi ile birbirimizi teselli edebiliriz” (Dr. Ahmet Bulut).
C- “Usul yönünden”
baktığımızda;
Farklı düşünceler
tartışılabilir, -yerleşik kabullere aykırı olsa bile- farklı inanmak, inanmamak
gibi tercihler konuşulabilir ancak bunun ötesine geçilmedikçe bunlar; karşı
düşünce ve inanca hakaret, karşı düşüncenin referanslarına ve kutsallarına
saygısızlık, iftira, diğer düşünce ve inanç sahiplerine düşmanlık anlamına
gelmez. Bunun tersi yönde bir kabul ancak gerilik, ileri gidildiğinde de sadece
şarlatanlık niteliği taşır. Düşünce ve inançların bu tür yolsuzluklarla sunumu
ve taraftarlığı kadar, karşı düşünce ve inançlara bu tür yolsuzluklarla karşı
çıkışlar da yanlıştır. Kendi düşünce ve inançlarımızdan kalkarak başkalarının
düşünce ve inanç özgürlüğünü kısıtlayamayız, düşünce ve inanç özgürlüğümüzün
kısıtlandığından bahisle diğer düşünce ve inançlara karşı yolsuzluk da
yapamayız; her iki eğilim de aynı niteliktedir, aynı oranda yolsuzdur.
D- “Hukuk
yönünden” baktığımızda;
Hiç kimse; -bir
başkası için ne denli ikna edici, ne kadar belirleyici olsa bile- bir başkası
gibi düşünmek, inanmak, bir şeyi bir başkası gibi yorumlamak zorunda değildir;
hiç kimse bunun tersine zorlanamaz. Uygulamadaki sorunlara rağmen, Türkiye’de
“vicdan, dinî inanç ve kanaat özgürlüğü” anayasal bir hak olarak hukukla
korunan bir değerdir (T.C. Anayasası, 24. Madde). “Düşünce, vicdan ve din
özgürlüğü” uluslararası yasalarla da korunmuştur (Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi, 9. Madde). Hayatın olağan akışında farklı konjonktürel koşullara
özgü değişik dönem Kur’an tutanakları göz önünde bulundurulmazsa, Kur’an da bu
temel özgürlükleri büyük ölçüde korur (Mushaf, 2:256; 18;29; 76:3; 76:29; vb.).
E- “İdarî yönden”
baktığımızda;
Türkiye’de
ilahiyat fakültelerinin kuruluş amacı, varlık nedeni teoloji alanında
ihtisastır. Teoloji, sadece İslâm ilahiyatından ibaret değildir, diğer dinleri
de içine alır. Bu kurumların tek tip bir düşünce ve inanç sunması beklenemez,
istenemez. Bu fakültelerde belli bir mezhebin, muayyen bir ekolün görüşü
mutlaklaştırılamaz. Bu fakültelerde görevli akademisyen ve öğrencilerin, yasal
mevzuat yönünden belli bir dine mensup olma zorunlulukları olmadığı gibi
herhangi bir inanç altında bir alt kimlik sahibi olmaları da gerekli değildir.
Entelektüel eğitim kurumları olan fakültelerde öğrenciler robot gibi görülemez.
Üniversiteler, yüksek öğrenim kurumlarıdır. Yüksek öğrenim gören öğrencilerin
kendi alanlarında farklılıkları bilme, tercih etme ya da etmeme, benimseme ya
da benimsememe hakları vardır; bu haklar korunur, kısıtlanamaz, öğretim belli
bir teolojik yorumla sınırlanamaz. Öğrencilerin mukayese standartları yok
edilerek bir demir perde zihniyeti oluşturulamaz, klasik medrese müfredatı hiç
teklif edilemez. Üniversite öğrencilerine dönük yetkisiz inanç himayeciliği
ancak aklın, sağduyunun, insan onurunun, yüksek öğrenim kurumlarının amacının,
bilimin, çağın ve modern yaşamın gerisinde kalmış bir kapasitenin sığ çabaları
niteliğinde görülebilir.
F- “İçerik
yönünden” baktığımızda;
1. Kadim Ortadoğu
nübüvvet geleneğindeki ilâhî vahyin niteliği, Hz. Muhammed ile son bulmuş
karizmatik nübüvvet kurumu sadece günümüzün tartışma konusu değildir. Geçmişte vahyin
niteliği hakkında birbirinden farklı çok şey söylenmiştir. Ne ki geçmişte de
günümüzdeki gibi farklı kanaatler, makul tenkitler, toleranslı davranışlar ve
bilimsel tartışmalar yerine dışlama ve tekfir baskın olmuştur. Çizgi dışı
görülen düşünce ve inançlar dışlanmış, mahkum edilmiştir. Geçmişte pek çok
insan bu çirkin furyadan payını almıştır. Bugün de geçmişte söylenmiş şeylerden
çok farklı şeyler söylenmiş değildir. Ne ki geçmişte “aynı şeyi söyleyenler”
alim, bugün onlardan farklı birşey söylemeyen kimseler “zındık bir kâfir”
olarak kitlelere takdim edilmektedir. Manipülasyonlarla varlıklarını sürdüren
kesimlerin spekülatif gürültüleri ses getirse bile, sesleri geçmişi de
çelişkilerini de örtmeye yetmemektedir.
2. Öztürk’ün
söyledikleri geçmişte de söylenmiştir. Öztürk, vahyin niteliği ile ilgili
düşüncelerinden dolayı çizgi dışı görülerek dışlanacaksa; Müslümanların tarihi
boyunca onun gibi, ona benzer, ondan farklı ama ona yakın, sonuçta onu linç
edenlerin kendi standartlarının dışında düşünen, inanan herkesin çizgi dışı
görülmesi ve dışlanması gerekir. Tutarlılık bunu gerektirir. Öztürk’ü linç
edenler, bir de dönüp kendi geçmişlerine bakmalı değiller midir? Bu insanlar
eğer dürüst iseler, tekfir etmeye geçmişten başlamaları gerekmez mi?
(1) Öztürk’ü linç
etmeden önce Farabî (ö. 950), İbn Sîna (ö. 1037), Hucvirî (ö. 1072), İbn Arabî
(ö. 1240), Şebusteri (ö. 1340) gibi filozofların vahyin niteliğine dönük farklı
tefekkürlerini dikkate almak gerekmez mi? Yakın tarihten Fazlurrahman (ö.
1988), Ebu Zeyd (ö. 2010), Suruş (d. 1945) gibi muasır düşünürlerin ne dediğini
ölümüne tutunduğumuz ezberlerimizin hürmetine ıskalayarak düşünen bir insanı
mahkum etmemek doğru mu?
(2) Geçmişte
vahyin niteliği ile ilgili aktardığı birbirinden farklı üç ayrı yorumdan biri
ile, “Kur’an ayetlerinin lafzen Allah’a ait olmadığını” iki ayete de dayanarak
(Mushaf, 26:193-194) söyleyen tefsir sahibi Suyutî (ö. 1505) değil midir
(el-İtkan)? Ondan önce aynı görüşlere Zerkeşî’nin (ö. 1392) kayıtlarında da
rastlamıyor muyuz (el-Burhan)? Bu iki müellif, o görüşlerini üstelik Hanefî
fakihlerden Semerkandî’ye (ö. 1144) dayandırarak aktarmamış mıdır?
(3) 93. surenin
“Allah sözü olmadığı”, Hz. Muhammed’i motive etmek için surenin tamamında “konuşanın
Melek olduğu” görüşünde olan Razî (ö. 925) için ne demeli (Mefatihu’l-Gayb)?
Formu itibari ile dua olduğu, dolayısıyla ilâhî kelam olmadığı gerekçesi ile
(tertip sırasına göre) 1. sureyi Kur’an’dan bir sure görmeyerek mushafına
almayan Hz. Muhammed’in sahabesi Hz. Ali (ö. 661) değil miydi? Aynı gerekçe ile
113. ve 114. sureleri Kur’an’dan iki sure görmeyerek mushafına almayan yine Hz.
Muhammed’in sahabesi İbn Mes’ud (ö. 650) değil miydi? Bunlardan da öte bizzat
Kur’an, (tipik olarak birbiri ile aynı) iki ayrı ayetinde aynı Öztürk’ün
söylediği gibi “Kur’an’ın elçi sözü olduğunu” söylemiyor muydu (Mushaf, 69:40;
81:19)?
(4) Hiçbir titri
olmayan “Ehl-i Sünnet noteri” Cübbeli Ahmet; rivayetlere göre, Hz. Muhammed’in
evlilikleri ile hükümleri düzenleyen 33. surenin 50. ayetini tebliği
sonrasında, tek bir sözü ile ayetle, peygamberle, nihayet Tanrı ile açıkça
istihza niteliği taşıyan sözü sebebi ile peygamberin eşi Hz. Aişe’yi de o galiz
sözü sebebi ile tekfir etmeyi düşünmüş müdür? Peygamberin eşine isnat edilen bu
müstehzi çıkışı hadis kitabına alarak aktaran Buharî (ö. 870), Muslim (ö. 875),
İbn Mace (ö. 887) ve İbn Hanbel (ö. 855) gibi muhaddisleri de linç etmiş midir?
Hayır, mümkün oldukça o büyük alimlerin türbesini ziyaret etmiştir.
Gelenekçiler köpüğe tutunarak direnmektedir.
3. Tutarlılık,
geçmişte Öztürk ile aynı şeyleri söyleyen çok sayıda sahabe, tefsirci, kelamcı
ve klasik sûfi simaları da başarılı bir operasyonla çizgi dışı görmeyi,
dışlamayı gerektirir. Tam tersi onlar benimsenmiş, semanın yıldızları
mesabesinde görülmüş, kutsanmıştır. Öyküleri sohbetlerde anlatmak için kıssa
olmuştur. Öztürk’ü linç edenler, bu tarihsel şahsiyetlerin hepsine derin saygı
duyarken açık bir çelişki içinde değiller midir?
4. Öztürk’ü linç
edenler, bir de dönüp kendilerine bakmalı değiller mi? Hikâyelerle
peygamberlerini Tanrı’nın arşına oturtan, misal aleminde(!) tuvalet taşını
Tanrı ile konuşturan, uçak türbülansa girdiği zaman çürümüş cesetlere yardıma
çağıran, kendince bir uydurmayı hakikat diye anlatırken takipçilerine saatlerce
keçi boynuzu çiğneterek onların dişlerini kıran bezirgan da aynı dinin hatırına
bir yerlerden ihraç edilmeli değil midir? Öztürk’ün bu yeminli muhalifinin;
“Allah eşittir Muhammed” sözleri ile, Tanrı ile Hz. Muhammed’i “zat olarak eşitlediği”
bilinen hezeyanı sebebi ile, uzun bir süre önce vefat etmiş hocası da bizzat
kendisi tarafından çizgi dışı görülerek tekfir edilmeli değil midir? Tam tersi,
çok daha ehven söylemleri nedeni ile, bu zat ve benzerleri Öztürk’ü sapık ilan
etmiştir. Şaka gibi…
Bu örnekleri
çoğaltmak mümkün ancak bu tartışmada doğru eksen, insanlarla bu konuyu esastan
tartışmak olmamalı. Bir konuyu “esaslı” tartışamayacağımız kimselerle konunun
esasını tartışmak abesle iştigal olur. Öztürk’ün bile ömrünü tükettiği hâlde
meramını anlatamadığı bir vasatta, onun söylediklerini içerik yönünden
tartışmak yersiz. Anlamak için çabalamak dururken anlamamak için çırpınan
kitlelere ne anlatılabilir? Bilimsel bir konuyu, bir tartışma konusunu inanç
düzleminde algılayarak kendi benimsedikleri ile sizinle tartışan; serdettiğiniz
düşünceleri kendi inançlarına hakaret, kutsallarına saldırı, Tanrı’ya iftira
gibi gören kimselerle ne tartışılabilir? İnancı aklından fazla olan halk
ezberini bozmayacaktır. Kaldı ki Öztürk’ün gündeme düşürdüğü konular entelektüel
mahfillerde bile tartışılamamaktadır. Kaldı ki vahyin niteliği öncelikle vahyin
ilk muhatapları tarafından merak edilmiş (Mushaf, 17:85), tedvin dönemi sancılı
geçmiş, nasların aktüel değeri öteden beri tartışılmıştır. Bu tartışmaların
otantik bir yanı da pratik yararı da yoktur. Vahyin niteliği ile ilgili
tartışmalar da gereksiz mana-lafız tartışmaları da temel derdimize derman
olmayacaktır, bunlar tarih boyunca da halledilememiş konulardır. Dilim demeye
varmıyor ama belki de Öztürk, insanlara akıllarının alacağından çok fazlasını
konuşmakla yanlış mı yaptı?
5. Öztürk ve
taraftarları ile karşıt görüşte olanlar ve hasımları arasındaki temel sorun; vahyin niteliği,
nübüvvet kurumunun mahiyeti, Kur’an’ın mekaniği, Kur'an'da konuşanın kim
olduğu, Kur'an'ın Allah sözü olup olmadığı, korunup korunmadığı, hitap mı kitap
mı olduğu, ahkâmının tarihselliği, evrenselliği (ne demekse bu?), Kur’an’da
geçen ama Tanrı’ya yakıştırılamayan aşağılama ve hakaret sözleri, astını çok
fazla ciddiye alarak muhatap alma, didişme, öfkelenme, intikam alma, beddua
etme, lanetleme, yemin etme şeklinde öne çıkan beşere özgü haslet ve söylemler,
bu yönde kullanılan sözcüklerin etimolojisi, semantiği değildir. Taraflar
arasında genel temel sorun; insanlık, dürüstlük, iyi niyet, ahlâk, zarafet,
zekâ, zihinsel kapasite, mantık, akletme, tutarlılık, düşünme, medeniyet,
entelektüel düzey, insan hakları, düşünce ve inanç özgürlüğü, sosyal barış ve
kamu güvenliği sorunudur. Bu sorunlar aşılırsa içerik tartışılmalıdır. Bu
vasatta tartışmanın esasına girmeden olaya diğer öncelikli yönlerden bakmak
gerekir, bu güncele yenik düşmek olarak da görülmemelidir.
G- “Ahlâk
yönünden” baktığımızda;
1- Tarihte din hep
iyi satmıştır. Tarih boyunca din bezirganları hep olagelmiştir. Tapınak tacirleri,
geçimlerini kendi parsellerinde yaşattıkları mabetlerinin geliri ile
kazanmıştır. Geçinmek için din pistini seçen sahtekâr sirk soytarıları
genellikle kitlesel itibar görmüştür. Bezirganlığın belki önü alınamaz ama
onurlu duruşlarla karşı durulabilir. Değilse, düşünen insanlar ne kendi
onurlarını koruyabilir ne de düşüncenin ve bilginin namusunu… Düşünce herkes
içindir, bilgi ortak değeridir. İnsanların bilgi edinme, özgür düşünme, inanma,
davranma hakları hassasiyetle korunmalıdır. İnanç alanı kimsenin tekelinde
değildir, belli bir zümrenin tekelinde de değildir. Bugüne kadar Öztürk’ü linç
ederek varlığını sürdüren kimselerin, yanmaz kefen taciri ve benzerlerinin,
bunlar düzeyinde karşı söylemlerin Öztürk ve söylemleri ile aynı terazide
tartılması insanlık ve ahlâk bakımından da bilgi ve sahip oldukları veri değeri
bakımından da mümkün değildir. Kendi mağarasının karanlığını tüm insanlık için
mutlak aydınlık ve mutluluk sanan kimselerden ibret dışında alınabilecek bir
şey yoktur, kendi taşkınlıkları içinde yuvarlanırken onlara sadece acınır.
2- Öztürk duruşunu
bozmamış, söylemlerinin arkasında durmuş; çekildiği küçük dünyasından
yaptığı, birbirine müşebbeh kısa metrajlı iki veda konuşmasının ikisinde de,
karşıtlarının bir gün gerçekten nedamet duyacakları beklentisi ile bugün
kendisini üzen insan kardeşleri için şimdiden Yusuf peygamber misali nitelikli
bir olgunluk, insanca bir umut rezerve etmiştir. Bu koşullarda bunu
düşünebilmesi çok güzel. Bu tavır çok asil bir tavırdır. O, bu örnek tavrından
ötürü sadece tebrik edilir. Muhalifleri için ben onun gibi umutlu değilim ama
öyle bir güne ulaşırsa, her şey beklediği gibi olursa bu söylediğini
başarabilmesi umulur.
H- “Öztürk
yönünden” baktığımızda;
1- Öztürk cins bir
kafadır. Kendi alanında birikimi bilinmektedir. Onu anlayacak
düzeyde bile olmayan kimselerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir toplumda
kendisine yazık olmuş, siyasî iktidarlara da dayanarak din işportacılığı
yapanların nüfuzunun fazla olduğu bir ortamda ona yazık eden acımasız
düşmanları ile ne hazindir ki onu doğru bir eksen üzerinden savunamayan,
gelişigüzel direnen taraftarları arasında sıkışan Öztürk ne yazık ki
harcanmıştır. Türkiye’de düşünmenin bir bedeli vardır, o bu bedeli ödemiştir.
Başkalarının inanç konularını düşünce konusu yapmanın da bir bedeli vardır, o
bu bedeli de ödemiştir. Öztürk’ün başına gelenler, anakronik bir hadise olarak
Türk toplumunun aydınlanma serüveninde düzeyini göstermektedir.
2- Öztürk şimdi
belki diskalifiye edildi ama kısa vadede emellerini gerçekleştirdiğini
düşünenler,
uzun vadede sürecin nasıl şekilleneceğini öngörebiliyor mu bilmiyorum.
Tarihteki aforozcuların adını şu an kimse hatırlıyor mu, onlardan birini bile
içinde yaşatan olmuş mu? Kişinin söyleyecek bir şarkısı varsa dinleyici aramaz;
bilir ki söz menzile girerse çölde bile bir dinleyeni çıkacaktır. Irmağın sesi
duyulur, insanın ruhundan taşan şarkı mutlaka duyulacaktır. Öztürk, bozduğu
ezberlerle karşıtlarını ürkütmüştür, bu bilginin gücüdür. Çapsız çirkin
karşıtlık, ters etki yaratmıştır. Bu süreçte Öztürk’ün görüşlerini karşıtları
kitleselleştirmiştir. Kırpılan video, Öztürk’ün diğer videoları sosyal medyada
izlenme rekorları kırmaktadır. “Fikirlerin kanatları vardır, hiç kimse onların
insanlara ulaşmasını engelleyemez” (İbn Haldun).
3- Öztürk
yıpranmıştır.
Psikolojisi başta olmak üzere sağlık sorunları biliniyor. Gözü, vicdanı,
merhametten yana az da olsa bir nasibi olanların, Öztürk’ün beş yıl önceki
fotoğrafı ile güncel fotoğrafını karşılaştırması yeterli olacaktır. Bu insanı,
yasal olarak unutulma hakkını kullanmayı isteyecek kadar inciten, bu denli
derinden etkileyen nedir, bunu düşünmek gerekir. Türkiye’de Öztürk’ün dramı,
yakın geçmişte Kahire Üniversitesi’nden aforoz edilmiş düşünür Nasr Hamid Ebu
Zeyd’in dramına çok benzer. Kilise Öztürk’ün başını istemiş, engizisyon
zihniyeti Öztürk’ü de giyotine göndermiştir, sadece yürürlükteki hukuk
kullanılarak nikâh akdi feshedilememiştir.
4- Müdellel
değilse bile Öztürk’ün maruz kaldığı görünürdeki dinî nitelikli linçin
teopolitik bir yanı var gibi görünüyor. Öztürk’ün Karar Gazetesinde
yayımlanmış son birkaç yazısına bakılırsa bu görülecektir. İşgüzarlık ve
zorlamalarla soruşturma konusu yapılmazsa, olayda adlî bir yan görünmüyor.
İvedi bir şekilde emekliliğini istememiş olsaydı, olayın kendisini doğrudan
etkileyecek idarî bir yanı, daha da olumsuz sonuçları olabilirdi. Akademisyen
olarak kalmasını isterdim ancak “akademiyi bırakmamalı, emekliliğini
istememeliydi” diyemem, tercihine saygı duyarım. “Ben olsam bırakmaz,
direnirdim” de demem. Her olayı kendi içinde, kendi özel koşullarında
değerlendirmek gerekir; bunu da herkes en iyi kendisi yapar. Sadece üzüldüğümü
belirtmeliyim. Bundan sonrası için Öztürk’e hayırlar diliyorum.
5- Tarihselci
yöntem; Öztürk’ten önce görülmüş bir çizgidir, muhdes bir yaklaşım değildir. Öztürk,
tarihselci yöntemin muasır duayeni Pakistanlı mütefekkir Fazlurrahman Malik’in
(ö. 1988) muakkibidir. Mısırlı modern İslam düşünürü Hasan Hanefî (d. 1935) ve
yine Mısırlı Nasr Hamid Ebu Zeyd de (ö. 2010) bazı nüanslarla aynı yolda
sayılırlar, maruz kaldıkları şeyler de birbirine çok benzer. Tarihselci yöntem
geçmişte de kökleri olan bir yöntemdir. O kökler; hukukî amaçları
(makasidu’ş-şeria) hükümlerin önünde tutan Şatibî’ye (ö. 1388) de uzandırılır,
içtihatla hükümlerin değişebileceğini söyleyen Maturudî’ye de (ö. 944)
vardırılır -ki Maturidî “içtihadî nesih” kavramını (düşünsel çaba ile hükümleri
değiştirme yöntemini) ilk kullanan isimdir-, aynı amaçları gözeten Hz. Ömer’in
(ö. 644) içtihat ve uygulamalarına da dayandırılır. Tarihselci yöntemin
istinatları arasında Razî (ö. 925) ve Gazzalî de (ö. 1111) görmezden gelinemez,
bu düşünürler Kur’an’ın “Ey insanlar!” vb. tarihüstü algılanan hitaplarını,
yerleşik kabulün tersine tarihsel görmüşler, Hz. Muhammed’in hedef kitlesini ilk
muhatapları ile sınırlamışlardır . Osmanlı’nın Mecellesi de “zamanın değişmesi
ile hükümlerin de değişeceği” şeklindeki usul maddesi ile manidardır (Madde
39). Dahası, tarihselliğin daha esaslı kökleri, “nesih uygulaması” (Mushaf,
16:101) ve “geçici hükümler” (ör. en azından üç örnek için bkz. Mushaf, 33:53;
49:2; 58:12. Üçüncü örnek; farklı iki rivayete göre, birkaç saat ya da birkaç
gün yürürlükte kalmış bir hükümdür) ile Hz. Muhammed’in kendi gününde
görülmektedir. Her iki kurum da teşrîdeki bütün alt ahkâmı ile tarihselci
metodun sağlam bir menatıdır. Öztürk’ün söylediklerini tartışmak için çok neden
vardır; o tekfir edilmemeli, tartışılmalıdır. Kaldı ki o inanmayı da sürdürmek
istemektedir, epistemolojik bir teori olan fideizmi tercih etmesinin arkasında
bu vardır.
6- Öztürk’ün
söylediklerinden ürkmek yerine onu anlamaya çalışmak ve mümkünse yararlanmak
gerekir.
Bu demek değildir ki onun söylediklerinin hepsini öylece benimsemek gerekir;
dinlemek, olgun davranmak, tahammül etmek gerekir. Kaldı ki müesses İslâm’ın
renk skalasında, çok renkli yorumlar arasında tarihselci yorum da yorumlardan
bir yorumdur, yegane ve biricik bir yorum değildir. Nitekim tarihselci yorum da
hem usul hem esas yönünden çeşitli zaaflarla maluldür. Yöntemin tıkandığı
yerler açıktır, bu ayrı bir incelemenin konusu olmalıdır. İslâm’ın içinden
kısmî tarihsellik algıları üretmek mümkün olsa bile “ilkeli”, “kriterli”,
“tutarlı” bir tarihselci yöntem üretmek de mümkün değildir. Nitekim,
tarihselciliğin teklif ettiği yöntemi aşanları tarihselcilik tatmin
etmemektedir. Bu yöntem teklif edilirken öncelikle dikkate alınması gereken,
bugüne kadar hiç dikkate alınmamış bir husus olarak şudur: Kur’an; ilk
muhatapları dışında ardıl nesilleri hitabı ile muhatap almış mıdır, ahkâmı ile
yükümlü kılmış mıdır? Kültürel kabullerimiz dışında, Kur’an bu yönde tek bir
hitap ve hüküm içermekte midir? Kanaatimce Öztürk de kendi çizgisini
sorgulamalıdır. Öztürk’ün, tarihselcilik teklifini; pek çok Müslümanın yerleşik
tarzının tersine, nihaî ve bağlayıcı bir çözüm olarak önermediğini; hakikat
pazarlayıcılarının tersine, benimsemek ve tartışmaya açmakla yetindiğini de
belirtmek gerekir.
7- Öztürk’ün
söylemedikleri, söyleyebildiklerinden daha önemlidir. Kulak verenler onun
söylediklerinden yararlandı, konjonktüre bakıp insaf edenler söylemediklerinden
ötürü onu ayıplamadı, mazur gördü. Düşünceyi söylemekten çekinmenin bir
adım ötesi düşünmekten de çekinmeye gider. Ne ki söylemedikleri yönünden
kendisini eleştirmek edep sınırlarını zorlar, söylemediklerini onun adına
söylemek hiç etik olmaz. Bu zor günleri geçtikten sonra bugüne kadar
söylemediklerini söylemesi umulur. Eğer kendisi dilerse, akademiden ve
piyasadan çekilme yönündeki iradesi önünü açabilir, gelecek kendisine daha
verimli sonuçları getirebilir. Bunu yaparsa, inanıyorum ki daha çok yararlı
olacaktır. Öztürk’ün bu yöndeki çabasının, bitirmeyi hedeflediği tefsir
çalışmasından da diğer telifat ve tetebbuatından da daha önemli olduğunu
düşünüyorum.
8- Düşünen ve
üreten bir insanın en büyük çaresizliği, cehalet (hoyratlık, nobranlık,
küstahlık) karşısındaki çaresizliğidir. Öztürk’e “yeter artık, düşün yakamdan”
dedirten psikolojiyi çok iyi anlıyor, “bezdirdiniz beni” deyişinde onun içini
görüyorum. İnsanız, anlamamak mümkün değil. Onu bu noktaya getiren nedenler de
ortada, onları da görmemek mümkün değil ancak o psikolojide olmak her tür
savunma yöntemini kullanmada mağduru haklı yapmaz, başarılı da kılmaz. Dahası
gücünü kırar, haklı iken haksız yapar. Şu da bir gerçek ki insanın yürüdüğü yol
doğru ise çok fazla yakınmamalı, yakınıyorsa ya yolda bir sorun vardır ya da
yolcuda…
(1) Öztürk’ün
düşünceleri ile bireysel inançları birbirine karıştırılıyor. Karşıtları onu
harcarken bunu yapıyor, Öztürk de kendini savunurken... Bu sağlıklı bir yöntem
değil. Öztürk’ün hiç kimseye inançlarını ispat etmesi gerekmiyor, ibraz etmesi
bile gerekmiyor. Öztürk’ün, kendisini çizgi dışı gören muhaliflerine karşı
“amacının aslında Allah’ı kötü sözlerden tenzih etmek olduğu” (Allah’ı tenzih
ettiniz, peygamber ne olacak?), “insanları deist, ateist olmaktan korumak için
tarihselci bir yöntem tercihinden yana olduğu” (bu kendisinin fideizm tercihi
gibi bilimsel karşılığı olmayan duygusal bir eğilim değil midir, kaldı ki her
ikisi de çıkar yol olarak görünmüyor), “küçüklüğünden bu yana karanlıktan
korktuğu için hâlâ gelecekte kabir karanlığına karşı şimdiden geceleri belli
bir Kur’an suresini okuyor oluşu” (iç karışıklığını göstermiyor mu bu?) vb.
gibi niyeti, samimiyeti, Allah’a bağlılığı, bazı geleneksel pratikleri
üzerinden yaptığı hamasî savunmalar nitelikli ve onurlu durmuyor. Öztürk’e
mütevazı tavsiyem şudur: verili konuşmaya gösterdiği özen kadar inançlarını
masaya getirmemeye de özen göstermelidir. Onun düşünceleri kendisinin inançları
üzerinden tartışılmamalıdır, buna izin vermemelidir.
(2) Mücadelesinde
bir yandan kaliteli bir duruş ortaya koyarken diğer yandan da mücadelenin
kendisini usandıran kısmından sıyrılmaya çabası anlamına gelebilecek “kırpma”
(kırpmasalardı diğer sözleri farklıydı mıydı, kırpılmayan kısımlarda daha galiz
sözleri var) “geçen yıla ait konuşma” (yeni dolaşıma sokulmasındaki kötü niyet
dışında ne çıkar, söylediklerinin hâlâ arkasında değil mi?), “dost meclisi
konuşması” (farklı meclislerde ayrı şeyler mi söylüyor, hayır), “dinleyenler
geri zekâlıydı, beni kışkırttı” (kontrollü olabilirdi, zaaf ve öfke sorumluluğu
kaldırmaz ki) kabilinden geri sarma niteliği taşıyan amatör savunmalar hiç hoş
durmuyor.
(3) Gereğinden
fazla tasavvuf güzellemeleri yapması, İbn Arabî ve sûfilere yaslanmaya
çalışması da öyle. Çoğu aşırı faşizan muhaliflerine karşı bunların bir yararı
da yok. Canhıraş feveranları görünüyor ama bu tür kompleksli savunma
argümanları muhaliflerini daha fazla cesaretlendiriyor, kendisini itibarlı
kılmıyor.
Stres ve kriz
zamanları netameli zamanlardır, böyle zamanlarda sağlıklı söylem ve kararlar
üretmek güçtür. Bir insanın; hele de “taraftarı” ya da “mağduru olarak” tarafı
olduğu bir durumu objektif görebilmesi, sağlıklı değerlendirebilmesi mümkün
olmayabilir. Öztürk bugün bir travma yaşıyor, objektif olmasını ve sağlıklı
otokritik yapmasını engelleyen koşullarda bulunuyor. “Etrafını camî, ağyarını
manî” düşüneceğini umuyorum. Tekrar etmeliyim ki psikolojisini çok iyi
anlıyorum.
9- Öztürk dil ve
üslup yönünden de eleştirildi. Evet, Öztürk, selefleri kadar sakin
değildi. Üslubu her zaman zarif değildi, agresifleştiği oluyordu. Kitaplarından
bazılarında da nahoş bir dil ve üslup ne yazık ki görülüyordu (Bir örnek için
bkz. Kıssaların Dili, Ankara Okulu Yayınları, 53-54). Gülüp geçebileceği karşı
çıkışlara tahammül edemiyor; haddi aşanlara karşı, anlaşılmama mağduriyetinin
de getirdiği ağır duygusal yükle hakaret ettiği bile oluyordu. Bunlar kendisini
takip edenlerce bilinmekte, dolaşıma düşen kayıtta da açıkça görülmektedir.
Elbette entelektüel bir dil kullanmalı, onun kıymet ve kametinde bir profesör
daha profesyonel olmalıydı. Bu yöndeki eksiklerinin farkında mıdır bilmiyorum
ama üslup yönünden o da kendi hatasının farkında olduğunu belirtti; Medyascope
kanalında kamuya açık özeleştiri yaptı, özür diledi. Değerli akademisyen sayın
Yrd. Doç. Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal’ın da paylaşımında değindiği gibi,
Öztürk’ün bu erdemli davranışı ve özrü sonrasında, kendisi tekrar benzer üslup
sorunları sergilemedikçe ona dönük üslup eleştirisini sürdürmek doğru olmaz.
Hangimiz kusursuzuz? Kaldı ki özeleştirileri sırasında ne denli bunaltıldığından
bahisle üslup sorunlarına “hafifletici nedenler” de sundu ki insan
psikolojisini gözettiğimizde o nedenleri gerekçe olarak görmemek insafsızlık
olur. Hukuk düzenlerinde bir “suçlu için bile” hafifletici nedenler suçlunun
lehine sonuç doğuracak şekilde somut olarak gözetilir. Öztürk’ün birtakım dil
ve üslup sorunlarını aslında onun söylediklerine karşı öne çıkararak ona
yüklenenler, daha ağır bir dil ve üslubu Tanrı’ya nasıl yakıştırabildiklerini
hiç düşünmüşler midir? Öztürk’ü dil ve üslubu üzerinden eleştirenler, onun
uygunsuz bir dille dile getirdiği Kur’an’ın uygunsuz-tarihsel dilini de
görebiliyorlar mı, bu konuda tek bir kelime ile bir tek söz edebilmişler midir?
Öztürk’e gelince onun dil ve üslubu üzerinden edepten söz edenler, Öztürk’e karşı
kendi uygunsuz dillerini de görebiliyorlar mı, bir kez bile olsa kendilerini bu
yönde gözden geçirmişler midir? Adalet, insaf ve tutarlılık bunları da
görebilmeyi gerektirir.
Bugün Öztürk için
insanlık, dostluk ve destek günü. Onu ve düşüncelerini eleştirmenin zamanı var,
o zaman ‘şimdi’ değil. Zamanı gelince, eleştirisi olan adabınca ve gereği gibi
eleştirir. Bugün onu eleştirmek ona iyilik ve dostluk olmaz, bugün iyilik ve
dostluk onu daha fazla eleştirmeyi ertelemekle olur.
I- “Yaklaşımlar
yönünden” baktığımızda;
Tanıklık notları…
Bir düzine örnek… Bahçe mümbit, ne ararsak var.
1- Harabından
sonra Basra’nın enkazı üzerinden konuşan önceki dönem Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Görmez, Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Prof. Dr.
Ahmet Şimşirgil, Doç. Dr. Enis Doko, Dr. İhsan Şenocak, Recep İhsan Eliaçık,
Edip Yüksel, Mustafa İslamoğlu, Dücane Cündioğlu, Ahmet Kalkan, Alparslan
Kuytul, Erdem Uygan gibi isimler yaklaşımları ve tepkileri ile beni
şaşırtmamışlardır. Özellikle takip ettiklerim ve önüme düşenler bunlar olmakla
birlikte, konu ve olay hakkında görüşlerini serdeden kimselerin bu
saydıklarımdan ibaret değildir.
(1) Görmez; birden
çok nedenle ben kendisinden daha çok umutlu iken, o Haber Türk kanalında
retoriklerle bezeli konuşmasında Öztürk’ün lehine olan tarihî verilerden birini
önce örtmüş; sonra kontekstten uzaklaşarak sözü uzattığı konuşmasında, farkında
olmadan Öztürk’ün kanaatlerine geçmişten bir tanığın üzerinden kanıt sunarak
çelişkili bir tavır sergilemiş, aslında birçok şeyi “iyi niyetle”
geçiştirmiştir. Görmez bu konuşmasında; Türkiye Diyanet Vakfı tarafından
yayınlanan TDV İslam Ansiklopedisi’nin, sayın Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz
tarafından yazılmış “Lafzıyye” maddesinde (c. 27, s. 48) yazılanları, o
yazılanlar arasında Öztürk’ten yana diğer tarihî tanıkları hiç hatırlamamıştır.
Üzüldüm... Bununla birlikte Görmez’in; Öztürk’ü tekfir etmemesi, kardeşlik
vurgusu yapması, özellikle de sözlerine linç kampanyasını kınayarak başlaması
güzeldi. Sevindim…
(2) Bayındır;
konu, kavga, linç, ahlâk dışı yaklaşımlar üzerine bir şeyler söylemek yerine
alışık olduğumuz tavrı ile Öztürk’ün dini, imanı üzerinden boy gösterdi,
aslında Öztürk’ün Kur’an’a inanmadığını söyleyerek büyük bir buluş da yaptı(!).
Onun “hikmet” dediği yöntem bu olsa gerek… Bunaldım…
(3) Şimşirgil;
eşit olmadığı şartlarda hiç de dengi olmayan biri ile güreş tuttu, kendi
sırtını yere getirdi. Acıdım…
(4) Doç. Dr. Enis
Doko; ne kadar çok konuştu ama hiçbir şey söylemedi. Duraksadığı, son sözü
söylemediği şeyler hakkında samimi ve mütevazı idi. Konuşmasında hissettiğim iç
temizliğini yetersizliğinden ayrık tutmak gerekir.
(5) İslam dininin
yegane sahibi doktor mollamız Şenocak; içinde boğulduğu gelenek ve kendi algısı
ile Öztürk’ mahkum etti. Öztürk’ün, deyimi ile “selden kütük kapma” çabasında
Cübbeli Ahmet’i hiç aratmadı. Kızdım…
(6) Akademik ve
bilimsel bir akreditasyonu olmasa da kitle konuşmacısı Recep İhsan Eliaçık da
esas hakkında belki de hiç olmayan kanaatini kitlelerden esirgedi, kırsal ama
doğal tarzı ile Öztürk’e arka çıktı, fikir hürriyetini savunarak ona destek
verdi. Kur’an’ın söz olarak da mana olarak da Tanrı’ya ait olmadığını, Hz.
Muhammed’in sözü olduğunu söyleme cesareti gösterirken rahattı. Saplantı
düzeyinde yoğunlaştığı içerikleri bağışık tutarak; başkalarının nasıl
düşüneceği konusunda kendi önceliği olan insanî/dinsel içerikleri salık vermesi
nahoştu. Kendi bulduğunu söylediği bir çözüm olarak sunduğu “paradoksal
mantıkla düşünme” önerisi biraz düşünme yetisi olan herkesi güldürdü.
Gülümsedim…
(7) Yüksel;
yetersizliğine rağmen o bildik meydan okumalarında, cahil cesareti ile tipik
bir
Kur’ancı Müslüman aymazlığı sergiledi. Öztürk’ün kendisiyle tartışmaktan imtina
etmesine gereğinden fazla tutundu, o tutunmada “topuğu oradan kapma” taktiği
hissediliyordu. Oysa biliyorum ki kendisi Öztürk ile tarihselciliği usulden ve
esastan tartışabilecek yeterli birikim ve kapasiteye de sahip değildir. Yer yer
“ad hominem” yöntemine de başvurduğu konuşmasında, konuyu konuşmak ve linçi
daha fazla takbih etmek yerine Öztürk’ün inançsızlığı üzerine sözler söylemeyi
tercih etti. Şaşırmadım…
(8) İslamoğlu;
‘özrü kabahatinden büyük’ nitelikli birbiriyle çelişen twitleri ile, bu kez
bilinçaltını ilk deşifre hakkı sayın Hamdi Tayfur’a ait olmak üzere, çok
kimsenin öyle kolay kolay hissedemeyeceği bilinçaltını açığa vurarak kendini
kendisini açığa düşürmüş, birkaç saat içinde bunu fark ettiğinde hemen çark
etmiş, vaktiyle kendisini seven ve ondan umudu olan kimselere bir kez daha iç
çektirmiştir. İslamoğlu’nun sonradan sildiği ilk twitindeki Öztürk’e dönük usul
ve üslup eleştirisi, Öztürk için “Kur’an’ın sırtından kazandıkları” vurgulu
ithamı İslamoğlu’nu tanıyanları sadece gülümsetmemiş, bunun ötesine taşıyacak
düzeyde ironik olmuştur. İğrendim…
(9) Cündioğlu;
yerinde tespitlerinin ve Öztürk’ün yanında insanca duruşunun yanı sıra; Arap
aklını, kapasitesini, kültürünü, Arap dilini indirgeyerek neredeyse o günün
kapasitesini her yönden sıfıra müncer kıldı. Mayınlı bir tarla da gezdiğinin
bilinci ile temkinli adımlar attı, sıfırladığı alana Kur’an’ı “açıkça dahil
etmemeye” bilinçli özen gösterdi ama ne demek istediği anlaşılıyordu. Bu da
onun çelişkisi ya da sadece çekincesidir. Sözü çok fazla dolaştırarak ve
uzatarak konuşması her zamanki yanıdır, bu kez bunu bir kez daha fark etmiş
olmalı ki ilk konuşmasının sonlarına doğru bu yönde biraz yarı ciddî bir
özeleştiri yaptı. Dolayısıyla, dolaylı anlatımlarıyla program konusundan
uzaklaşmış; bir kısmı en azından bakış açısı olarak yararlı idi. Esasa ilişkin
konuşma taahhüdüne rağmen usule yönelik çok şey söylerken esas konuya bir türlü
giremedi ancak müteakip programında, aklını kullanan kimselere yine “sözün
hepsini söylemeyerek” bu açığı kapatmaya çalışmıştı. Belliydi…
(10) Kalkan;
yeterli bilgiye sahip olmadığı bir alanda hukukî bir terim olan “suç” kavramını
kullanarak konusu suç içermeyen içeriklerde çok kez avına özgü “suç nitelemesi”
yapmış, avama özgü bir jargonla hukukî değeri olmayan nitelemelerde
bulunmuştur. O bununla suç üretmiş, sıraladığı birtakım birbiri ile çelişkili
tavır atıflarında tespit ve analiz değeri yönünden kimi haklı yanları olsa da
tartışma konusunu farklı fraksiyonların Kur’an’a yaklaşımlarını listeleyerek
savmıştır. Bu eğilimi ile gündemi kendi mesajları için kullanmıştır. Gündemdeki
konuyu teknik düzeyde tartışabilecek bir birikimi olmadığı da bilinmektedir,
felsefe düzeyinde ise hiç tartışamaz. Kur’an’ın evrenselliğine(!) dönük kanıt
temin etmek amacı ile olsa gerek ki (ya da kopyala-yapıştır mıydı, tam emin
değilim) yazısının sonunda aktardığı ayette geçen “kavim” kelimesine çeviride
verdiği “ümmet” anlamı ile kavrama da anlama da takla attırarak “gündemin çok
uzağından” söyledikleri ile sözlerini bitirmiştir. Böylece Öztürk’ün sözleri
karşısında Kur’an vahyinin evrenselliği(!) kanıtlanmış olmuştur(!). Yeri
gelmişken, gülümsemek için, onun bu hiç de yabancısı olmadığımız tarzı
üzerinden bizde kendisine esprili birkaç suç isnat edebiliriz. Gülümsedim…
(11) Kuytul; bu
olayda dinî hamaseti ve hıncı insanlık ve basiretinden öne çıktığı için hiç
empati yapamamış, öteden beri yediği linçleri de çoktan unutmuş olmalı ki her
zamanki yeni ergen tavırlarıyla yüzündeki sivilceleri kaşımıştır. İki saati
geçen konuşmasının şaşkınlık yaratan pek çok kısmının meyanında en fazla mizah;
Öztürk’ün düşüncelerine karşı çıkarken Tanrı’yı yüceltmek ve onun
düşüncelerinden Tanrı’yı tenzih etmek için çabaladığı sırada (Tanrı’nın da buna
çok ihtiyacı var ya, Kuytul olmasaydı Tanrı ne yapardı bilmiyorum) Tanrı’ya
beşere özgü eksiklikler de izafe edilebileceğini ispat etmeye çalıştığı kısımda
idi. O kısımda mezmum bir zaaf olan insandaki öfkeyi bile Tanrı için bir kemal
olarak gösterebilmişti. Beni yanıltmadı…
(12) Arasına
sonradan geldiği bir topluluğun önüne geçerek yüzü kızarmadan konuşan; bununla
da kalmayan, önüne geçtiği herkesi duraksamadan aşan Uygan kardeşimizin o
bildik ‘bilmişliği’ ona yakışmıyor, incitiyor. Eğer samimi ise temennimiz de o
ki ileride bilgisi, birikimi, tecrübesi arttıkça kendisi de bunu fark edecek,
dünyanın kendisinin, Bayındır’ın ve Süleymaniye’nin etrafında dönmediğini
görecek, cin olmadan adam çarpmayı bırakacaktır. İnşaallah…
Ayrıca Öztürk’ün
bir dönem sağlık sorunlarına rağmen hayli emek verdiği Türkiye’nin saygın
kuruluşlarından KURAMER’in ve eski Diyanet İşleri başkanlarından sayın Prof.
Dr. Ali Bardakoğlu’nun aslında anlamakta zorlanmadığımız anlamlı sessizliğini
de eklediğimizde Öztürk’e de kulvarı namına “örtülü duran dürtüleri” bir yana,
“karşı mahalleden” gördüğü “objektif bir olgunluk” ve “insanı anlama çabası”
ile sayın Ruşen Çakır’la teselli olmak kaldı. Yazgı mı böyleydi?
2- İnsaf ve vefa
hepten de yitik değildi.…
(1) Sayın Av.
Ismail Kucukkilinc’ın; kendince bir hikmete mebni olmalı ki içeriğini saklı
tutarak da olsa, üstelik böyle bir vasatta kamuya yansıtmasını doğru bulmadığım
aralarındaki tatsızlığa rağmen dostluk ve vefa göstererek Öztürk’e destek
vermesini değerli buldum. İsmail bey, ilk paylaşımlarında her zamanki asaleti
ile davrandı, kendisine yakışanı yaptı ancak Öztürk’e destek verdiği ama yoğun
bir şekilde onu ve görüşlerini de eleştirdiği ardıl paylaşımında;
Küçükkılınç’ın insanî ve ahlâkî olgunluğuna, “adamlığına” değer verdiğim kadar
Öztürk’e yönelik içerik eleştirilerine aynı oranda ilmî bir değer
atfedemediğimi de belirtmeliyim. Hukuk ve yakın tarih alanları ihtisas ve ilgi
ile İsmail beyin alanları olsa da Öztürk’ün alanı ve birikimi hepimizce
malumdur. Küçükkılınç’ın; Öztürk’ün, can güvenliği başta olmak üzere kimi
çekince ve ikna değeri olmayan birtakım gerekçelerle son yıllardaki ideolojik
tercih ve benimsemelerine dönük temiz eleştirilerini isabetli ve değerli
bulduğumu belirtmeyi de bir başka açıdan gerekli görüyorum. Türkiye’de Mustafa
Kemal’in ve Kemalizmin farklı düşünce ve inançlarda her insanın başına şapka,
güneşte de yağmurda da eline şemsiye olması öteden beri beni düşündürmüştür.
Küçükkılınç’ın “acı mektubunda” samimi bir dostluk feryat etmiştir. Öztürk’e,
zor gününde kırgınlıklarını atlayarak, onunla anılarını anarak ona dostça
davranan, her şeye rağmen bugün onunla iletişim çabası içinde olduğunu gördüğümüz
eski dostunun, böyle bir dostun gönlünü almak yakışır, bu Öztürk’ü yüceltir.
(2) Sayın Prof.
Dr. Mehmet Sait Şimşek hocamızın Öztürk’e katılmadığı görüş ve kabullerine
rağmen sosyal medya paylaşımındaki dürüst yaklaşımı ve katkısı değerli idi.
(3) Tarihteki
linçler üzerine hacimli eserleri ile de bilinen Sayın Prof. Dr. Mehmet Azimli
ve şimdilerde The Independant çalışanı Bülent Şahin Erdeğer kardeşimizin Tv 5
kanalında söyledikleri, ardından Erdeğer’in Intependant Türkçe’de yazdıkları
ile öyküdeki karınca misali, kapasitesi nispetinde ateşe su taşıma çabaları da
görmezden gelinmez. Erdeğer’in; esasa ilişkin görüşlerinin hepsine katılmak
mümkün olmasa da, genellikle kendi tercihleri yönünde kanaat derleyerek telif
ettiği, yine Independant Türkçe’de yayımlanmış son makalesinde de tarihselcilik
karşıtı görüşler dikkate almaya değer şeyler yok değil.
(4) Mir’at
Haber’deki yazısında; Öztürk’ün görüşlerine katılmadığı, düşüncede karşıtı
olduğu hâlde Öztürk’ün dürüstlüğüne ve mertliğine tanıklık eden, Öztürk’e linç
başlatan provokatörü örtülü ama anlaşılır bir şekilde aşağılayarak Öztürk’ü ona
tafdil eden; bunların yanı sıra, “Kur’an’a Allah’ın kitabı olarak inandık da ne
oldu?”, “Bizim tarihselcilerden ne farkımız var?” diyerek geleneğe ve Kur’ancı
kabullere ‘içeriden’ eleştiri yapan sayın Ali Rıza Demircan’ın bu adil ve
dengeli tavrı da taktire medardı.
(5) Geçmişte ve
belki şimdi bile kısmen Öztürk’ün düşüncelerine muhalif olduğu, Öztürk hakkında
eleştirel yazıları olduğu hâlde bu olayda belirgin insafı ile öne çıkan sosyal
medyadan kendisini tanıdığımız, yazılarından yararlandığımız Sahin Doğan
kardeşimizin sosyal medya hesabından sunduğu objektif katkılar da değerli idi.
3- Söz konusu
videoda Öztürk’ün taraftarlarının; (1) kırpma yapıldığı, (2) videonun gizli
çekim olduğu, (3) kaydın dostça yapılmadığı, (4) o konuşmanın aslında doktora
öğrencileri ile bir ders sırasında yapıldığı şeklinde gerçeği yansıtmayan,
birbiri ile çelişen taraftarlıkları değersizdi. Şöyle ki;
(1) Video kaydının
tümü izlendiğinde de videodan kırpılarak servis edilen kesitten anlaşılandan
başka bir şey anlaşılmamaktadır. Kaydın tümü kırpılan kesiti destekler
nitelikte aynı minvalde konuşmalarla doludur. Dahası, kaydın tam versiyonunda
kesilen kesitten daha ağır içerikler de bulunmaktadır. Öztürk, içerik olarak o
kayıtta söylediklerinin hepsinin arkasında olduğunu açıkça söylemiştir. Bu
durumda “kırpıldı” şeklindeki karşı çıkışlarda savunma değeri görmek mümkün
değildir, sadece kaydın konuşmadan çok uzun bir süre sonra dolaşıma sokulması
konuşulabilir.
(2) Öztürk’ün eski
dostu Sayın Av. Ali Eroğlu, yaptığı birkaç dürüst bulduğum açıklama ile;
videonun gizli çekim olmadığını, konuşmanın kendisi tarafından Öztürk’ün
bilgisi dahilinde kaydedildiğini ve sosyal medyada paylaşıldığını, sonradan da
yine Öztürk’ün bilgisi dahilinde kaldırıldığını (ancak kaydın çoktan
yayıldığını, A.K.) belirtmiştir. Bu beyana itibar etmemek için bir neden
yoktur. Kaldı ki konuşma, Öztürk’ün, izleyicilerini kameraya el sallayarak
selamlaması ile sonlanmaktadır. Dolayısıyla bu karşı çıkışta da bir savunma
değeri görülemez.
(3) Öztürk’ün
Eroğlu ile azımsanamayacak hukuku ve dostluklarının tanığı çoktur. Dahası,
Eroğlu aynı Küçükkılınç gibi bugün hâlâ o dostluğun peşindedir, bu uğurda kendi
onurundan taviz vermektedir. Medyascope programında Ruşen Çakır’ın “demek ki
pek de dost değillermiş” şeklindeki sözüne karşı Öztürk’ün sessiz kalarak
Çakır’ı takriren teyit etmesi şık olmamıştır.
(4) Eroğlu, o
konuşmanın ve kaydın kendi ofisinde yapıldığını belirtmiştir. Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi doktora öğrencileri ile yapılan bir dersin
Şişli’de, bir hukuk bürosunda, avukat eşliğinde değil, fakültede, kendi
mahallinde yapılacağı izahtan varestedir.
Özensiz
savunmalarla Öztürk’e taraftarlıklarını gösteren takipçileri, bu formatta
savunmakla ona iyilik yapıyor değiller. Merak ediyorum: Tezvirat üreten,
tahkiksiz bilgileri çoğaltmaktan çekinmeyen, kamuyu yanıltan, aslında Öztürk’e
de zararı dokunan bu kimseler Eroğlu’nun açık beyanlarından sonra hiç
utanmışlar mıdır, savunmalarını daha tutarlı savunmalarla değiştirmişler midir,
toplumdan özür dilemişler midir? Öztürk’ün de, çok fazla doğrudan değilse bile
dolaylı olarak karşı çıkışlarında bu sözlere tutunması yararsızdır.
Ayrıca Eroğlu’nun
da Öztürk’e hayli kırgın olduğu görülüyor ama zeytin dalı da uzatıyor.
Görüyorum ki Eroğlu, tartışmanın başlaması üzerinden on gün geçmesine rağmen
hâlâ sosyal medya hesabında Hz. Muhammed’in eşine nispet edilen bir rivayet
üzerinden başlattığı alengirli polemikle bile Öztürk’e muzaheret etmektedir.
Talihsizce hain ilan edilen Eroğlu’nun doğru tanıklık yaptığı, dostça
davrandığı görülüyor ama gönlünün alınmasını bekliyor, Öztürk yürüyerek gelse
ona koşarak gidecek düzeyde bir dostluğu içinde yaşatıyor.
4- Örgütlü cehalet
nasıl ve ne denli tesirli bir bela idi ki dürüstlüğü de samimiyeti de duruşu da
ortada olan kimseler bile ona verdikleri destekte; Öztürk’ün
uğradığı mağduriyette ona destek verirken ya sözlerine “Öztürk’ün görüşlerine
katılmıyorum, onunla aynı düşünmüyorum ama…” kabilinden sözlerle başladı ya da
bu kabil sözleri söylemlerinin arasında bir yerlere sıkıştırarak bunu not
düşmek ihtiyacı hissetti. Risk ve her koşulda kendi düşünce ve inançlarımızı
izhar etmeden yapamama kültürümüzün de bunda müessirdi. Tuhafız…
II- SONUÇ
1- Yükü ve üslubu
ağır bir zamanda yaşıyoruz. İğrenç bir barbarlığın bataklığına doğru
sürükleniyoruz. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un (d. 1949) dediği gibi, “insanlar
bir dinleri olduğu için artık ahlâka hiç ihtiyaçları kalmamış gibi davransalar
da” önce “insan olmaya” ve “ahlâka” ihtiyaç var. İnsan
olmadan Müslüman olmuş Müslümanlar; çok şey gibi dinlerini de yüzlerine
gözlerine bulaştırmış; o bulaşıkla Tanrı’nın yeryüzünde distribütörlüğüne,
hakikatin temsilciliğine kalkışmıştır. Zihnimiz de gönüllerimiz de gezegenimiz
de kirlenmiştir. Müslümanlar o yüzle, o gözlerle Tanrı’nın yüzüne
bakabileceklerini, O’nun katında iyi menzillerde ağırlanacaklarını sanmaktalar.
Üstelik sair din ve inanç mensuplarına kendilerini üstün, ayrıcalıklı,
kurtulmuş topluluk olarak görmekteler…Önce insan olmak gerekiyor. İnsan olmayı
sindirmeden her şey boşuna görünüyor.
2- İnsanları
kurtarmaktan vazgeçer, düşünce ve inançlarımızla kirliliğe neden olmazsak
insan kardeşlerimizi daha fazla hırpalamamış olacağız. Bunun yerine
insanlığımıza insanlık katmak için çabalarsak, bu belki en gerçek hasenatımız
olacak. Nihaî bir çözüm önerisi olmayabilir ama gücümüzü ve imkanlarımızı
dogmatik yaklaşımlarla birbirimizi Müslümanlaştırmaya, herkesi kendimize
benzetmeye çalışmak yerine; belki de salih amelin zirvesi olabilecek tefekkür,
iyilik, bilim ve sanat için kullanmaya başlayabilirsek hem bizim hem de
insanlığın kaderi değişmeye başlayabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.