Geçtiğimiz günlerde Mustafa Öztürk’ün sınıf-ders ortamında yaptığı kamusal olmayan bir konuşmasından kısa bir kesitin sosyal medyaya servis edilmesi sosyal medyada ve örgütlü bazı grupların öncülük ettiği tepkilerle “linç kampanyasına” dönüştü. Prof. Öztürk üniversiteden akademik görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Mustafa Öztürk’ü akademik hayattan çekilmeye mecbur bırakan atmosferi, yaklaşımları ve muhtemel yansımaları ilahiyatçı Mehmet Azimli ile konuştuk.
Prof. Azimli siyer
alanındaki başarılı çalışmalarının yanında İslam tarihinde fikir hürriyeti
üzerine kapsamlı bir araştırmaya dayanan “Müslümanların Engizisyonu”
kitabının yazarı, üretken bir akademisyen. Azimli Mustafa Öztürk örneğinde
somutlaşan linçin tarihsel ve düşünsel köklerine ışık tutuyor.
Müslümanların Engizisyonu
kitabınızın giriş yazısında iki tane çıta koyuyorsunuz. “Eğer Kur’an’a
bakmak istiyorsanız, Kur’an’da, ‘Dinde zorlama yoktur’ diyor Allah. İkincisi
peygamberin hayatına bakabilirsiniz. Peygamberin düşüncelerinden dolayı kimseye
zulmettiğini gösteremezsiniz” diyorsunuz. Diğer taraftan da bütün kitap
bu iki temel ahlaki ve hukuki prensibin aksine, onlarca ifade hürriyetini yok
eden, bundan dolayı canından, malından olan insanların örnekleriyle dolu. Bu
çerçevede ifade hürriyeti meselesini nereye oturtuyorsunuz?
İfade hürriyeti
meselesi bizim yumuşak karnımız. Biz hep sloganik olarak, “İslam şöyle
özgürlük vermiştir, İslam şunu yapmıştır” deriz ama bizim mahallede bu
ancak bize uygun olduğu kadarıyla uygulanır. Onun dışında, bizim mahalle içinde
bile biraz farklı düşüncelere müsamaha edilmez. İslam tarihi de bunun
göstergesi. Buna Müslümanların tarihi diyeyim, Müslümanların tarihinde öteki
mahalledekilere zaten Allah’ın emri gibi fikir hürriyeti verilmez de kendi
mahallen içindekilere de bu hürriyet verilmez. Bu konuda Müslümanlar, tarihte
de günümüzde de sınıfta kalmıştır. Çok güzel bazı nadir örnekler bunun
istisnasıdır.
Bu tahammülsüzlük
ile ilgili mesela ilk aklımıza gelen, adı “Ehl-i Sünnet” ama gerçekte “Hanbeli
terörü” diyebileceğimiz konudur. Onlarca yıl hatta daha fazla devam eden
bir Hanbeli terörü yaşanmıştır. Bunlar kendilerine Ehl-i Sünnet dediler ama “Şöyle
düşünüyorsun. Bu konuda böyle düşünüyorsun. Efendim bu soruya böyle cevap
verdin. Şu Hadisi reddettin” şeklinde ufak tefek şeylerle tam bir terör
estirdiler. En doğruları kendileridir, onun dışında herkes yanlıştır. Yanlışsa
da katli vaciptir, ortadan kaldırılması gerek; çünkü İslam’a zarar vermektedir,
İslam’a zarar veren her şeye karşı savaş açılmalıdır. Böylece bunun da dini
temellerini oluşturmuşlardır. Bundan dolayı, bizim mahalle açısından pek parlak
bir şey söyleyemiyoruz.
Onlardan örnek
alan Türkiye’deki mevcut duruma gelirsek, Türkiye’de de kendine Ehl-i
Sünnet diyen, kendini öyle zanneden, aslında tam bir Hanbeli terörü estiren, zamanında
Bağdat’taki Taberî’ye, Buhârî’ye veyahut birçok Mutezile bilgine terör
estirenlerin aynısı günümüzde Türkiye’de de vardır. Ama bunlar “Biz Ehl-i
Sünnetiz” diyerek yapılıyor.
Türkiye’deki bu
insanlar gerçekten kendilerinin Ehl-i Sünnet olduğunu zannediyorlar ama bunlar
Ehl-i Sünnet değiller. Ehl-i Sünnet’in kendine göre bir duruşu var; örneğin bir
Mâtürîdî duruşu var ama bunlar tam bir Hanbeli duruşu sergiliyorlar. Ehl-i
Hadis gibi davranıyorlar. Zaten Türkiye’de ilahiyatta okurken benim fark ettiğim
bir şey vardı. Küçüklüğümüzde biz Mâtürîdîyiz, Hanefiyiz diye yetiştirildik,
sonra büyüyünce bir baktım ki bize Eşari görüşler öğretilmiş.
Özgürlükler
konusunda bir sıralama yaparsak Mutezile, Mâtürîdî, Eşari ve ondan sonra
Selefiler gelir; bir taraftan diğer tarafa doğru böyle bir sıralama
yapabiliriz. Bize biraz da Selefilere yakın bir şey öğretilmiş. Bunun sonucu
olarak da kendini Ehl-i Sünnet zanneden, Ehl-i Sünnet naraları atan, Ehl-i
Sünnet’i savunduğunu zanneden ama aslında tam bir Hanbeli terörü estiren, “Hiçbir
şey konuşulmasın, sadece bizim görüşlerimiz esastır, bunun dışında olanların
hepsi de yanlıştır. Yanlış olan zaten yok edilmelidir” şeklinde düşünen
kişiler ortaya çıktı.
Mesela Buhari
bugün yaşasaydı, bu ekiplerin arasında rahat dolaşabilir miydi?
Dolaşamazdı, çünkü
Buhari kendi çağında da bunların zihniyet olarak aynı olan dedeleri tarafından
rahat bırakılmadı. Kendisi Hadis şampiyonu. Bugün Buhari, Müslümanlar arasında
Hadisçi olarak ilk sırada geliyor ama Bağdat’ta Hanbeli teröründen kaçmış, dağ
başında kendi başına ölmüş. Buhari’yi öldüren de bu kafadır. Sonuçta, bunlar
hiçbir şey beğenmezler ve imkân buldukları zaman da kendilerine göre samimi bir
şekilde İslam’ı savunmak adına herkesi yok etmeye çalışırlar.
Bunun değişik
versiyonları belki IŞİD gibi Taliban gibi gösterilir ama Ehl-i Sünnet
postu altına girmiş, dışarıdan Ehl-i Sünnet görünümlüdür. Bugün de
Türkiye’de bu yaşanmaktadır. Müslümanların Engizisyonu kitabını yazmaya, iki
yıl önce Mustafa Öztürk’e bunun biraz daha düşüğü bir saldırı olduğunda, o da
Almanya’ya gideceğini söylediğinde karar verdim. Mustafa Öztürk’e yapılan ilk
değil, bunlar devamlı yapıldı. Bunları yazalım dedim, fakat daha beterini
yaptılar. Twitter’da pik yapacak şekilde artık “Yok edin, öldürün”
denmeye başladı. Hatta bir müftü fetva verdi, bildiğim kadarıyla Balıkesir
Havran müftüsü, “Katli vaciptir” dedi. Şu anda ilahiyat fakültesinin
bir dekanı tefsir grubunda, “İmam-ı Şafii’ye göre katli vaciptir.
Mürted olmuştur” fetvasını verdi. Ben bunları söylerken abartmıyorum; o
fetvayı ilahiyat fakültesinden bir dekan, yani ülkenin bürokrasisinde oturan
bir adam veriyor. “İmam-ı Şafii’ye göre katli vaciptir” diyor.
İlahiyattan ve Diyanet’ten böyle şeyler çıkıyor. Bu işin sonu ne olacak böyle?
“YAKALAYIN,
ÖLDÜRÜN!” HAYKIRIŞLARI FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ DEĞİL, DEVLETİN ENGEL OLMASI LAZIM
Sadece son yirmi
otuz yılı, yani 80 darbesi sonrasını alıp bugünlere getirelim; 80 darbesi
sonrası Fazlur Rahman’ın kitabı çıkıyor. Ardından da yoğun bir literatür
gelişti. Bu literatür bugün mü daha canlı ve rahat kendisini ifade edebiliyor,
yoksa yirmi yıl önce mi ediyordu?
Türkiye’de bu son
dönemlerde devlet belki de özgürlükleri genişletmek adına geriye çekildi,
cemaatlere alan açıldı. Eskiden cemaatler özgürlüklere bu kadar cesaretle
saldıramıyorlardı. Mustafa Öztürk meselesinde rektörlüğü basmaya teşebbüs
edebiliyorlar veyahut herhangi bir devlet yetkilisine baskı yapmaya
çalışıyorlar. Bir baskı unsuru haline geldiler. Eskiden devlete
ve bürokrasideki kişilere dayatma yapamazlardı, devlet kendine göre bir şey
yapacaksa yapardı, kendine göre doğruları vardı ama bugünkü gibi her taraftan
bir linç kampanyasına dönüşmezdi.
Daha özgür Türkiye
adına cemaatlere alan açıldı ama cemaatler şu anda bu alanı çok kötü
kullanıyorlar. Bunun en güzel örneğini FETÖ gösterdi; başımızdan zor defettik. O bunlar gibi
sadece dini alanda değil, kendine göre her alanda güçlüydü. Örgütlü cemaat
yapıları böyledir; kurumsal yapıya yaklaştırırsanız, diğerlerinin hepsini yok
etmeye çalışırlar. Çünkü en doğru kendileridir, kendileri dışında hepsi
yanlıştır. Onun için her yerde sadece kendilerinden birileri olmalıdır.
Devlet ise bir
şemsiyedir, herkesin yaşayabildiği bir şeydir ama cemaatlere göre devlet böyle
bir şey değildir. Cemaatin kendine göre doğruları vardır, onun dışında hepsi
yanlıştır. Onun için cemaatlere bu tür alanlar açıldığı zaman -bu belki
özgürlük adına açıldı ama- sonradan özgürlükleri kısıtlama noktasına gelir. Bir
insan İslam tarihinde yaklaşık bin yüz sene önce konuşulan, hatta özgür ortamda
konuşulan bir meseleyi, saltanat döneminde konuşulan bir meseleyi, günümüzde
bir yerde konuşmaya çalışıyor. Bu bir profesör, -hatta alanında üstat, alanına
çok hâkim birisi- bu insan “Şöyle olabilir mi, böyle olabilir mi” diye
bir fikir jimnastiği yapıyor ve baskı altına alınıyor, korkup kaçmak zorunda
kalıyor. Halbuki burada devletin de “Kardeşim, Türkiye’de herkesin hakaret
etmemek şartıyla fikir özgürlüğü vardır. Bunun garantisi biziz” demesini
beklerim.
Devletin bu
saygınlığını herkes hissetmelidir. Bugün artık hocalar, akademisyenler
cemaatlerin baskısından korkmaya, endişe etmeye başladı. Cemaatlerin bir kısmı
da artık meseleyi tam bir Hanbeli terörüne dönüştürmeye başladılar. Sosyal
medyada, “Yakalayın öldürün”, “Katli vaciptir” ifadelerini kullanıyorlar.
Bunları izliyoruz. Bu insanların böyle haykırması nasıl bir fikir özgürlüğü
olabilir ki? Geldiğimiz nokta çok vahim.
İSLAM’I BAŞKA
ÜLKELERDEKİ DENEYİMLERİ YANSITAN ÇEVİRİLERDEN ÖĞRENDİK
Bu savrulmalardan
nasıl çıkacağız? Bir taraftan yaşananları eleştirip diğer taraftan da yine bir
hukuk devleti öneremeyen bir aklımız var. Toplamda İslam düşüncesi, ifade
hürriyetini içine alan, barışçıl bir iktidar transferini işin içine alan bir
damarı nasıl çıkaracak, nasıl geliştirecek? Bunun önündeki temel engelleri siz
bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun ilk yanlışı
aslında 1826’da yapıldı. 1826’da Yeniçerilerin azgınlığını gören devlet,
Yeniçeri Bektaşiliği tasfiye etti. Aslında Bektaşilik devletin, ordunun
temeliydi, bütün başarıların sahibiydi. Islah edilebilirdi ya da devlete
sokulmayabilirdi ama “Bize musallat oldular” dediler ve birçoğunu idam ettiler.
Engizisyon 3’te bunların bir kısmını işleyeceğim. Peki, yerine ne koydular?
Tekkeleri boşalttılar, yerine Mevlevilik, Nakşilik, Kadirîliği yerleştirdiler.
Yüz yıl da böyle devam etti, işi bunlarla yürüttüler ama yüz yıl sonra da olmadı
denilerek bunlar da tasfiye edildi.
Aslında şöyle bir
tespitim var: 1960’larda, 70’lerde bize bir oyun kuruldu. Bu sizin, “Biz nasıl
bir şey ortaya koyacağız?” sorunuza da cevap olabilir. Bunu yeni yeni düşünmeye
başladım. 60’larda, 70’lerde biraz da özgürlük ortamı çerçevesinde sürekli
dışarıdan çeviriler yapıldı. Benim jenerasyonum, benim öncelerim ve sonralarım
hep Seyyid Kutub, Mevdudi, Hasan el-Benna, Ali Şeriati gibi çeviriler üzerinden
Mısır’daki, Pakistan’daki, hatta İran’daki perspektifler üzerinden İslam’ı
öğrendi. Türkiye’den bize gösterdikleri bir Necip Fazıl vardı; o da şairdi, din
bilgini değildi. Gerçekten Türkiye’nin ürettiği yerel, meselelere vukufu olan
birilerini hep kenara iterek önceliği dışardan yapılan çevirilere verdiler.
Bununla yetişen, böyle bir Müslüman bir nesil yetişti.
Saydığınız
isimlerin çoğunun oranın da yerlileri olmaması ayrı bir travma. Onlar da oranın
en yerli, organik figürleri değiller. Bir de böyle bir krizimiz oldu.
Türkiye’de böyle
bir jenerasyonun yetişmesinin temelleri atıldı ama sonuçta biz, bu cemaatlerin
veya İslamcı-Müslüman kanadın aslında dışarıdan beslenmiş, yerel olmayan, yerel
dinamikleri düşünemeyen, Türkiye toprağına, Türkiye coğrafyasına göre bir şey
üretemeyen, buranın dertlerine göre dert üretemeyen bir noktaya geldik. Bu
anlamda, meseleye çözüm de bulamadık.
Gençliğimde
heyecanla Tefhimu’l Kur’an’dan Ahzab Suresi’ni okurken, 110 sayfa Kadiyânîliği
anlatıyor. Ben ömrümde hiç duymadım, çünkü benim topraklarımda bir tane
Kadiyânî görmedim ama adamın büyük derdi var orada, kendine göre anlatıyor.
Benim ne derdim var bu konuda? Bu anlamda çözümü bunlarda bulmaya çalıştık,
çözüm de çıkmadı bunlardan. Bu sefer, 1826’dan sonra Anadolu topraklarında
büyütülen bu cemaatler bu alanı doldurdular ve sonuçta geldiğimiz noktada
hiçbir şey ifade edemeyen, çağa sunacağı bir şey olmayan bir noktaya geldik.
Bunun sonu ne olacak bilemiyorum.
TÜRKİYE
GERÇEKLİĞİNİ YANSITACAK YENİ BİR ANLAYIŞ GEREKİYOR
Türkiye Son 20
yılda çok müstakil bir tecrübe yaşadı. Bu sancıları, tecrübeleri birebir
yaşayan birçok insanın da iktidar alanı içerisinde, hayatın farklı yerlerinde
ve doğrudan siyasette yer aldığı bir kadro Türkiye’yi yönetiyor. 20 yıl oldu.
Bu 20 yılı nasıl değerlendiriyorsunuz? 60’ları, 70’leri, 80’leri, 90’ları iyi kötü
biliyoruz artık. 2000 sonrasında ne oldu, ne olamadı? O bakiyeye nasıl
bakıyorsunuz?
Yetmişlerin
ortamında yetişerek bürokrasiye gelen kişiler; sonuçta başka coğrafyaların
dertleriyle yetişen bu insanlar, bu coğrafyanın dertleriyle ilgili çok şey
üretemediler. Gayet samimiydiler, bulundukları konuma da samimiyetle geldiler.
İlk zamanlarda
Avrupa’nın bize sunduğu özgürlükler bağlamında güzel işler de yaptılar, fakat
daha sonra tıkandık. Onun için Türkiye’deki coğrafyaya uygun yeni bir felsefe
gerekiyor. Biz bu coğrafyada ne yapacağız? 59 tane ülke gezdim. İslam dünyasına
göre mi devam edeceğiz, Batı’ya göre mi devam edeceğiz, yoksa bu topraklarda bu
toprağa uygun bir şey mi üreteceğiz?
İmam Şafii,
Bağdat’ta birçok fetva vermiş, aynı sorulara Mısır’da tam tersi fetvalar
vermiş. Coğrafyaya göre bir şey üretmemiz gerek, onu üretemedik. Hazır
bulduğumuz lop yiyecekler de bitti, sonunda böyle ortada kaldık. O anlamda
bilimsel verilere dayanan, ayağını da pergel misali bizim medeniyetimizden
ayırmadan, dünyadaki bütün verilere, bütün görüşlere de açık olarak bir hamle
yapmamız gerekiyor. Değilse tarihin çöplüğüne atılıp gideceğiz.
Bu kitap sizin ilk
kitabınız da olabilirdi, doksanlarda da bunu yazabilirdiniz, 2000’lerin başı da
olabilirdi. Ama siz bu kitabı geçtiğimiz birkaç yıl içinde yazdınız. Niye buna
ilgi duyma ihtiyacı hissettiniz?
Sadece Mustafa
Öztürk için demiyorum; Çorum’a gelirken de bana, “Dikkatli ol, orada Alevi bir
kesim var, onlara karşı dikkatli konuş” dediler. Ben de “Ben hep kendini Ehl-i
Sünnet sananlardan dayak yedim” dedim. Şimdiye kadar öbürleriyle bir
karşılaşmam olmadı. Bu tip şeyler bir ihtiyaca binaen doğuyor. Türkiye’de bir
bakıyorsunuz, bir İslamcı yazar kitap fuarına sokulmuyor; bir bakıyorsunuz, bir
İslamcı cemaatin liderinin bir yerde konferansı engelleniyor.
Bunu kim yapıyor?
Solcular mı, ateistler mi, Kemalistler mi? Değil, Müslümanlar yapıyor. Öyle
olunca bu olmuyor artık. İleri gidilmeye başlandı, buna bir dur demek lazım,
diye düşündüm, çünkü Müslümanlar kendi içlerinde engel olmaya başladı.
Diğerleri bakıyor sadece, bir şey yaptıkları yok.
Onun için, o
dönemlerde gerek yoktu; o dönemlerde biz muhalefetteydik, haklarımız yeniyor
diyorduk. Ama şimdi Müslümanların haklarını yiyenler yine Müslümanlardır. Ondan
dolayı, bu kitap ve bu düşünce bir ihtiyaç dolayısıyla çıktı.
YOL AYIRIMINDAYIZ;
HAMLE YAPARSAK İNSANLIK VİCDANI OLURUZ
Soğukkanlı bir
şekilde değerlendirdiğinizde, bundan sonrası için İslam düşüncesi ve onun
dışında bu İslami araştırma alanlarıyla ilgili neler öngörüyorsunuz? Bu yaşadığımız
sancılardan bir doğum hikâyesi çıkar mı? Çok ciddi anlamda bir sancı var; ne
dünyanın krizlerine cevap verebilen ne de kendi ülkemizdeki krizlere cevap
verebilen bir durumdayız. Buradan çıkışı nasıl görüyorsunuz?
Bir yol
ayrımındayız, ben öyle görüyorum. Türkiye’nin bir ihtimali var. Tarihte İslam
adına yapılan her şeyi tarihi veri olarak kabul edersek yolumuz güzel gidebilir
ama bunları esas kabul edersek, o zaman yandığımızın resmidir. Tarihteki İslam
ulemasının veya tarihte üretilen şeylerin, bizi zıplatacak, götürecek çok
önemli şeyler olduğunu düşünüyorsak buradan bir şey çıkmaz. Bunlar tarihteki
veriler, yaşanmışlıklar; ibret alırız, başka bir işe yaramaz. Biz bu anlamda,
çağın gereği ne ise bunu yapmak zorundayız. Onu yaparsak ayakta kalırız.
Türkiye’nin bir
kurtulma ihtimali var, diğer Müslüman ülkelerin farklı bağımlılık ve
dezavantajları var. Türkiye bu anlamda avantajlı, bir tık daha ileride ve
birikimi de var. Gelen jenerasyon iyi bir jenerasyon ama önünde ona önderlik
edecek, çağdaş milletler seviyesinde tepede tutabilecek, bütün dünyaya da
ahlaki, hukuki en güzel barışçıl yaşamı önerebilecek bir yanımız olmalı.
Bültenimize Üye
Olabilirsiniz
Bir defa Batı’nın
ahlakına güvenmiyorum. Derslerimde de hep anlatıyorum; dünya tarihinin en zalim,
en gaddar, en alçak tecrübesini üretti. Bunu verilerle de ispatlarım. Ama biz
öyle olmayız; eğer tarihi tarihte yaşanmış olarak kabul edersek, İslam’dan
gelen ahlaktan dolayı da kendimizi bu yeni çağa uydurabilirsek çok büyük işler
yaparız.
“Bugünkü çağdaş
medeniyeti Müslümanlar oluştursaydı, İslam’dan aldığı ahlak gereği, belki atom
bombası yapılmayacaktı” diye bir söz var. İslam medeniyetinin temelinde
yağma, talan örnekleri de var ama merkezde insan ve vicdan var. Batı’da bu yok.
Böyle bir avantajımız da var ama bunu biz yapamadık. Hep tarihte kötü örnekler
ortaya koyduk. Tarihteki örnekler de kalsın, biz eğer elimizi çabuk tutmazsak,
bu yol ayrımında tarihe doğru devam edersek, o zaman biz o düşük ülkeler içinde
kalırız. Ama buradan bir zıplama, bir hamle yaparsak, tepede tutunan, insanlık
vicdanı olan bir toplum oluruz.
Dünyanın bundan
sonrası için de Türkiye gibi bir ülke çok büyük ihtiyaçtır. Türkiye’nin böyle
vicdanlı, insan merkezli bir şeye de çok ihtiyacı var.
Son yıllarda kendi
içimizde de yoğun bir şekilde tartıştığımız başlıkların en önemlisi bu; -İslam
dünyasının tamamını kastederek söylüyorum- bir ahlak üretemediğimize ya da
ürettiğimiz ahlakın ciddi sorunları olduğuna dair yaygın tespitler var. “İslam
niçin ahlak üretemiyor?”, “Müslümanlar niçin ahlak üretemiyor?”
sorularına ne dersiniz?
İslam’ın nüvesinde
var bunlar, var da biz örfü esas aldık. Mesela ben klasikleri yayınlıyorum,
tarih boyunca örfünü İslamlaştırmışlar. Yağma örfü var, talan örfü var,
kadınları cariye, erkekleri köle yapma örfü var ya da katletme örfü var. Bu
örfleri dinleştirmişler, kurallaştırmışlar. Bundan dolayı bir şey çıkmamış, bir
anlamda içinde kaybolmuş. Dediğim gibi, tarihte yaşananlar dursun, içinde bize
lazım olan ahlaki şeyleri alarak yolumuza devam edelim. Değilse tarih bizim
işimize yaramaz.
Bu anlamda bu
ahlak, bu vicdanla, atom bombası örneğindeki gibi İslam’ın vicdanını,
merhametini, rahmetini dikkate alırsak, bunu bütün dünyaya örnek yapabiliriz.
Değilse IŞİD’in yaptığı gibi her gördüğünü cariye yapar, her gittiği yeri talan
edersek, her özgürlüğü yok edersek o zaman ne vicdan ne ahlak örnekliği
verebiliriz.
GÜNCEL BİR KAMU
FIKHI ÜRETMEK ZORUNDAYIZ
Burada hâlâ bir
kamu fıkhı üretememiş olmamız, bu ahlak krizimizin neresinde duruyor? Ağırlıklı olarak
temel başlıklar temizlik, ibadet ama hayata geçen bir kamu fıkhı üretemiyoruz.
Aslında üretilmiş,
kamu fıkhı adına siyer kitapları yazılmış. Ancak cemaatlere bu alan açılınca,
ellerinde kitaplara ters olan ne varsa yanlış oluyor bu sefer. Halbuki eski
fetva kitapları, mesela İbn-i Âbidîn’in yazdıkları Allah’ın emri değildi,
adamın o dönemde ihtiyacına göre yazdığı bir şeydi. Bir kamu fıkhını
oluşturursunuz ama önce bunlara bir dur diyeceksiniz, çünkü bunlar izin
vermezler. “Falan âlimin kitabına ters davrandın, dinden çıktın, mürted oldun”
diyecekler.
Tarihteki fıkıh
kitaplarının, akaid kitaplarının çoğu siyaseten yazılmış. Bunlar din değil,
dinin temeli değil. Bir defa bunları bir kenara koyacaksınız. Bunlar tarihteki
insanların düşünceleridir. Yeni, çağımıza uygun, “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın
tagayyürü inkâr olunamaz” kaidesi gereğince, 2020’nin, 2030’un durumuna göre
bir kamu fıkhı üretmek zorundasınız, değilse hiçbir işe yaramaz.
Mustafa Öztürk’ün
yaşadığı kendi açısından büyük bir trajedi ama diğer taraftan da hepimize
söylediği bir şey var. Bir, bu olaydan sonra ilahiyat camiasında ve toplamda
entelektüel camiada düşünce kalitesi, düşünce tartışması, ifade hürriyeti sizce
nereye gidecek? İkincisi, bu olayın akabinde normalde aklıselim tepki vermesi
beklenen akademisyen isimlerden, özellikle de ilahiyatçı akademisyenlerden niye
yerli yerinde etkili bir tepki gelmedi? İlmi olarak da biliyoruz ki çoğu
aslında bu görüşlere katılan insanlar ama kamuya açık yerlerde çok farklı tepkiler
verdiler. Bu iki farklı tavrı nasıl değerlendirirsiniz?
Ben üzülüyorum.
Son dönemde baktığım birkaç kişi hariç Mustafa Hoca’yı savunan olmadı. Birkaç
gün sonra yazanlar da, “Öncelikle Mustafa Öztürk’e karşıyım, bunu bir
söyleyeyim, ondan sonra…” diyerek, önce kendilerini sağlama alarak başlıyorlar.
Burada kendini sağlama almak değil, sözün özgürlüğünü savunmak önemli. Mustafa
Öztürk yüzde yüz haksız da olabilir, bunu televizyonda da söyledim. Ama burada
onun konuşmasını sağlarsak, konuşma özgürlüğü devam eder.
İLAHİYAT MEZHEPLER
ÜSTÜ BİR YERDİR
İşin daha kötüsü
tartışılan sözler kapalı bir ortamda ifade edilmiş.
Diyelim ki
kamuoyuna açık bir yerde de konuşmuş olsun. Bu Hanbeli terörü İslam’ı
savunuyor, değil mi? İslam’a göre de Müslümanlıktan çıkma veya farklı bir şey
düşünme hakkı yok mu? Yok diyorsan, o zaman tekrar İslam’ı konuşmak lazım.
Peygamberimiz, Müslümanlıktan çıkan birisine ses çıkarmamış. Bunların örnekleri
var. Onun için insanlar istediğini düşünür, sen de cevap verirsin.
İlahiyatçı
hocaların çoğu oturdular, pustular, ses çıkartmadılar. Belki cemaat tepkisinden
falan çekindiler ama ilahiyatların geleceği açısından iki şey olabilir: Ya bu
işe devlet bir el koyar, bir özgürlük alanı açar, “Herkes sussun, ilahiyatçılar
konuşsun” diyebilir ya da tamamen cemaatlerin eline teslim edilir, “Hocalar
konuşamaz kardeşim” diyerek, Nizâmülmülk’ün Nizamiye Medreseleri
meselesinde olduğu gibi devletin dizayn ettiği, belli bir mezhebin okutulduğu,
medreselere dönüştürülebilir ilahiyat.
Cemaatlerin böyle
bir düşünceleri de var diye duyuyoruz. Mesela ilahiyatlardaki kendi fikirlerine
uygun olmayan hocaların temizlenmesi gibi projeler de duyuyoruz ama ne kadar
doğru bilmiyorum, konuşuluyor. Eğer böyle bir şey olursa, o zaman biz dünya
liginde alt sıralara doğru koştururuz. O kurmayı hayal ettikleri medreselerle
hiçbir yere varamazlar. Çünkü sadece bir mezhebin gözüyle yapılacak ilimle veya
Orta Çağ’daki bir mezhebin görüşleriyle nereye kadar gidilecek?
İlahiyat,
mezhepler üstü 19 tane ana bilim dalından her türlü çalışmanın yapıldığı bir
yerdir. Bu dünyada nadir bir örnektir. Başka ülkelerde, başka İslam ülkelerinde
de böyle bir şey yok. Onun için nadir bir örnektir, Darülfünun’dan bu yana
gelişerek gelmiştir. Son dönemde müfredatta bazı baltalamalar yapıldı, bazı ana
bilim dallarına darbe vuruldu ama ilahiyatlar dünya literatüründe iyi bir
noktaya gelmişti.
Zaman ne
gösterecek bilmiyorum. İnşallah hayır olur. Dünya liginde devam etmek
istiyorsak, ilahiyatların sağlam bir şekilde önünü açarak, her türlü özgürlüğü
de vererek devam etmemiz lazım. Çünkü “üniversiteler” adı üstünde üniversal bir
yerdir. “Evrensel kent”ti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.