14 Aralık 2020 Pazartesi

"İnanç Krizimiz" Semih Siyez

Bedir Savaşında Müslümanlar, Ebu Sufyanın kervanına saldırmak için çıktıkları yolda, Kureyşin onu korumak ve Müslümanların bu hazırlıksız halinden istifade etmek için büyük bir ordu göndermesiyle yüz yüze geldiler ve sahabelerin çoğunluğu böyle bir savaşa girmekten çekindiler. Ancak gerek taktiksel, gerekse başka fiziki şartların yardımı ile, Müslümanlar bu savaşta beklemedikleri bir galibiyet kazandılar.

Kur’an’da ise buradaki tüm “görünür sebepler” perdeleyip, adeta Allah bir ordu komutanı gibi, meleklerin başında Müslümanlarla birlikte savaşmıştır.

“Rabbin meleklere vahy etmişti ki: "Şüphesiz Ben sizinleyim, iman edenlere sağlamlık katın, inkar edenlerin kalplerine amansız bir korku salacağım. Öyleyse vurun boyunlarının üstüne, vurun onların bütün parmaklarına.”(Enfal Suresi 12)

“Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı; bunu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı. Allah her şeyi işitmekte, her şeyi bilmektedir.(Enfal Suresi 17)

Burada müminlere açıkça şu deniyordu ; Siz yeter ki Allah’ın adamları olun, Allah oldurmayacağı da oldurur, ölmeyeceği de öldürür, müslümanların bu günkü dua inancının temelinde de bu yatar.

Peki Uhu’da geldiğimizde ne oldu ? Bu sefer iki ordu da hazırlıklıydı, planlar yapıldı, peygamberin üstün öngörüsü ile okçular tepeye yerleştirildi.Savaş yine kazanılmıştı ki, peygamberin öngöremediği bir şey oldu.Kimi rivayetlerde okçuların alkollü olmasından, kimi rivayetlere göre ganimete bir an önce kavuşma isteklerinden, tepeyi erken terkettiler.Bu seferde Halid Bin Velidin kıvrak zekası devreye girdi ve Müslümanlar iki kuvvet arasında sıkıştı.Ganimete kavuştuk derken, ağır bir hezimet aldılar, peygamber sahabenin kolları arasında, yarı baygın şekilde uhud tepelerine zor kaçırıldı. Bu sefer Allah sahaya inmemişti.Suç müslümanlarındı.Ama yine buna müsade eden Allah’tı !

“Bedir’de düşmanlarınıza verdiğiniz iki misli zarar, Uhud’da kendi başınıza gelince: “Bu musîbet de nereden?” diye soruyorsunuz, öyle mi?

Rasûlüm de ki: “Elbette kendi yaptıklarınız yüzünden!” Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.

İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen felâket, ancak Allah’ın izniyle olup, bu O’nun gerçek mü’minleri ortaya çıkarması içindi. .”( Ali-İmran 165-166)

Şimdi tüm fiili sebepler ön plana çıkmış, savaşın kaybedilmesinin faturası müminlere kesilmişti. Ancak bu sebepler yine Allah’ın izni ile olmuştu.

Hayatı bu şekilde okuyuşu peygamber icad etmemişti. Bu o dönemde orta doğuya hakim olan “Kral Tanrı” anlayışının bir tezahürüdür. Hatta aynı tezahürü tıpkı Fiil Olayında olduğu gibi, müşrik Kureyşde de görmek mümkündür. Ancak onlar O Kralı yüceltmek adına hayattan o kadar uzaklaştırmışlardır ki, onun yerine bazı ruhani varlıkları ikame etmek zorunda kalmışlardır. Peygamber, alemle ilişkisi kesilmiş “O Kralı” hayatın merkezine koymuş kendisine kadar gelen müktesebatı ve bundan sonra olacakları Allah merkezli olarak yeniden yorumlamıştır.

Zaten Müslüman olmak demek bu teslimiyeti kabul etmek ve hayatı bu şekilde yorumlamak değil midir ?

Aslında farkında olmasak da dilimize pelesenk olmuş her niyetimizin sonunda kullandığımız “inşallah” kelimesi de bunun hayatımızdaki en açık tezahürüdür. Ancak dilimiz bunu söylese de, hayatın işleyişi içinde bu izin meselesi kafamızda bir türlü netleşememiştir. Kur’an üzerinden ne kadar yorumlama yaparsak yapalım, bunun onun üzerinden netleşme imkanı da yoktur.

Bu güne kadar doğanın kanunları noktasında çok fazla bilgisi olmayan ve her fiili bizatihi Allah’ın veya atadığı görevlilerin üstlendiğine inanan ve bundaki keyfiyeti de önemsemeyen zihinler, buna teslim olmakta beis görmemiştir ve halen görmezler.

Bu günün dünyasında ise doğayı anlamamızın tek yolu onun sabit yasalarla işleyişini kabul etmemizden geçer. Sabit yasaların kabulü ise bizi, Tanrının bırakın merkezde oluşunu müdahil olmadığı bir evren anlayışı ile yüz yüze bırakır. İşte tam bu noktada kriz başlar. Kur’anın anlattığı hikmetinden sual olunamayan Tanrının iş yapışı ile, doğanın işleyişi bir türlü örtüştürülemez. Sabit yasaları olan bir Kraldan torpil talep edilemez, ama her kuluna eşit imkân vermesi beklenir, ancak fiiliyatta baktığımızda, coğrafyanız, diliniz, renginiz, aileniz, ülkeniz, her şey sizi ötekinden farklı bir dünyada yaşatır.

Yaşadığınız yerin kültürüne göre düşünür ona göre hayatı okursunuz ve bunda sizin hiçbir dahliniz yoktur. Ama bunu ancak dünyaya bakabilen gözler görür ve idrak eder. Aslına bakarsanız sorun da bunun farkında olan zihinlerin sorunudur. Fark etmek hem bizi insanlaştırır, ama aynı zamanda bizi teslimiyetten de uzaklaştırır.

Ne kadar zorlasak da, şu bir gerçektir ki, dinlerin Tanrısı sadece ona inanlarla ilgilenir ve hiçbir inanır da bunu yadırgamaz. Bu gün geldiğimiz noktada ise global dünyanın insanı, sadece bir coğrafyanın insanına, bir dönemde konuşan, dünyanın geri kalanını dikkate almayan yerel bir Tanrıya artık teslim olamaz. Aslında bu isyan, alemin yaratıcısına değil, kendi dönemlerinin bilgisi ile yarattıkları Tanrı adına konuşanlaradır. Artık insan ile Tanrının kendi ilişkisini kurmasının zamanı gelmiştir. Doğanın insana yüklediği tek bir sorumluluk vardır, o da neslini sürdürmesidir. İnsanı insan yapan şey de, bunu tüm türdaşları için en adil ve doğasını bozmadan yapmasını sağlayacak formülleri aramaktır. Tanrının insandan bundan başka bir şey beklemesi de düşünülemez

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.