Bedir Savaşında Müslümanlar, Ebu Sufyanın kervanına saldırmak için çıktıkları yolda, Kureyşin onu korumak ve Müslümanların bu hazırlıksız halinden istifade etmek için büyük bir ordu göndermesiyle yüz yüze geldiler ve sahabelerin çoğunluğu böyle bir savaşa girmekten çekindiler. Ancak gerek taktiksel, gerekse başka fiziki şartların yardımı ile, Müslümanlar bu savaşta beklemedikleri bir galibiyet kazandılar.
Kur’an’da ise
buradaki tüm “görünür sebepler” perdeleyip, adeta Allah bir ordu komutanı gibi,
meleklerin başında Müslümanlarla birlikte savaşmıştır.
“Rabbin meleklere
vahy etmişti ki: "Şüphesiz Ben sizinleyim, iman edenlere sağlamlık katın,
inkar edenlerin kalplerine amansız bir korku salacağım. Öyleyse vurun
boyunlarının üstüne, vurun onların bütün parmaklarına.”(Enfal Suresi 12)
“Savaşta onları
siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah
attı; bunu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı.
Allah her şeyi işitmekte, her şeyi bilmektedir.(Enfal Suresi 17)
Burada müminlere
açıkça şu deniyordu ; Siz yeter ki Allah’ın adamları olun, Allah oldurmayacağı
da oldurur, ölmeyeceği de öldürür, müslümanların bu günkü dua inancının
temelinde de bu yatar.
Peki Uhu’da
geldiğimizde ne oldu ? Bu sefer iki ordu da hazırlıklıydı, planlar yapıldı,
peygamberin üstün öngörüsü ile okçular tepeye yerleştirildi.Savaş yine
kazanılmıştı ki, peygamberin öngöremediği bir şey oldu.Kimi rivayetlerde
okçuların alkollü olmasından, kimi rivayetlere göre ganimete bir an önce
kavuşma isteklerinden, tepeyi erken terkettiler.Bu seferde Halid Bin Velidin
kıvrak zekası devreye girdi ve Müslümanlar iki kuvvet arasında sıkıştı.Ganimete
kavuştuk derken, ağır bir hezimet aldılar, peygamber sahabenin kolları
arasında, yarı baygın şekilde uhud tepelerine zor kaçırıldı. Bu sefer Allah
sahaya inmemişti.Suç müslümanlarındı.Ama yine buna müsade eden Allah’tı !
“Bedir’de
düşmanlarınıza verdiğiniz iki misli zarar, Uhud’da kendi başınıza gelince: “Bu
musîbet de nereden?” diye soruyorsunuz, öyle mi?
Rasûlüm de ki:
“Elbette kendi yaptıklarınız yüzünden!” Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
İki ordunun
karşılaştığı o gün başınıza gelen felâket, ancak Allah’ın izniyle olup, bu
O’nun gerçek mü’minleri ortaya çıkarması içindi. .”( Ali-İmran 165-166)
Şimdi tüm fiili
sebepler ön plana çıkmış, savaşın kaybedilmesinin faturası müminlere
kesilmişti. Ancak bu sebepler yine Allah’ın izni ile olmuştu.
Hayatı bu şekilde
okuyuşu peygamber icad etmemişti. Bu o dönemde orta doğuya hakim olan “Kral
Tanrı” anlayışının bir tezahürüdür. Hatta aynı tezahürü tıpkı Fiil Olayında
olduğu gibi, müşrik Kureyşde de görmek mümkündür. Ancak onlar O Kralı yüceltmek
adına hayattan o kadar uzaklaştırmışlardır ki, onun yerine bazı ruhani
varlıkları ikame etmek zorunda kalmışlardır. Peygamber, alemle ilişkisi kesilmiş
“O Kralı” hayatın merkezine koymuş kendisine kadar gelen müktesebatı ve bundan
sonra olacakları Allah merkezli olarak yeniden yorumlamıştır.
Zaten Müslüman
olmak demek bu teslimiyeti kabul etmek ve hayatı bu şekilde yorumlamak değil midir
?
Aslında farkında
olmasak da dilimize pelesenk olmuş her niyetimizin sonunda kullandığımız
“inşallah” kelimesi de bunun hayatımızdaki en açık tezahürüdür. Ancak dilimiz
bunu söylese de, hayatın işleyişi içinde bu izin meselesi kafamızda bir türlü
netleşememiştir. Kur’an üzerinden ne kadar yorumlama yaparsak yapalım, bunun
onun üzerinden netleşme imkanı da yoktur.
Bu güne kadar
doğanın kanunları noktasında çok fazla bilgisi olmayan ve her fiili bizatihi
Allah’ın veya atadığı görevlilerin üstlendiğine inanan ve bundaki keyfiyeti de
önemsemeyen zihinler, buna teslim olmakta beis görmemiştir ve halen görmezler.
Bu günün
dünyasında ise doğayı anlamamızın tek yolu onun sabit yasalarla işleyişini
kabul etmemizden geçer. Sabit yasaların kabulü ise bizi, Tanrının bırakın
merkezde oluşunu müdahil olmadığı bir evren anlayışı ile yüz yüze bırakır. İşte
tam bu noktada kriz başlar. Kur’anın anlattığı hikmetinden sual olunamayan
Tanrının iş yapışı ile, doğanın işleyişi bir türlü örtüştürülemez. Sabit
yasaları olan bir Kraldan torpil talep edilemez, ama her kuluna eşit imkân
vermesi beklenir, ancak fiiliyatta baktığımızda, coğrafyanız, diliniz,
renginiz, aileniz, ülkeniz, her şey sizi ötekinden farklı bir dünyada yaşatır.
Yaşadığınız yerin
kültürüne göre düşünür ona göre hayatı okursunuz ve bunda sizin hiçbir dahliniz
yoktur. Ama bunu ancak dünyaya bakabilen gözler görür ve idrak eder. Aslına
bakarsanız sorun da bunun farkında olan zihinlerin sorunudur. Fark etmek hem
bizi insanlaştırır, ama aynı zamanda bizi teslimiyetten de uzaklaştırır.
Ne kadar zorlasak
da, şu bir gerçektir ki, dinlerin Tanrısı sadece ona inanlarla ilgilenir ve
hiçbir inanır da bunu yadırgamaz. Bu gün geldiğimiz noktada ise global dünyanın
insanı, sadece bir coğrafyanın insanına, bir dönemde konuşan, dünyanın geri
kalanını dikkate almayan yerel bir Tanrıya artık teslim olamaz. Aslında bu
isyan, alemin yaratıcısına değil, kendi dönemlerinin bilgisi ile yarattıkları
Tanrı adına konuşanlaradır. Artık insan ile Tanrının kendi ilişkisini kurmasının
zamanı gelmiştir. Doğanın insana yüklediği tek bir sorumluluk vardır, o da
neslini sürdürmesidir. İnsanı insan yapan şey de, bunu tüm türdaşları için en
adil ve doğasını bozmadan yapmasını sağlayacak formülleri aramaktır. Tanrının
insandan bundan başka bir şey beklemesi de düşünülemez
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.