29 Aralık 2020 Salı

DEVİR-DEVRİYE İNANCI/SÜLEYMAN ULUDAĞ

Varlıkların Hak’tan gelişini ve O’na dönüşünü açıklayan tasavvufî bir görüş.

Varlığı ve nesneleri sudûr ve tecellî esasına göre açıklayan mutasavvıflara göre mutlak varlıktan tecellî suretiyle ayrılan bir nesne, çeşitli değişim safhalarından geçtikten sonra varlıkların en süflîsi olan madde mertebesine kadar iner. Sonra yükselmeye başlayarak yine çeşitli merhalelerden geçtikten sonra geldiği noktaya ulaşır.

Mutlak varlıktan ayrıldıktan sonra inişe geçen ve alçalan bir nesne (umumi feyiz, vücûd-ı sârî, mevcud, ilâhî nur) sırayla küllî akıl, dokuz akıl, dokuz nefis, dokuz felek, dört tabiat ve dört unsur seviyesine kadar düştükten sonra yükselişe geçerek yine sırayla madde, maden, bitki, hayvan, insan ve kâmil insan seviyesine kadar çıkar. Devir adı verilen bu yolculukta bütün merhalelerin oluşturduğu seyir çizgisi bir daire şeklinde düşünülür. İnişte katedilen yarım daireye “kavs-i nüzûl” ve “mebde”, çıkışta katedilen diğer yarım daireye de “kavs-i urûc”, “kavs-ı suûd”, “rücû” ve “meâd” gibi isimler verilir.

Vücûd-ı mutlaktan ayrılan kâmil bir varlık ya hiçbir engelle karşılaşmaz veya karşılaştığı engelleri çabuk aşar, devrini ve seyrini süratle tamamlayarak Hakk’a vâsıl olur. Fakat kâmil olmayan varlıklar çeşitli engellerle karşılaştıklarından iniş ve çıkıştaki seyirlerini çok yavaş gerçekleştirir, birçoğu yolda kalır.

Devir nazariyesinin ortaya çıkışında, İslâm dünyasında muhtemelen ilk defa İhvân-ı Safâ’nın başlattığı (bk. Resâʾil, III, 224-230) ve İbn Miskeveyh’in devam ettirdiği (bk. Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 62-63, 75-81) bir tür tekâmül görüşünün etkisi olmuştur.

Devir nazariyesi ilk bakışta tenâsüh inancını çağrıştırmaktadır. Ancak tenâsüh akîdesinde insanın tekrar tekrar dünyaya geldiğine, hatta insan ruhunun hayvanlara geçtiğine inanılırken devir nazariyesini benimseyenlerde böyle bir anlayışa rastlanmamaktadır. Ayrıca devir görüşüne sahip olan mutasavvıflar bunun tenâsühle ilgisi bulunmadığını özellikle belirtmişlerdir (bk. Gölpınarlı, Gülşen-i Râz Şerhi, s. 31). Bununla beraber Bektaşîler başta olmak üzere bazı mutasavvıflar tenâsühe de inandıklarından bu iki görüşü birleştirmişlerdir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nâsır-ı Hüsrev, Feyzî-i Hindî ve Yûnus Emre başta olmak üzere pek çok mutasavvıf tarafından benimsenen ve güçlü bir şekilde ifade edilen devir nazariyesi, “Biz Allah’a aidiz, yine O’na döneceğiz” (Bakara 2/156) meâlindeki âyetin ışığı altında açıklanmaya çalışılmıştır. “Her şey aslına rücû eder”; “İş O’ndan başladı, yine O’na döner” ifadeleri devir nazariyesini özetler.

Bir mutasavvıfa, “Ben madde idim, bitki idim, yer idim, gök idim...” deme imkânını veren devir inancı şair sûfîlerin ilham ve heyecan kaynağı olmuş, hatta “devriyye” adıyla anılan, şairane hayallerle süslü manzumeler yazılmasına yol açmıştır. Büyük bir edebî değeri haiz olan bu devriyyeler daha çok İran ve Türk tasavvuf edebiyatında geniş yer tutar

 Alevi – Bektaşî Edebiyatında Devir kuramını anlatan şiirlere ise DEVRİYE denir.

 Devriye Örnekleri:

Dünyayı dolaştım hep kara batak

Görmedim bir karar bilmedim durak

Üstümü kaç örtü bu kara toprak

Kaç serildim kaç dirildim kimbilir

                                                    Gûfranî

 Bu cihan mülkünü devr edip geldim

Kırklar Meydanı´nda erkâna girdim

Şah-i Velayet´ten Kemerbest oldum

Selman-i Pak ile yoldaş idim ben

 

Şu fena mülküne çok gedim gittim

Yağmur olup yağdim ot olup bittim

Urum diyarini ben irşat ettim

Horasan’dan gelen Bektaş idim ben

Şiri

 

Göklerden süzüldüm tertemiz indim

Yere indim yedi renge boyandım

Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm

Çeşit çeşit türlü renge boyandım

Aşık Veysel ŞATIROĞLU

 

“Kemteriyem yeryüzünde bittikçe

Çok kalıp eskittim gelip gittikçe.”

Kemter Baba

 

Ölürse tenler ölür

Canlar ölesi değil

Yunus Emre

28 Aralık 2020 Pazartesi

“Eşari’nin El-İbane An Usuli’d-Diyane” Adlı Eserinden “EŞ‘ARÎ İTİKADI”/Sadettin Mardin

Not. Büyük harflerle yazdıklarıma lütfen dikkat ediniz. Eş‘arîlik İslam dünyasının dominant mezhebidir. Mesela Kur’an ezelidir (daha evren yaratılmadan önce Levh-i Mahfuza her bir harfi Kafdağı kadar harflerle yazılmıştır) demezseniz sizi kafir kategorisine dahil etmektedir. Bu arada biz ne kadar Maturidiyiz?

1- Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini, Allah’tan getirdiklerini, sika/güvenilir ravilerin Rasulullah’tan rivayet ettiklerini, bunlardan hiçbir şeyi reddetmeksizin ikrar ederiz.

2- Allah azze ve celle birdir, O’ndan başka ilah yoktur, tektir, samettir, ne eş ne de çocuk edinmiştir.

3- Muhammed O’nun kulu ve rasulüdür. Onu hüda/Kur’an ve hak din ile gönderdi.

4- Cennet ve cehennem haktır.

5- Kıyamet gelecektir, ondan hiçbir şüphe yoktur. Allah kabirlerdekileri diriltecektir.

6- ALLAH ARŞA İSTİVA ETMİŞTİR.

7- O’NUN –KEYFİYETSİZ- VEÇHİ (YÜZÜ) VARDIR.

8- O’NUN –KEYFİYETSİZ- İKİ ELİ VARDIR.

9- O’NUN –KEYFİYETSİZ- GÖZÜ VARDIR.

10- Allah’ın isimleri O’nun gayrıdır diyenler sapık olmuşlardır.

11- O’nun ilim sıfatı vardır.

12- Allah’ın sem’, basar sıfatları vardır. Bunları Mutezile, Cehmiyye ve Hariciler gibi inkar etmeyiz.

13- Allah’ın kuvveti vardır.

14- ALLAH KELAMI (KUR’AN) GAYRİ MAHLUKTUR. YARATILMAMIŞTIR.

15- Yeryüzünde hayır ve şer namına olan her bir şey Allah’ın dilemesiyle olmuştur! Eşya Allah’ın dilemesiyle olur. Hiç kimse herhangi bir şey yapmaya güç yetiremez, Allah onu yapmadan önce.

16- Allah’tan müstağnî olmayız. Allah’ın ilminden çıkmaya kadir değiliz.

17- Allah’tan başka halik yoktur. Kulun fiilleri Allah’ın yaratması ve takdiriyledir. Kullar herhangi bir şey yaratmaya kadir değillerdir, aksine onlar yaratılmışlardır.

18- Allah müminleri taatine muvaffak kılmış, onlara lütfetmiş, onlara nazar etmiş (inayet etmiş), ıslah etmiş ve hidayet etmiştir. KAFİRLERİ SAPITMIŞTIR, ONLARA HİDAYET ETMEMİŞ, ONLARA İMANI LÜTFETMEMİŞTİR. BAĞIŞLAMAMIŞTIR. Ehl-i zeyg ve bidat taifesinin zannettiği gibi değil. Şayet Allah onlara lütfetseydi ve ıslah etseydi (yardım etseydi) mutlaka Salihlerden olurlardı, onlara hidayet etse mutlaka hidayete erenlerden olurlardı. Şayet Allah kafirleri ıslah etmeyi takdir etseydi ve lütfetseydi mümin olurlardı. Lakin Allah önceden bildiği üzere onların kafir olmalarını dilemiştir. Onlara yardım etmemiş ve kalplerini mühürlemiştir.

19- Hayır ve şer Allah’ın kazası ve kaderiyledir. Biz Allah’ın kaza ve kaderine, hayır ve şerrine, acısına ve tatlısına inanırız. Biliriz ki, hata ettiğimiz şey başımıza gelmedi. Ve yine biliriz ki başımıza gelen hata ettiğimiz için değildir. Kullar –Allah dilemedikçe-kendilerine fayda ve zarar vermeye malik değildir. Biz tüm işlerimizde Allah’a sığınırız. Her vakit O’na olan muhtaç olduğumuzu kabul ederiz. (not. 19. maddenin "Biliriz ki,.." başlayan cümlenin çevirisinden emin değilim.)

20- Ve şöyle deriz; KUR’AN ALLAH KELAMIDIR, MAHLUK DEĞİLDİR. KİM Kİ, KUR’AN MAHLUK DERSE KAFİR OLUR.

21- BİZ ALLAH’IN AHİRETTE –DOLUNAY GECELERİNDE AYIN GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ- BAŞ ÜZERİNDEKİ GÖZLE GÖRÜLECEĞİNİ KABUL ETMİŞİZDİR. Rasulullahtan gelen rivayetlerde olduğu üzere Müminler O’nu göreceklerdir. Müminler cennette O’nu görürken, kafirler O’nu görmekten engellenmişlerdir. Musa (as) Allah’tan O’nu dünyada görmek istedi. Allah da dağa tecelli etti ve dağ un ufak oldu. Ki; Musa O’nun dünyada görülemeyeceğini en iyi bilen kimsedir.

22- Kıble ehlinden hiç kimseyi zina, hırsızlık ve içki içmek gibi bir günahı yüzünden tekfir etmeyiz! Hariciler bunları yapanları kafir saydılar. Biz şöyle deriz; zina, hırsızlık ve bunun benzeri, bu büyük günahlardan birini işleyen, bunları helal sayarsa ve haram olmadığına itikat ederse kafir olur.

23- İslam imandan daha geniştir deriz. Her islam iman değildir.

24- Allah kalpleri halden hale çevirir. “Kalpler Rahman’ın iki parmağı arasındadır. O gökleri bir parmağı, yerleri bir parmağı üzerine koyar.” (hadis)

25- Tevhid ehlinden ve imana yapışmış hiç kimseyi cennete veya cehenneme koymayız. Ancak rasulullah’ın cennetle müjdeledikleri hariç. Günahkarlar için cenneti umarız ve onların cehennemde azap görmelerinden korkarız. Biz Peygamberin şefaatiyle Allah’ın cehennemden bir kavmi/toplumu çıkaracağına inanırız.

26- KABİR AZABINA, HAVUZA, MİZAN’IN HAK OLDUĞUNA, SIRAT KÖPRÜSÜNÜN HAK OLDUĞUNA, ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMENİN HAK OLDUĞUNA İNANIRIZ. Kİ ALLAH KULLARINI (SIRAT KÖPRÜSÜNDE OLDUĞU SÖYLENEN YEDİ) DURAKTA DURDURACAK VE MÜMİNLERİ HESABA ÇEKECEKTİR.

27- İman söz ve ameldir, artar ve eksilir. Bu konuda sahih rivayetlere inanırız.

28- Selefi sevmeyi din edinmişizdir. (Boynumuza borç biliriz) Allah onları Nebi’sinin arkadaşlığına seçmiştir. Allah’ın onları övdüğü gibi bizde onları överiz. Hepsini severiz.

29- Rasulullah’tan sonra fazıl imam Ebûbekir’dir. Allah onunla dini aziz kılmış, mürtedleri mağlup etmiştir…Sonra Ömer, sonra Osman ve Ali…Aşere-i mübeşşere’nin cennetlik olduğuna şahitlik ederiz…

30- NAKİL/HADİS EHLİNİN TESBİT ETTİĞİ TÜM RİVAYETLERİ TASDİK EDERİZ. ALLAH’IN DÜNYA SEMASINA HER GECE NÜZUL ETMESİNİ (İNMESİNİ), VAR MI İSTEYEN, VAR MI İSTİĞFAR EDEN? VE DALALET EHLİNİN HİLAFINA DİĞER NAKLEDİLENLERE İNANIRIZ.

31- İhtilaf ettiğimiz şeylerde Allah’ın kitabına ve Peygamberimizin sünnetine, icma-i müslimîne itimad ederiz. Allah’ın dininde O’nun izin vermediği bidatlere uymayız. (İçtihat yapmaz, rivayetlerle amel ederiz) bilmediğimiz şeyleri Allah hakkında söylemeyiz.

32- Allah kıyamet günü gelir. Kullarına dilediği gibi yaklaşır.

33- Her bir iyi veya facir imamın arkasında cuma namazı, bayram namazı ve diğer namazları kılmak bizim dinimizdendir. Abdullah b. Ömer’in Haccac-ı Zalim’in arkasında namaz kıldığı rivayet edilmiştir.

34- Topuklar üzerine meshetmek –bunu inkar edenlerin hilafına- hazarda ve seferde sünnettir.

35- Müslümanların idarecilerine /imamlarına dua etmeyi münasip görürüz. Onların imametlerini ikrar ederiz. Eğer onların istikametti terk ettiklerini görürsek onlara karşı gelmeyi/isyan etmeyi sapıklık olarak görürüz. Onlara kılıç çekmeyiz ve fitne zamanında savaşmayı terk ederiz.

36- DECCAL’İN ÇIKACAĞINI KABUL EDERİZ.

37- KABİR AZABINA, MÜNKER VE NEKİR’İN KABİRLERDE MEDFUN OLAN KİMSELERİ HESABA ÇEKECEĞİNE İNANIRIZ.

38- MİRAÇ HADİSİNİ TASDİK EDERİZ.

39- UYKUDA GÖRÜLEN RÜYALARIN ÇOĞUNU ONAYLARIZ. (DOĞRU OLARAK KABUL EDERİZ) BU SEBEPLE TEFSİR/AÇIKLAMA OLARAK İKRAR EDERİZ.

40- SADAKA VE DUANIN MÜSLÜMANLARIN MEVTALARINA FAYDA VERECEĞİNE İNANIRIZ.

41- DÜNYADA SİHİR VE SİHİRBAZLARIN OLDUĞUNU TASDİK EDERİZ. SİHİR DÜNYA DA ETKİ ETMEKTEDİR, MEVCUTTUR.

42- Ehl-i kıbleden facir olsun, iyi kimse olsun her birinin cenaze namazını kılarız.

43- Cennet ve cehennemin şu an mevcut olduğunu ikrar ederiz.

44- Kim ölürse veya öldürülürse eceliyle ölmüş veya öldürülmüştür.

45- Rızıklar Allah tarafındandır. Allah kullarını –haram olsun helal olsun- onlarla rızıklandırır.

46- ŞEYTAN İNSANA VESVESE VERİR, ŞÜPHEYE DÜŞÜRÜR VE MUTEZİLE VE CEHMİYYE’NİN HİLAFINA İNSANI ÇARPAR.

47- SALİH KİMSELERİN (EVLİYALARIN) ALLAH TARAFINDAN AYETLERLE (MUCİZELERLE) AYRICALIKLI KILMASI VE ONLARI GALİP GETİRMESİNİ CAİZ GÖRÜRÜZ.

48- MÜŞRİKLERİN ÇOCUKLARI HAKKINDA HÜKMÜMÜZ ŞUDUR; ALLAH AHİRETTE ONLARI CEHENNEM/ ATEŞTE YAKACAK, SONRA ONLARI CEHENNEME FIRLATACAKTIR. RİVAYET OLUNDUĞU ÜZERE…

49- Allah kullarının ne yapmakta olduklarını, ne yapacaklarını, olanı ve olacakları ve olmayacakları, şayet olacaklarsa nasıl olacaklarını da bilir.

50- Biz imamlara taati, Müslümanlara nasihati kabul ederiz.

51- Her bir bidate çağırandan uzaklaşmayı ve Ehl-i ehvâ (Sevgi-muhabbet ehli) ile beraber yürümeyi doğru buluyoruz.

Keşke, dini bu kadar yormasalar... Mehmet Ocaktan/28.12.2020

Dindarların iktidarda olduğu bir dönemde dindarlık üzerine bina edilerek ortaya konan uygulamaları, davranışları, daha da vahim olanı din referanslı siyasal hokkabazlıkları gören insanların dindarlıklarından utanır hale geldiği günleri yaşıyoruz.

Kuşkusuz bu yaşadığımız perişanlığın pek çok boyutu var, ama öncelikle dindarlık bilincimizin neden dinin esasıyla arasındaki mesafenin bu kadar açıldığının sorgulanması gerekiyor. Çünkü günümüz dindarlarının hayatını kuşatan ‘görsel dindarlık’ anlayışı dinin esasını geri plana itmiş, meydan hurafeci, üfürükçü, yolsuzluklara fetva uyduran hocalara kalmıştır.

Ne yazık ki günümüzde İslam, dünyevileşmenin elinde oyuncak haline gelen bu tür dindar geçinenlerin esiri durumundadır.

Ne zaman bir dindar olarak bu yürek yakıcı halimizle yüzleşmek durumunda kalsam, Ali Bardakoğlu Hoca’nın “Yüzleşme” kitabındaki şu cümleyi tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissediyorum: “Zahiri dindarlaşma ile batıni dünyevileşmenin at başı gittiği bir ortamda asıl hırpalanmanın Müslüman ruhunda, kimliğinde ve bilincinde cereyan ettiğine, en çok da İslam’ın izzetinde büyük sarsıntılar yaşandığına ortaklaşa şahit olmaktayız.”

Hemen her Müslüman Hz. Peygamberin “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” ifadesini ezbere bilir. Ahlaki değerleri en güzel ve süslü cümlelerle ifade etmeyi severiz ama o değerleri hayatımızın esası yapmaya nedense pek yanaşmayız. Oysa biliyoruz ki bu davranış biçimi, İslam’a göre ikiyüzlülüktür.

Mesela din, hiç kimsenin görmediği bir yerde bile şeffaf olmayı, dürüst olmayı ve Allah’a hesap verebilir olmayı öğütler. Ancak kendilerini dinin sahibi, başkalarını da neredeyse ‘din dışı’ gören günümüz dindarları ve buna ilaveten de din fetvacıları muarızları olarak gördükleri farklı düşünce sahiplerinin, kimliklerin, partilerin engellenmesi için ‘yalan’ söylemenin mubah olduğunu söylemekte bir beis görmezler.

Mesela din hakka-hukuka riayet etmeyi, adil olmayı, insanlara zulmetmemeyi öğütler. Ama günümüzün dindarları “eski iktidarlar döneminde de yolsuzluk yok muydu” diye adeta yolsuzluğa cevaz veren hocaların fetvalarıyla amel etmeyi dindarlık olarak bellemekte bir beis görmezler.

Mesela din şeffaflığı ve hesap verebilir olmayı öğütler. Ama günümüzün dindarları, gözaltındaki genç kadınlara ‘çıplak arama’ yapıldığı iddiası karşısında şeffaf bir şekilde araştırma yapılmasını değil, suskunluğu ya da inkar etmeyi tercih ederler. Maalesef, fanatik laikliğin zirve yaptığı 28 Şubat döneminde üniversite kapılarında kurulan “ikna odaları”nda genç kızların “başörtülerini çıkardıklarında kendilerini çıplak hissettiklerini” söylediklerinde yüreği sızlayan dindarların bugün ‘çıplak arama’ iddiaları karşısında susmaları, gerçek anlamda dindarlığın en büyük yalnızlığıdır.

Mesela, Cabir b. Abdullah Hz Peygamber zamanında yaşanan bir olayla ilgili şöyle bir nakilde bulunuyor: Yanımızdan bir cenaze geçmişti. Resulullah hemen o cenaze için ayağa kalktı. Biz de (ona uyarak) kendisi ile beraber ayağa kalktık ve:

“Ey Allah’ın Resulü! Bu bir Yahudi kadınının cenazesidir.” dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Bu da bir insandır” cevabını verdi. (Müslim) Evet Hz. Peygamber’in ölçüsü budur, ama günümüzün dindarları ve profesör ünvanlı bazı ilahiyat hocaları, kendileriyle aynı görüşü paylaşmayan birileri için “cenazeleri camiye alınmamalı” gibi açıklamalar yaparak dini de, dindarları da utandırmaktan çekinmemektedirler.

Kur’an’da “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” (Nisâ, 58) denilerek açıkça liyakat uyarısında bulunuluyor. Ama günümüz dindarları bırakın liyakati esas almayı, sahte diplomalıların bile mevkilerle ve dört maaşla ödüllendirilmesini zafer edasıyla savunabilmektedirler.

Dünyevi iktidarları için dini araçsallaştırmaktan çekinmeyen ‘dindar etiketli’ bu tamahkarlar keşke dini bu kadar yormasalar, dindarları yaralamaktan biraz olsun edep etseler...

Evet, bu bedel ödenecek! Servet AVCI/28.12.2020

Yeni Şafak'tan Yusuf Kaplan, Pop-İslâmcılar adına itirafname gibi bir yazı yazdı… "Toplum, İslâmî duyarlıklarını yitiriyor, İslâm'ı terk ediyor hızla..." diyen Kaplan şöyle devam ediyor:

"Gelen dalga hepimizi silip süpürebilir... Hız, haz ve ayartıya dayalı dromokratik kültür, postmodern popüler teknopagan kültür, toplumun genç kuşaklarının mankurtlaşması, metamorfoz yemesi, İslâmî köklerini, dolayısıyla İslâm'ı terketmesine yol açabilir.

İslâm'ın terkedilmesi ya da yitirilmesi, bu toprakların elimizden gitmesi ve tarihten çekilmemizle sonuçlanabilir. Macar ve Bulgar örnekleri capcanlı duruyor önümüzde…"

***

Pop-İslâmcıların, sonucun ürkütücülüğünü itiraf etmek yerine, bu sonuca doğru nasıl ve kimlerin eliyle sürüklendiklerini, o süreçte hangi itirazları dillendirdiklerini muhasebe etmeleri daha doğru olacaktı…

Evet, sözü edilen anlamda kesinlikle bir gerileme söz konusu… İyi de bu çöküşte kimlerin parmak izi var? Bu hakikat cesaretle ve tüm yönleriyle sorgulanabiliyor mu?

Dini ya da dindarlığı temsile soyunanların, sözde kanaat önderlerinin, bir yolsuzluk gördüklerinde "Yolsuzluk hırsızlık değildir, yolsuza hırsız diyen iftira etmiş olur" diye savunmaya girişmesinin, yoksul çocuğunun dünyasında bir tortusu kalmayacak mıydı?

Dağ gibi gençler mülâkatlarda adaletsizce elenip çaresizliğe itilirken, işe akraba sokmayı veya akrabayı yönetici atamayı "Allah, ayetinde akrabayı kolla demiyor mu, ayeti mi inkâr ediyorsunuz yoksa" diyerek savunmanın genç vicdanlarda hiçbir etkisi olmayacak mıydı? Bu adâletsizliklere muhatap olanlar, faillerin dindar geçindiği bir ülkede faturaya kime keseceklerdi?

***

Gidişatı sezdiğimiz için yıllar önce sormuştuk: "Köprü, yol, baraj, havaalanı gibi 'maddî' gelişmeler hep konuşuluyor da, bu konudaki bilanço nedir? "Yolu barajı yarın da yaparız ama manevî alandaki tahribatın geri dönüşü olmayabilir" diye ne kadar dert ediliyor? Çıplak gözle de teşhis edilebilen çözülmede, bugün gücü ve yetkiyi ellerinde bulunduranların ne kadar payı var, hesaplanıyor mu?"

İddia etmiştik: "Yolun başında Hz. Ömerleri, Ebu Zerleri, Ömer b. Abdülazizleri gösterip, finali Karun özentisiyle yapmaya kalkışmak ne zavallı bir yolculuğu resmediyor böyle…

Lüksü ama onunla birleşince çok daha acınası olan görgüsüz muhafazakârlığı hayat biçimi yapmak ve bunu açıktan sergilemek, nasıl rezil bir kültürün meydan okuduğunu gösteriyor…

Oysa bu kaybettiriyor ve kaybettirmeye devam edecek… Sahiplerine kaybettirecek… Tesettüre kaybettirecek… Dindarlığa kaybettirecek… Yıllar önce de iddia etmiştim… Bunun sosyal bedelini maalesef masum dindar çoğunluklar da ödeyecek!.."

Öyle de oluyor şimdi… Sebep olanlar veya sebep oluşurken sesini çıkarmayanlar, hatta övgü yarışına girenler şimdi kendilerini sıyıramazlar bu sorumluluktan… 

***

Facialar 'fıtrat'la hafifleştirildiğinde çok şey kaybedilmişti… "Peygamberimiz Mekke'nin fethinde gurura kapıldı, biz öyle olmayacağız" diyerek hava basıldığında çok şey kaybedilmişti… "Bizim günah işleme özgürlüğümüze darbe" denildiğinde çok şey kaybedilmişti…

Salman Rüşdiler, Danimarkalı karikatüristler ve diğerleri İslâm'a iftira edip alaya aldıklarında kıyameti koparanlar, "Bakara-makara" diyerek Allah'ın kelâmıyla dalga geçen, daha sonra da unvan üstüne unvan verilen o tiple ilgili sessizliğe büründüklerinde çok şey kaybedilmişti…

Muhafazakâr zengin ve idarecilerin içine düştükleri lüks ve şatafat 'itibar'la açıklanıp, adâletsizlik bayrak edildiğinde çok şey kaybedilmişti… Fakirlik ve tevekkül dindarlık adına kutsanırken, sözde dinî kanaat önderleri saltanat kayıklarında gezmeye başladıklarında çok şey kaybedilmişti…

İdarecilerin lüks hırsını onaylama adına "Peygamber de devenin iyisine binerdi" denildiğinde çok şey kaybedilmişti!..

Şimdi kimse yalandan ağlamasın!.

24 Aralık 2020 Perşembe

DÜCANE VE GÖRMEZ MEKTUPLAŞMASI/İbrahim Maraş

Dücane ve Görmez mektuplaşmasının özeti şudur:

Bir taraf dini sadece düşe ve avami alana indirgeyip, felsefenin bir düşünce ve yaşam biçimi olarak, insanı özgürleştireceğini, yetkinleştireceğini ve bu yönüyle evreni anlamlandırabileceğini ve hem de açıklayabileceğini savunmakta, diğer taraf da felsefeyi sadece retorikten ibaret bir gevezelik olarak görmekte ve tipik Gazali tarzı bir yaklaşım sergilemektedir.

Dücane, her ne kadar Farabi’ye dayandığını söylüyorsa da, Farabi’nin tam olarak onun kastettiğini ifade ettiği doğru değildir.

Elbette insan, yakînî öncüllerden hareketle bir şeyi bütün yönleriyle, kapasitesi ölçüsünde, çok yönlü bir şekilde düşünmek ve bu noktada gidebileceği yere kadar gitme, yetkinleşme konusunda sınır tanımamak, sonuçta da varlıktaki önce metafizik nedenselliği, sonra da fizik nedenselliği kavrayarak tümelden tikele doğru apaçık, kesin, burhânî bilgiye, bir yönüyle mutlak hakikate mümkün olduğunca yaklaşmak gücündedir.

İnsanın, yukarıda tarif ettiğimiz şekilde, gerçekleştirdiği bu çabanın sonucunda varacağı nokta; ferdi, toplumsal ve evrensel saadettir. Bu yönüyle felsefe ve din ile amaçlanan şey de; bir grup, zümre, toplum, ideoloji, mezhep vb. herhangi bir yapının değil, mutlak ve potansiyel olarak insanın arayışının temsil ettiği hakikate ve bu sayede saadete ulaşmaktır. Böylesi bir hakikat arayışı herhangi bir zaman diliminde veya herhangi bir millette sona eremez.

İslam filozoflarının ve sufilerin din anlayışı ilahi ve insani olarak iki kısımdır. İlahi din, mutlaktır. Değişmez hakikatler içerir. İnsani din veya inşai din ise insan aklının erişebileceği sınırsız, ama mutlak hakikate göre sınırlı, hakikati ifade eder. Bu noktada filozofların anlayışında Kitap veya Peygamber gelmeseydi de insan, kendine ve tabiata bakarak kendini gerçekleştirmek ve şükran borcunu belirli ritüellerle ifade etmek zorunda kalacaktı. Burada insani din denilen din, sadece halk dini anlamında değildir, soyut hakikatlere ulaşabilen ve ulaşamayan herkesin sorumlu olduğu dindir. Bu noktada külli ilkelere yaklaşma ölçüsünde hakikate ulaşma söz konusudur. İşte bu çerçevede burhâni olarak filozofların ortaya koydukları açıklama ve anlamlandırmalar da (değer koymalar) ilahi hükümlerin geliş maksatlarına uygun olduğundan muteber kabul edilmiştir. Ancak burada İslam filozoflarının ve sufilerin metafizik hakikatlerin varlığı anlamında burhani ve irfani yöntemin filozof ve ariflerce keşfedilebilme imkânını savunmakla birlikte, Peygamberlik ve vahiy müessesesini delillendirdikleri ve söz konusu burhani ve irfani dereceye herkesin ulaşamayacağından hareketle Peygamberliğin zorunluluğu kavramını getirdikleri unutulmamalıdır.

Buradan da anlaşılacağı gibi, İslam düşünce tarihinde Görmez’in zannettiği gibi filozofların bir Peygamber’e uyarak felsefe geliştirmesi söz konusu değildir. En azından felsefi gelenek buna karşıdır. Onlar, insan aklının gücünün ve yetkinleşmesinin dinden bağımsız mümkün olduğuna ve bu noktada dinin de istediği şeyin bu olduğuna kanaat getirmişler ve felsefe ile dinin aynı gayeye ve aynı hakikate yöneldiğini ortaya koymuşlardır. Çünkü filozoflara göre zaten her türlü bilginin (vahiy ve akli bilgi) ana kaynağı melekût âlemidir, yani bilgi, insani çabayla elde edilse de bir yönüyle vehbî karakteri vardır, akıl gücü yetkinleştikçe melekût âleminden gelen bilginin kalitesi ve netliği, yani burhaniliği/kesinliği artacaktır. Bu da felsefe ile vahyin getirdiği bilginin özde ayniliğini göstermektedir. Elbette bilgiyi en üst kemal derecesinde çabalamaksızın alan Peygamberlere ihtiyaç zorunludur, ama bu zorunluluk sadece toplumsal düzenin sağlanması noktasındadır. Yani akıl, kendisi de İlahi bir vahiy olması yönüyle, hakikatlere ulaşmada yeterli olsa bile Peygamberlik zorunludur, çünkü herkes bu hakikatleri kavrayamaz. Ama bu, bu hakikatleri aklıyla kavrayanların Peygambere ihtiyacı olmamasını ve sadece avamın ihtiyacı olmasını gerektirmez. Bilakis Vahiy ve Peygamberlik, aklî hakikatlerle ulaşılanla Peygamberlerin getirdiklerinin ayniyetini ortaya koyduğu gibi, toplumsal düzenin sağlanmasında, metafizik bir gücün, iki yönlü ispatı sayesinde, daha sağlam bir yol elde edilir. Aklın yetersizliği tartışması ise daha çok Eşari kelamcıların üzerinde durduğu bir konudur ve yanlıştır. Dolayısıyla Vahiy ve Peygamberlik, akla aykırı olmadığı gibi aklı aşan şeyleri de bildirmez, sadece aklın doğru kullanılmasında rehberlik eder ve bilginin metafizik kökenini ispat eder. İslam düşüncesinde aklı aşan şey yoktur, henüz aklın çözemediği ama aklî olan şeyler vardır. Çünkü İslam filozofları, çabayla elde edilen bilginin arkasındaki metafizik külli hakikat bilgisinin insana kapasitesi oranında yansımasını kabul ettikleri gibi, buradan yola çıkarak hem bu çaba sırasında tümel akli hakikatin tecellisinden hem de bazen doğrudan, çaba olmaksızın, feyz yoluyla tecelliden bahsederler. Bu durum, Peygamberler de dâhil her insanda vardır ve asla somut bir vahiy olarak nitelendirilemez. O halde Peygamberler de, insan oldukları için, ilham veya sezgi bilgisine erişebilmekte, ama bu bilgide insani yön hâkim durumda olmaktadır. Vahiy, ise doğrudan Peygamberi akla (muhayyile/kutsi akıl), insani müdahale olmaksızın, nakşedilmektedir. Hatta İslam filozoflarına göre Peygamberlerin ilhamları bile diğer insanlarınkinden daha arıduru olabilmektedir. Bu yüzden aklî faaliyet ve anlamlandırma ekseninde felsefe dindir, din de felsefedir.

Halk yönetime el koymuştu değil mi? Servet AVCI/24.12.2020

MAK Danışmanlık sormuş, "Aşağıdaki kurumlara duyduğunuz güvenin derecesi nedir?" diye…

Sorulan kurumlar, 'medya, eğitim sistemi, polis teşkilatı, Türk Silahlı Kuvvetleri, siyaset kurumu, yargı sistemi ve cumhurbaşkanlığı'

Seçenekler 'Güvenmiyorum, az güveniyorum, güveniyorum, çok güveniyorum, kararsız/cevap vermeyen' şeklinde sıralanıyor…

***

Sonuçlara geçmeden önce 2010 referandumu öncesine gidelim… Propagandanın lokomotifini 'yargı reformu' oluşturuyordu… Sözde 'mezhepçi yapılanma' vardı, bu kırılacaktı, vesayet rejimi bitirilecekti, yargı tam bağımsızlığa kavuşacaktı!..

Haaa unutmadan, bir de asla bir daha darbe olmayacaktı, kimse darbe yapmaya kalkışamayacaktı!..

İktidarın o vakitler 'cemaat' olarak tanımladığı, daha sonra 'haşhaşi' ve 'paralel yapı' olarak adlandıracağı eski paydaş, o kadar gözü karartmıştı ki 'ölülere bile oy kullandırma' çağrısı yapıyordu…

Nihayetinde referandum yüzde 58 'evet' oyuyla geçtiğinde, iktidar destekçisi gazetelerden birinin "Halk yönetime el koydu" manşeti o döneme damga vuran panayır havasını özetliyordu…

O günkü havaya göre, bu referandumdan en çok yargı müessesesi yararlanacak, itibar kazanacak, halkın adalete güven duygusu yükselişe geçecekti…

***

O referandumdan bugüne, yani adaleti şaha kaldırma hamlemizden bu yana 10 yıl geçti…

Şimdi MAK'ın anketine dönelim… Yukarıda sıraladığımız kurumlardan 'en az güvenilen'i maalesef 'yargı' olmuş… Hadi polisi anladık, askeri anladık, cumhurbaşkanlığını anladık, düşünebiliyor musunuz 'güvensizlik'te 'yargı' 'medya'yı bile sollamış!.. İnsanların adalete güveni öylesine sarsılmış ki, telafisi çok zor olan bir noktaya doğru sürüklenmiş!..

'Yargıya güveniyorum' ve 'yargıya çok güveniyorum' diyenlerin toplamı sadece yüzde 18… Bu tam anlamıyla fecaat… Ekonomideki yıkım düzeltilebilir, afetler aşılabilir, savaş yenilgileri bile telafi edilebilir de yargıya güven sarsıldığında, yeniden güven nasıl ve ne kadar zamanda inşa edilebilir?

'Polise güven'in yüzde 60, 'askere güven'in yüzde 70, 'siyaset kurumuna güven'in yüzde 59, 'cumhurbaşkanlığı kurumuna güven'in yüzde 51, 'eğitim sistemine güven'in yüzde 47, 'medyaya güven'in yüzde 29 çıktığı bir araştırmada, 'yargıya güven'in sadece yüzde 18 çıkması sosyal bir afeti anlatır…

***

Ne büyük çelişki: Yargı bağımsızlığını geliştirmek ve adâleti hakim kılmak için halk eliyle gerçekleşen 'devrim', şimdi o halk tarafından güvenilmez bulunuyor!..

Bu anket 10 yıl önce yapılsaydı sonuç bu kadar vahim çıkar mıydı acaba? Yargıya -nispeten de olsa- güveni kim katletti? O gün kendi elleriyle bu düzeni onaylayıp şimdi pişmanlık duyan halk mı? Yoksa halktan aldığı yetkiyle yargıyı bu hâle getiren muktedirler mi?

***

Biz o mesajımızı yeri gelmişken tekrarlayalım: Adâletiniz yoksa hiçbir şeysiniz... Makamlarınızla, arabalarınızla, arazilerinizle, fabrikalarınızla, paralarınızla ve alkışçılarınızla birlikte evrende ne kadar çok yer kaplarsanız kaplayın hiçbir şeysiniz, hiçbir şey...

Büyüyen taşınır ve taşınmazlarınız, sahip olduğunuz varlıklar, adâletinizi değil de kaybetme korkularınızı besliyorsa, kazandıklarınız kaybettiklerinizin yanında birer hiç olarak kalıyor aslında...

23 Aralık 2020 Çarşamba

Yeni FETÖ’lere dokunan da yanıyor Akif Beki/23.12.2020

Eskiden, daha 'The Cemaat'ken FETÖ'ye 'dokunan yanıyor'du. 

FETÖ'ye bir şey olmuyordu, kumpaslarına karşı iktidarı uyaranlara oluyordu.

İşinizi, özgürlüğünüzü, itibarınızı hedef alan saldırılara uğuruyordunuz.

O dönem siyasi iktidar, sonradan kabul ettiği üzere FETÖ'ye aldandı. Siyasi yararı uğruna uyaranlara değil FETÖ'ye hak verdi, uyaranların tarafını tutmadı. 

Bu gafletin millete neye mal olduğu ise ortada. Siyasi iradedeki aldanma yüzünden, millet ve devlet ağır bedel ödedi.

İktidarsa ödenen bu bedelden öncelikle Diyanet ve İlayihat camiasını sorumlu tuttu. Halkı ve siyaseti, tehlikenin büyüklüğüne karşı vaktinde yeterince bilinçlendirmedikleri gerekçesiyle.

Böyle bir bedelin bir daha millete ödetilmemesi için yapılacak da belliydi.

Hurafelere, batıl inançlara, din tüccarlarına, inanç bezirganlarına, kutsalı istismar eden ve halkın dini duygularını sömüren bütün şarlatan ve hokkabazlara  topyekün savaş açılacaktı. Bu mücadelenin başını da Diyanet ve İlahiyat hocaları çekecekti.

Süratle de dini cemaat ve tarikatların şeffaflaşması, devletten ve siyasetten ellerini eteklerini çekmeleri sağlanacaktı. Devlette paralel yapılanmalarına, kadrolaşma yoluyla kurumlara çöreklenmelerine asla izin verilmeyecek, göz yumulmayacaktı.

Sonuç ne mi oldu?

Gel zaman git zaman....Geçen 15 Temmuz'da, FETÖ darbe girişiminin yıldönümünde, bir ilahiyatçı bütün risklerini göze alarak erken uyarı görevini yaptı.

Yarın öbür gün, vaktinde siyaseti ve milleti niye uyandırmadığı suçlamasına maruz kalmamak için, biri önden konuştu. Üstelik Marmara İlahiyat'ın dekanı Prof. Ali Köse'ydi. Hem de TRT'deki özel yayında.

Fakat erken öten horozun akıbetine uğramaktan kurtulamadı. Uyaran ilahiyatçı kaybetti, şarlatan ve hokkabazlar kazandı.

Prof. Köse'nin görev süresi, 31 Temmuz'da dolmuştu. O günden bu yana yeniden ataması yapılmadı. Dekanlıkta vekaleten duruyordu.

Dün öğrendik ki yerine yeni dekan atanmış...

Böylece 15 Temmuz'dan beri Köse'yi hedefe koyan, aleyhinde kampanya yürüten cemaat ve tarikatlar amaçlarına ulaştı. Kurban istediler, Köse verilmiş oldu, başı yedirildi.

FETÖ ile lafta topyekün mücadelenin başladığı günden bu yana, yeni FETÖ'lerin çıkmaması için ne yapıldı, ne değişti derseniz...İşte size cevabı. Eski FETÖ'ye dokunan yanıyordu. "Biri gitti ama bin FETÖ geliyor" diyen, şimdi yine yanıyor.

Yenilerinin çıkması önlenemedikçe FETÖ'yle mücadele kazanılabilir mi hiç?

Yenileri yaşanmasın diye gereken dersi ve tedbiri almadıktan sonra...15 Temmuz'u ateşli nutuklarla, görkemli törenlerle ansanız ne anmasanız ne!

Şu uyarıyı yapan, önden alarm zilleri çalan ilahiyatçı, haftalar aylar içinde dekanlıktan gitti:

“Kanaatim 15 Temmuz’dan gerekli dersin alınmadığı ve yeterli önlemlere gidilmediği şeklindedir.

Hatta ben bunu bir FETÖ gitti, bin FETÖ geliyor diye değerlendiren, bu şekilde sloganlaştıran birisiyim.

Bu uyarıyı yapmak benim vazifem. FETÖ ile alakalı daha sonra biz ilahiyatçılara neden bu konuda uyarı yapmadınız diye hep sitemler oldu. Ben bunu kabul ediyorum ve bugün diyorum ki, bu konu Türkiye’nin en önemli konusudur. Devletin gerekli önlemleri alması şarttır. Bunun vebalini kimse üstlenemez.”

Diyecek söz bulamıyorum...

Berat Albayrak'ın giderken buyurduğu gibi: "At izi it izine karıştı, Hak ile batılı ayırmak zorlaştı. Mevla sonumuzu hayreylesin."

Hurafecileri neresinden mi tanıyacaksınız?

Ali Hoca’nın akıbetini gördükten sonra, artık uyaracak ilahiyatçı da bulamazsınız. İş başa düştü. Hurafeci şarlatan, hokkabaz şeyh, üfürükçü hoca ve benzeri cümle madrabaz din tüccarlarını kendi başınıza tanıyıp tedbirinizi almak zorundasınız. Siyasetten hayır yok. 

Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, bir ara eşkalini tarif etmişti. Uyuyorsa ta kendisidir. Gördüğünüz yerde tanırsınız:

“Eğer bir yerde masum ve hatasız kabul edilen kişiler varsa...Doğru bilginin kaynağı şahıslar, rüyalar gibi subjektif şeylerse...Birtakım kitaplar İslam’ın temel kaynaklarından daha çok itibar görüyorsa...Hakikat tekelciliği yapılıyorsa...Akıl, mantık ilkelerine ve ahlak değerlerine aykırı söylem ve davranışlar varsa...Eleştirel düşünce kötüleniyor, sorgusuz teslimiyet isteniyorsa...Biliniz ki orada İslam’dan başka bir inanç, başka bir anlayış egemendir.”.

Tek lider ve tek aşıyla itibar denemesi Mehmet Ocaktan/23.12.2020

Koronavirüs salgınıyla mücadele ettiğimiz şu günlerde hayatımızı doğrudan ilgilendiren en önemli konu; hangi aşıyı kullanacağız, ne zaman aşı olacağız? Şu an itibariyle tek seçeneğimiz sadece Çin aşısı gibi görünüyor. Bu ifadenin Çin aşısına güvensizlik gibi algılanmasını istemem, kuşkusuz o da önemli bir aşı. Esas sorulması gereken, Türkiye gibi büyük bir ülkenin böylesine tek aşı seçeneğine mahkum olmasıdır.

Neden Türkiye’nin böyle bir çaresizlik görüntüsü sergilediğini anlayabilmek için galiba bu konuda kısa bir özete ihtiyaç var.

Biliyoruz ki şu an itibariyle iki Türk bilim insanının buldukları ve Amerikan Pfizer firmasıyla ortak ürettikleri “Biontech aşısı”nın üçüncü faz testlerinin ara sonuçları açıklandı. Aynı şekilde İngiliz AstraZenca ve Amerikalı Moderna firmalarının aşı çalışmalarının da üçüncü faz ara sonuçları açıklandı. Şimdilik en muteber aşılar da bunlar...

Dolayısıyla ülkelerin büyük çoğunluğu bu aşılara yönelmiş bulunuyor. Başta ABD olmak üzere, AB, İngiltere, Japonya, Kanada gibi ülkeler Çin ve Rusya’nın ürettiği aşılar dışındaki bütün aşılardan siparişlerini vermiş durumdalar. Bize ise kala kala Çin aşısı kaldı. Buradan da şimdilik alabildiğimiz sadece 50 milyon dozluk bir miktar... Bu miktarın tamamı geldiğinde bile ancak nüfusumuzun yüzde otuzuna ancak aşı yapabileceğiz.

Gelişmiş ülkeler dışındaki ülkeler bile zamanında planlamalarını yapıp alternatifli bir şekilde aşı sözleşmelerini bir iki ay öncesinden imzalamışlar ve aşılama çalışmalarına başladılar. Artık kendimizi gelişmiş Avrupa ülkeleriyle kıyaslamaktan vazgeçtik... Ama bir gerçek var ki en muteber aşıların alımı konusunda Meksika, Şili, Peru, Ekvador ve Kostarika gibi ülkelerin bile zamanında sözleşmelerini yapıp siparişlerini vermeleri Türkiye adına gerçekten hüzün verici. Demek ki “yerli ve milli masalları” anlatarak ‘büyük devlet’ olunamıyormuş...

Eğer salgınla mücadele stratejinizi akıl-bilim ve şeffaflık üzerine bina etmemişseniz, meseleyi “70 ülkeye maske yardımında bulunduk” gibi bir gösteriye dönüştürmüşseniz, daha da önemlisi paranız yoksa zamanında aşı siparişi yapamaz ve sonunda Çin aşısıyla yetinmek zorunda kalırsınız. Evet yoksullar ligine hoş geldiniz...

Peki neden böyle oldu?

Çünkü biz memleketin bütün kurumlarının tek lidere bağlandığı, sorunların çözümü için yukarıdan talimat beklendiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi garip bir rejimle yönetiliyoruz. Bu rejimde kurumlara ihtiyaç yok... Eğer gerçek anlamda bir parlamenter sistem ya da kuvvetler ayrılığının, denge-denetlemenin olduğu bir başkanlık sistemiyle yönetiliyor olsaydık Sağlık Bakanlığı daha işin başında salgınla mücadele stratejisini belirler, şeffaf bir şekilde yönetir ve ülkenin ihtiyacı olan aşıların alımını bütün medeni ülkeler gibi zamanında yapardı. Ama bizde rejim böyle işlemiyor, zira ne kadar ve ne zaman aşı alınacağına ancak cumhurbaşkanı karar verebilir.

Eğer gerçek anlamda demokratik bir hukuk devleti olsaydık kimin ne kadar özgürlüğe ve de adalete ihtiyacı olduğuna devleti yönetenler değil, hukuk karar verirdi.

Eğer demokratik bir sistemle yönetiliyor olsaydık ülkenin ekonomi politikalarını tek kişinin talimatlarıyla değil, ekonomik gerçekliklere hakim, piyasa şartlarını bilen liyakatli ekonomistlerin ortak aklıyla belirlerdik.

Galiba herkesin bildiği bir gerçeğin altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor; eğer bir ülkede kimin ne kadar demokrasiye, ne kadar özgürlüğe, hangi kalitede ve ne miktarda aşıya ihtiyacı olduğunu tek bir kişi belirler hale gelmişse o ülkenin ne kendi halkı nezdinde, ne de dünya ülkeleri arasında bir saygınlığının ve itibarının olması mümkün değildir.

Unutmayalım ki enflasyon ve işsizlik rakamlarını kağıt üstünde düşük göstererek, vaka sayılarının açıklanmasında şeffaflığa riayet etmeyerek itibar ve güven kazanamayız. Doğru haber yapan gazetecileri, yazarları, düşünce ve sivil toplum insanlarını cezaevine atarak, akademide farklı düşünenleri, konuşanları susturarak ülkenin itibarını arttıramayız. Yargıyı siyasallaştırıp mahkemelerin bağımsızlığına gölge düşürerek Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğuna kimseyi inandıramayız. Toplumun belli kesimlerini ötekileştirip düşman ilan ederek güvenilir bir ülke olamayız. Neredeyse dünya ülkelerinin büyük bir bölümüyle kavga ederek, düşman ilan ederek yalnızlıktan kurtulamayız

Din öğretiminde yeni model ihtiyacı Mustafa Çağrıcı/23.12.2020

Muteber kaynaklarda geçen bir hadiste anlatıldığına göre, Peygamberimizin huzurunda birinden bahsedilmiş, adam hakkında iyi şeyler söylenmişti. Dediler ki: “Ya Resûlallah! Bizimle birlikte bir zat hac yolculuğuna çıkmıştı. Bir konaklama yerine indiğimizde adam tekrar yola koyulana kadar namaz kılıyor, yolculuğumuz sırasında da konaklayıncaya kadar durmadan Allah’ı zikrediyordu.” Hz. Peygamber, “Peki, adamın hayvanını kim besliyor, yemeğini kim yapıyordu?” dedi. “Biz hepimiz Ya Resûlallah!” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdular: “Siz hepiniz ondan daha hayırlısınız.”

***

İslam’ın özündeki bu yüksek insaniyeti ve ahlakı, ilk sufîlerden Horasanlı Fudayl b. İyaz (ö.m. 803) da şöyle belirtmişti: “Eski peygamberlerden biri, ‘Rabbim! Senin beni sevdiğini nasıl anlayabilirim?’ deyince, ‘Fakirlerin senden memnun olup olmadıklarına bakarsan anlarsın’ buyrulmuş.”

***

Hz. Peygamber’e ilk gelen surelerin iki temel konusundan birinin putperestlik, diğerinin yoksulluk sorunu olduğunu dikkate alırsak, bu son anekdotun, Kur’ân-ı Kerîm’in içerdiği ahlâkî özün ve insanî önceliğin veciz bir ifadesi olduğunu anlarız.

Ama yere yurda sığdıramadığımız birçok klasik ulemamız, yukarıdakiler gibi sayısız örnekte yer alan insanî mesajlaraistibra ve istinca” (tuvalette altını temizleme) usulü kadar bile önem vermemişlerdir.

Günümüz Müslüman dünyasında ulema çoğunluğunun, hatta dinî eğitim ve öğretim kurumlarının zihinlere teklin ettiği “İslam” tasavvuru ve bu tasavvurun ürettiği genel görüntü, yukarıdaki örneklerde anlatılan ahlakîlikten çok uzaklardadır. Bu görüntünün İslam dinine dair insanlık vicdanında, hatta yeni Müslüman nesillerde oluşturduğu algı çok tehlikeli yerlere doğru gitmektedir. Özellikle sosyal medyaya ve yazılarımızın altına düşülen nihilist yorumlara baktığımızda da bunu görüyoruz.

İslam hakkındaki mevcut algıda, bilhassa son 30-40 yılda yanlış bilgilerin sel gibi akması ve bu yolla algı operasyonlarının kolaylıkla yapılmasının da etkisi vardır. Bu algının, dinimizin aslî mahiyeti, ruhu ve öğretisiyle uyuşmadığı da muhakkaktır. Ama bu gerçek, gittikçe kötüleşen algıyı değiştirmiyor.

***

Bu haksız durumun düzeltilmesi, ancak Müslüman aydınların, gerektiğinde en ağır özeleştirileri de yaparak, İslam toplumlarını ve –herkesi herkese komşu yapacak kadar küçülen- dünyamızı dinimiz hakkında doğru ve yeterli şekilde bilgilendirmeleriyle başarılacaktır.

Müslüman dünyanın yaşadığı bütün sorunların ana nedeninin, asırlar boyunca hayat, şartlar, dünya ve değer öncelikleri değişirken değişmemekte direnen ulema zihniyeti ve onların Müslüman toplumlarda oluşturdukları din tasavvuru olduğunu hep anlatıyorum.

Önceki bir yazımda, “Diyanet’in taahhütnamesi” başlığı altında Başkanlığın Mart 2018’de düzenlediği İl Müftüleri toplantısının ardından açıkladığı bildirgeden bahsetmiştim. Başkanlığın, orada ortaya konan vizyon istikametinde mensuplarını eğitici-dönüştürücü, sürekliliği olan bir proje hazırlayıp uygulamaya koyması gerektiğini belirtmiştim. Bu ümidimi koruyorum. Bu sürece YÖK ve MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün de katılıp, her üç kurumumuzun çalışmalarını birlikte yürütmeleri, bu suretle dinî düşünce ve uygulamalarda çağın ihtiyaçlarına cevap veren değişim ve dönüşümleri sağlayacak yeni bir din öğretimi modeli belirleyip uygulamaları gerektiğine inanıyorum. Böyle bir vizyon belgesinin zamanla dünya Müslümanları için de model olabileceğini düşünüyorum. Özellikle siyasilerimiz isterlerse ülkemiz bu vizyonu belirleyecek deneyim ve birikime sahiptir.

Benim izlenim ve kanaatime göre, yüzyıllardır yaşanan bunca tecrübelerden sonra anılan üç sorumlu kurumumuz, böyle bir projenin oluşturulmasını hem isteyecekler hem de bunun için uygun, yeterli, özgür ve bilimsel yapıyı oluşturacaklardır. Ben, mevcut durumda bu konudaki en ciddi engelin “merdiven altı din eğitimi ve öğretimi” veren bazı “dinî” yapılar ile onların kolayca etkileyebildikleri siyasetten geleceği kanaatindeyim.

21 Aralık 2020 Pazartesi

Münafıklığı üreten dindir. Hamdi Tayfur/15.12.2020

Zannediliyor ki, bazı insanlar iki yüzlü bir karaktere sahip oldukları için münafık olurlar veya münafıklaşırlar, münafıklığın tek karakteri de bu olabilir!

Hiç de öyle değildir!

Gayet düzgün karakterli, dürüst, açık sözlü, içi dışı bir insanlar da bazı durumlarda münafıklaşabilir.

İkiyüzlülük ve içi dışı bir olmamak tabii ki büyük bir ahlaki zafiyettir. Ama sözkonusu din olunca, onun ürettiği atmosfer ahlaklı ve düzgün insanları bile münafıklara dönüştürebilir, dönüstürüyor da...

Münafıklık, gücü ele geçiren çoğulcu bakışlara izin vermeyen mutlakçı ve dogmatik bakışın bu bakışı  dayatması ve karşıt olanları şiddet ve dışlamayla tehdit etmesi yüzünden, benimsemediği ve farklı düşündüğü halde, pragmatik amaclarla veya korku nedeniyle sanki inanıyormuş ve hakim düşünceyi benimsiyormuş gibi yapmaktır.

Bazı insanlar menfaaatlerini önceleyerek inanmadıkları halde inanıyor gibi yapabilir. Muhtemelen Medine ortamındaki münafıkların bir kısmı böyleydi. Mekke'de münafıklık yoktu. Çünkü fayda Müslüman olmakta değil onun karşısında yer almaktaydı. Medine'de ibre Müslümanlardan yana dönünce, şehrin yeni şartlarında oluşan siyasi ve ekonomik faydalardan yararlanmak isteyenler, aslında yeni dini benimsemedikleri halde, sanki benimsiyor gibi davranmış ve münafıklığı tercih etmistir. İşin aslı, onlar için esas olan menfaatleri olduğu için hangi dinden olduklarının da bir önemi yoktur. Örneklerini bugün AK Parti iktidarının icinde çok fazla görüyoruz.

Baştan bu yazının başlığını "Münafıklığa Övgü" koymayı düşünmüstüm. Tabii ki buradaki övgü, inaçlarını, düşüncelerini ve tarafını menfaatin belirlediği münafık tiplere övgü anlamında değildir. Bu tip münafıklık, ahlaki bir düşüklük ve hatta kabul edilemez bir rezalettir.

Ama dinsel baskı ortamlarının yarattığı başka bir münafık tipi daha vardır ki, bazı durumlarda bu tipe bürünmek, gayet anlaşılır hatta kacınılmaz bir tutum gibi görünüyor. Dini iktidar veya baskı ortamında, engizisyon, linç, sürgün, katl, dışlanma/afaroz korkusu yüzünden düşünceleri farklı olduğu halde sessiz kalmak ve inanıyor gibi yaparak münafıklığı hayat tarzına çevirmek kaçınılmaz tavırlardan birine dönüsüveriyor.

Din iki yüzlüleştirir.

Dini iktidar münafıklaştırır.

Münafıklığın kaynağı dini baskı ortamlarıdır.

Diğer yandan münafıklığın da dogmatik inancların da panzehiri özgür ortamlardır.

Oysa dinler özgür ortamları sevmez.

Çünkü özgür ortamlar, sorgulamak ve farklı düşünceleri benimsemek anlamına gelir. Bu ise dinin ve inancların acıkça tartısılır hale gelmesine yol açar. Bu tür ortamlarda dogmatik inanclar zayıflar. Çünkü baskılardan kurtulmak için münafıklık yapmaya ihtiyaç duymayanlar inançlara karşı görüşlerini açıkça ifade edebilirler ve tartışabilirler. Bunların karşısında kırılgan, zayıf ve temelsiz kalan din tutunamaz. Din ancak iktidar ve gücü arkasına alarak ve muhaliflerini baskıyla susturarak, sorgulayanları cehennemle korkutarak varlığını sürdürebilir. Şissst böyle düşünme günah! İnananların zihninde daima bu ifade yankılanır.

Günümüzde ilahiyat camiasındaki birçok şahıs münafıklığı tercih etmektedir. Çünkü gerçek düsüncelerini açıklamanın bedeli çok ağırdır. Bazı ilahiyatçılar düsüncelerini onaylatmak için dini kaynaklardan ve tarihten referanslar bularak veya icerden konuşuyormuş gibi yaparak gerçek düsüncelerini gizlemekte veya sapkın görülen veya ortodoksi ile çelişen bakışlarına dayanaklar bulmaya çalışmaktadırlar.

Tarihte islam filozofları ve mutasavvuflar bu münafıkça yöntemi uyguladılar. Kur'an kavramlarına kendi indi görüşlerini giydirdiler. Yunan felsefesini veya mistik düşünceyi Kurani kavramları kalkan ederek dile getirmeye çalıstılar. Açıkça ifade etmek varken bu yollara tevessül etmelerinin yani münafıklık yapmalarının nedeni, dini baskılar ve özgür tartışma ortamının yokluğuydu.

Münafıklığın dayanılmaz hafifliğine ve güven veren ılıklığına teslim olan ilahiyatçılar kadar Zaytungluk bir haber olarak servis edilen ateist imam meselesi sadece şakaya konu bir haber değil, bir gerçektir. Evet bizzat tanıdığım çok sayıda ateist ya da deist imam var. Mesleklerini profesyonelce yürütüyorlar. Abdestlerini alıp namazlarını kıldırıyorlar. Aceleye gelirse abdestsiz kıldıranlar da varmış. 🙂 Ateist din dersi öğretmenlerini saymıyorum bile. Hatta bunların bazısı başörtülü. Sırf baskılar nedeniyle tesettüre bürünüyorlar. Daha extereme örnekler vereyim: Escinsel bir imama ne dersiniz! Ya da lezbiyen bir gassala! Bu kadarı da fazla bunu kimse kaldıramaz diyeceksiniz. Doğru kaldıramaz. Bu nedenle onlar da münafıklık yapıp cinsel tercihlerini herkesten gizliyorlar.

Sağolasın münafıklık, iyi ki varsın! 🙂

Ben ise nerede bir kuyu görsem içine taş atmazsam duramıyorum.

Köyün delisi olmayı, söyler gibi yapıp siz anlayın ya da anlayan anlıyor demeye; lafı evire çevire uzatıp üç cümleyle anlatılacak bir şeyi üç saat anlatamayarak dinleyenleri baymaya; onlar mitleri, masalları, saçma metafizik mülahazaları hakikat diye yutturmaya çalışırken baskılardan yılıp artık benim buralarda isim yok, köşeme çekiliyorum demeye tercih ederim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİN VE AHLAK/Hamdi Tayfur

Dinin insanı ahlaklı kılacağına ve din olmazsa insanların ahlasızlaşacağına dair bir söylem var.

Bana göre bu tam olarak bir efsaneden ibaret.

Ahlakın ne olduğu ve ona neyin kaynaklık ettiği tartışılabilir ama herkesin ortalama olarak anladığı şeyi bile baz alsak insanların ahlaka uygun davranışında etkili olan çok sayıda faktör vardır. Din ancak bunlardan birisidir.

Bu yüzden, insanlar dinden uzaklaşırsa ahlaksızlaşır iddiası gerçeği yansıtmaz. Bu doğru olsaydı, dünyadaki en ahlaksız kişilerin dinle hiç ilgisi olmayan insanların arasından çıkması gerekirdi ki öyle olmadığı çok açıktır.

Hatta benim düşünceme göre dinle beslenen bir ahlak gerçekten ahlak sayılır mı, tartışılmalıdır.

Çünkü bir dindarın ahlakı korku ve ümitten beslenir. Cehennemde yanacağından korktuğu için veya cennette kazanacağı büyük mükafatların -mesela hurilerin- hayaliyle ahlaklı davranan bir dindar, gerçekten üstün bir erdeme sahip olduğu için, kamil bir insan vasfıyla, doğruyla yanlışı tartıp iradesini iyiden yana kullandığından veya aklının ve vicdanının tesiriyle değil çocuksu bir ceza korkusu veya ödül beklentisi ile ahlaklı (!) davranmayı tercih etmektedir.

Dindarın ahlakına dinin tesiri vahşi bir hayvanın etrafına saldırıp dehşet saçmasını engelleyen bir kafesin tesiri gibidir. Din, korkutarak veya ödül vaadi ile dindarın vahşetini, kötülük yapmasını engelleyen bir kafes gibidir. Açıktır ki, böylesi bir ahlak kişiyi gerçek erdemle  tanıştırmamakta, onu olgunlaştırmamakta, doğru isler yapıp, yanlış işlerden kaçınmasında iradesini, aklını ve vicdanını harekete geçirmemektedir.

Dindar insanların din ortadan kalkınca, tepeden yuvarlanan teker gibi günah islerin, kötülüğün, kısacası ahlaksızlığın içine düşeceğinden korkması veya herkesin buna dönüşeceğini farzetmesi bu yüzdendir.

Ortada dogruyu ve yanlısı bilme ve tercih etme çabası icinde bir birey yoktur çünkü. Doğru, yanlış, iyi, kötü, haram, helal belirlenmistir, hazırdır zaten. Ona sadece bunlara uyarak cennetteki mükafatlara erişmek kalmaktadır. Ama din ortadan kalkarsa veya cennet vaadinden ümidini keser ve cehennem korkusundan kurtulursa; dogruyu yanlısı tartacak bir akla, erdeme, olgunluğa, özgürlüğe, güçlü bir bireyselliğe, dürüstlüğe, karar verme yetisine ve derin bir vicdana sahip olmadıgından veya bu ahlaki nitelikleri gelismediginden, günaha ve kötülüğe bulaşmaktan, vahşileşip etrafa saldırmaktan, gördüğü ilk güzel kadına tecavüz etmekten, ilk karşılaştığı insana kazık atmaktan başka bir yol olamıyacağını düşünmektedir.

Bu yüzden çok değer verdiğim bir arkadaşımın ifadesiyle, dindarın ahlakı aslında hastalıklı bir ahlaktır. Cünkü dindar olmak demek 24 saatin dine göre, dışarıdan programlanması demektir. Bu ise kişinin nasıl yaşayacağına, nasıl düsüneceğine, nasıl inanacağına dair düşünmeye ve iradesi ile karar vermeye hiç bir özgür alanın bırakılmaması anlamına gelmektedir.

Dindarlık insanı kendi doğasına, aklına, iradesine, benligine yabancılaştırmaktadır. En iyi dindar aslında kendisine en cok yabancılaşan ve bu yabancılaşmanın sonunda benliginden olabildiğince uzaklastığı icin kendi kendisini kandıran ve en cok yalanı kendine söyleyen insandır. İnananabilmek için sürekli kendine yalanlar bulur ve bunlara şiddetle inanır dindar insanlar.

Kendine bile dürüst olamayan dindarın gerçekten ahlaklı olduğu söylenebilir mi?

Bunu söylemekle dindar olmayan insanların tümünün kendilerine karşı dürüst olduğunu  veya dindar insanlar içinde  dürüstlüğü tercih edenlerin hiç cıkmadığını söylemek istemiyorum.

Ama maalesef dindarlık insanın kendisine yabancılaşmasını ve kendine karşı dürüst olmaktan uzaklaşmasını pekiştirmekte ve hatta derinleştirmektedir. Dürüstlüğü tercih eden dindarlar ise bir süre sonra dindarlıktan vazgeçmektedir.

“Din ve Ahlak” başlığı ile bir yazı yazmış ve orada konuyu tam bitirememiştim. Şimdi devam ediyorum.

O yazıda, din olmazsa insanların ahlaksızlaşacağına dair iddianın tümüyle safsata olduğunu; dinle beslenen bir ahlakın, insani vicdandan kaynaklanan bir ahlak olmadığını; Tanrı korkusu ve cennet ümidiyle motive edilen bir ahlak biçiminin, içten gelen bireysel ve özgür iradeyle oluşmuş bir erdem olarak nitelenmesinin yanlışlığını ve bunun ancak hastalıklı bir ahlak çeşidi olabileceğini ifade etmiştim.

Vicdandan ama bizatihi humaniter/insani vicdandan kaynaklanmayan ahlak, vasat düzeydeki dini ve toplumsal kabullere dayalı normlara söz düzeyinde boyun eğmektir. Bu tarz bir eylem, doğru bir eylem dahi olsa vicdani duygudan ve özgür iradeden kaynaklanmadığı, aksine ceza ve mükafat gibi iki ayartıcı ve zorlayıcı nedene veya toplumun baskısına dayandığı için ahlaki bir eylem sayılamaz. Olsa olsa riya olarak nitelenebilir. Bu tür bir eylemin içsel bir kaynağı olsa da bu, insani vicdan değildir, ancak otoriter vicdandır. Yani saf insani duygu ve iradeden değil, bir otoritenin baskısı veya mükafat vaadi ile, dayatılmış bir öğretiye uyma ölçüsüne göre açığa çıkmaktadır.

Bunun en tipik örneği, otoriter vicdan sahibinin, kendi yandaşlarının veya dindaşlarının başına kötü bir şey geldiğinde kişinin buna son derece üzülmesi ama aynı kötülük karşı taraftan birinin başına gelince bırakın üzülmeyi sevinmesidir. Kendinden olana iyilik ve yardım niyaz edilirken, karşı tarafa bela okunur. Toplu dualarda bu büyük bir sevkle yapılır. “Onları helâk eyle, bugün ve yarın kısa zamanda belâlara uğrat,” vs. gibi çok sayıda bela duası hiçbir vicdani rahatsızlık duyulmadan okunur.

Ahlakı dini bir öğretiye indirgeme çabası, vicdanın yükünden kurtulma ve bireysel sorumluluktan kaçma çabasıdır. İçinde riya barındırır. İnsani vicdanına başvursa başka türlü davranacakken, ceza ve mükafat duygularıyla yapılan eylemlerde vicdanın bu sesi bastırılır, eleştirel bakış açısı ve her durum için iyi ve kötünün veya doğru ve yanlışın ne olduğunu belirleme çabası ortadan kalkar.

Davranış normları, Tanrı, kitap, üstatların veya hoca efendilerin öğretileri üzerinden belirlenmeye başlandığında, yani inanç veya iman her şeyin merkezine oturduğunda kişi vicdanının kafiri olur. Başka türlüsü mümkün değildir. Normal şartlar altında karıncayı dahi incitemeyecek insanlar, bir anda acımasız katillere dönüşürler. Büyük bir heyecanla öldürmeye ve ölmeye koşarlar. Hayatlarında hiç yüz yüze gelmedikleri insanları şeytanın çocukları ve kafirler ilan ederler, cehenneme göndermekte, onlara lanet okumakta hiçbir bahis görmezler.

Normal şartlar altında yolda buldukları beş kuruş paraya dahi dokunamayan insanlar, ehli küfrün veya kendi cemaatlerinden olmayanların malını mülkünü, canını, karısını, kızını kendilerine helal görürler. Mallarını gasp etmekten, topraklarına el koymaktan, onları köleleştirmekten en ufak bir haya duymazlar. Onlarca yüzlerce kişinin kafasını kesmekten en ufak bir üzüntü duymazlar. Kendine hak gördüğü birçok şeyi eşine veya diğer kadınlara hak görmezler. Küfür devleti olarak gördükleri devletin hazinesini talan etmekten hiç korkmaz, hatta bunun dava için yaptıkları büyük bir cihat olduğunu düşünürler.

İlginçtir yavrusunun kılına bile dokunulmasına razı olmayan bir baba, sırf Tanrı emrediyor diye onu kurban etmeye kalkışır. Sırf kutsal kitapta geçiyor diye, günahsız bir çocuğun ilerde kötü biri olması ihtimaline karşı öldürülmesini son derece hikmetlerle dolu bir kıssa gibi okur ve savunur. Halbuki bu kıssalar vicdana vurulduğunda tam anlamıyla birer fecaattir.  Binlerce yıl öncesinin hikmet diye yutturulan hezeyanları dindar kişinin ahlakının normu oluverir. 

Kısacası vicdandan kopuk, bir otoriteden alınan ve ceza/mükafat motivasyonu ile oluşmuş normlara uymak kişiyi ahlaklı yapmaz, tersine ahlaksızlaştırır.

İşin gerçeği dindarların ahlaka da ihtiyacı yoktur çünkü onların neyi yapıp neyi yapmayacaklarını söyleyen dinleri vardır. Neyi yapıp neyi yapmayacağınıza kendi vicdanınızla karar veremiyor ve ahlaki buyrukların kaynağını bir otoriteye bağlıyorsanız, bu durum nasıl olur da ahlaki bir durum olur ki!

Dindarlar için söylediğimi, törelere boyun eğenler, vatanperverler, ideoloji mensupları, milliyetçiler için de genişletebilirsiniz.

Ayrıca dindarların arasında gerçekten vicdan sahibi olanların çıkması, dinden kaynaklanan bir durum değil, onların dine rağmen vicdanlarının sesini dinlemelerindendir. İşte bu vicdanın sesi, dinin pek çok buyruğunu sorgulamaya yol açmakta, en hafifinden bunları tevil ederek değiştirme eğilimlerini çoğaltmaktadır. İmanından da vicdanından vazgeçemeyenler, dindeki vicdanına uymayan hükümleri eğip bükerek vicdanına uydurmaya çalışmaktadır.

Gerçek dindarlar ise, tüm ahlaksızlıklarını kuşanarak bu türden çıkışların azına çoğuna, niteliğine bakmadan gazaplarını üzerlerine kusmaktadır. Dindarlık böylece sadece ahlaksızlık üretmektedir.