25 ve 26’ncı dönem milletvekili Adnan Boynukara “Demokratik süreçlerin işlediği bir ülkede asıl olan iyi yöneticilerin varlığı değil devletin demokratik karakteri, tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğunun kabul edilmesi” diyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “esasen
Türkiye’de sorunların kaynağının 1960’tan beri hep darbeciler tarafından
yapılan anayasalar olduğu açıktır” ifadesiyle gündeme gelen yeni
anayasa tartışmalarında, içerikten önce, anayasanın en temel özelliği olan
devletin ana karakteri konusunu konuşmak gerekir.
Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün konuya
ilişkin açıklamada vurguladığı, “1921 Anayasası’nın ruhuyla”
ifadesi de bu konuya işaret etmektedir. Çünkü bu konu, anayasanın yazımını,
sonrasında yapılacak yasal düzenlemeleri ve uygulama süreçlerini etkileyen,
hatta biçimlendiren bir meseledir.
DÖNEMSEL ÖTEKİLEŞTİRME
Cumhuriyet deneyimi, farklı gibi görünen
siyasal anlayışların, ideolojilerin iktidar olduğu bir süreçtir. Yaşanan tüm
deneyimlere rağmen, geri dönüp baktığımızda, kalkınma konusunda olumlu
gelişmelerin ortaya çıkmasına karşılık, devletin ana karakterinin neden olduğu
sorunların devam ettiği görülür.
Bu anlamda; egemen olan ana tutumu; iktidarda
olan siyasal anlayışın kendi ‘karşıtları’ olarak konumlandırdığı
toplumsal kesimleri ötekileştirdiği bir yönetim perspektifi olarak
somutlaştırabiliriz.
ADLARI FARKLI, UYGULAMALARI AYNI
1921 Anayasası, olabildiğince
kuşatıcı ve tüm toplumsal kesimlerin kendilerini eşit vatandaş hissedeceği bir
anayasa olarak kabul edilir. Bu; Osmanlının yıkılış sürecinde ortaya çıkan
ayrıştırıcı yapılara karşı, cumhuriyetin ortaya koyduğu birleştirici olma
iddiasının yazılı metne dönüşmüş haliydi. Ama bu süreç çok uzun sürmedi.
Çünkü Osmanlının modernleşme süreciyle
ortaya çıkan muhafazakâr eksen ve Batıcı/‘modernleşmeci’ eksen, Cumhuriyetin
ilk yıllarından itibaren sistem üzerinde belirleyici olmaya başladı. Siyasi
yapılar farklı isimlere sahip olsalar da, tüm süreçler bu iki ana eksen
tarafından biçimlendirildi. Bu iki ana eksenin temel özeliklerinden birisi de
toplumsal yapı itibariyle çevreye itilmiş olan kesimleri politik söylemin ana
unsuru olarak kullanmaları ve bu şekilde iktidara gelmeleridir.
İktidar sürecinde ise bu kesimler
unutulurken yalnızca belli bir kısmı dönüştürülerek, uyum sağlamak koşuluyla
merkeze taşınır. Ana kitle ise bir başka süreçte kullanılmak üzere terk edilir.
Bu sürece toplumun da dahlini unutmamak gerekir.
Toplumun tüm kesimleri, hep birlikte “bizler,
bize yapılanı başkalarına yapmanız için mi iktidar olmanıza destek olduk” sorusunun
peşine takılırsa bu döngü bozulabilir. Ancak içine sokulduğumuz öfke sarmalı
sağlıklı düşünmemizi sınırlıyor ve döngünün değirmenine su taşımaya devam ediyoruz.
Bu nedenle de bahsettiğimiz siyasal eksenler aslında birbirini besliyor ve
yeniden üretiyor.
ASIL OLAN KARAKTER Mİ YÖNETİM Mİ?
Çoğu zaman devletin üzerine oturduğu
gelenek esas alınarak, biraz da övünme edasıyla, “binlerce yıllık devlet
geleneği” türü vadesini içeren cümleler kurulur. Bu noktada, “asıl olan
devletin karakteri mi, yoksa kimin yönettiği mi” sorusunu ciddiye alıp
tartışmakta yarar var. Bu soruya, “kimin yönettiği daha önemli” cevabını
vermek çok zor. Çünkü somut örnekler az.
Oysa demokratik süreçlerin işlediği
ve yönetimin seçimlerle belirlendiği bir ülkede, asıl olan iyi yöneticilerin
varlığı değil, devletin demokratik karakteri, tüm vatandaşların eşit haklara
sahip olduğunun kabul edilmesi, yasaların demokratik geleneğe göre hazırlanmış
olması ve bunların düzenli olarak uygulanmasıdır. Yeni anayasa tartışmalarının
gündeme geldiği bu süreçte, toplumun tüm kesimlerinin üzerinde durması ve
tartışması gerektiğini vurguladığımız soruya verilecek cevap, hepimizin hayatını
etkileyen bir meseledir.
Burada asıl olan, devlet denilen aygıtın
kanun, teamül ve kurumlara dayanması ve yasaların kim olursa olsun, herkes için
uygulanıyor olmasıdır. Bu konuda ortaya çıkabilecek herhangi bir ayrımcılık,
devletin temel karakterini ortadan kaldırır.
GÜÇLÜ DEMOKRATİK KARAKTER İÇİN
Yeni anayasa tartışmalarında
devletin demokratik karakterinin dönemlere/yönetenlere göre değişmemesi,
vatandaşların yaşam koşullarının yönetenlere göre farklılık göstermemesi ve
dönüşümlü ötekileştirme anlayışına dayalı siyaset tarzının gündemden çıkması
için yapılması gerekenlere odaklanmakta fayda var. Genel
hatlarıyla, devletin demokratik dönüşümü olarak ifade ettiğimiz bu tartışmayı
başlatmak açısından, aşağıdaki konuları gündeme getirmek mümkün.
1- Anayasa,
toplumsal mutabakat metnidir. Bu nedenle; yazım sürecinde iki temel konuya
dikkat etmek gerekir. Bunlar; toplumsal kesimlerin katılımı için gerekli olan
siyasal iklimi oluşturmak ve toplumsal mutabakat metni ruhuna uygun olarak,
insanların görüşlerini ifade etmelerine olanak tanımak. Görüşlerin ifade
edilmesi ve konuşulması, peşinen kabul edileceği anlamına gelmez. Ama bu
imkânın olması önemlidir.
Sonuçta, halkın çoğunluğu veya
temsilcilerinin çoğunluğu buna karar verecektir. Dolayısıyla; insanların düşüncelerini
ifade etmesini şu veya bu gerekçe ile sınırlamak, “hepimiz eşit haklara
sahip vatandaşlar değiliz, bizim ayrıcalığımız var” demektir. Kimi konuları
‘konuşulamaz’ parantezine almak yeni anayasa hazırlamak anlamına
gelmediği gibi halkın görüş açıklamasına ipotek koymaktır ve kabul edilemez.
2- Öncelikle devlet
tanımını konuşmak gerekir. Devleti, temel özellikleri üzerinden değil,
sorumlulukları üzerinden tanımlamak. Özelliklerini ifade etmek ayrı bir konu.
Ancak sorumluluklara vurgu yapmak, altını çizmek ve sorumlulukları üzerinden
tanımlamak çok daha önemli.
Kanunu uygulayan, vatandaşları arasında
ayrımcılık yapmayan, inisiyatife değil kanuna vurgu yapan, vatandaşların
inançlarını yaşamasına ilişkin koşulları sağlayan bir devlet… Özellikle birey
için de devletin kendisi için de inisiyatifin değil, hukukun uygulandığı bir
yapı.
3- Devleti, ülkeye
vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin ‘mülkü’ kılmak. Öyle bir yönetim
perspektifi geliştirilmeli ve uygulanmalı ki, hiç kimse keyfi olarak veya güce
dayanarak hiç kimseyi ötekileştiremesin ve vatandaş da kendini öteki
hissetmesin.
Çünkü kanunların herkes için eşit olarak
uygulamak ve gücün keyfi uygulanmasının önüne geçmek, devletin temel
sorumluluğudur. Bu yapılmadığı zaman, devlet eliyle devletin ana karakterinde
aşınmaya izin verilir, göz yumulur.
4- Devletin
işlemlerinin şeffaf olması, denetim mekanizmalarının işlemesi ve hesap
verebilirliğin tüm faaliyetlere yansıtılması. Bizim kuşak, 70’li yılların
sonunda yükselen terör olayları ve 90’lı yıllarda güvenlik kaygısı üzerinden
yapılanların ülkeyi nereye savurduğunu çok iyi biliyor.
Bu iki dönemin temel özelliği de
şeffaflığın ve hesap verebilirliğin yok sayılmasıydı. Benzer yanlışlara
düşmemek için şeffaflık, denetim ve hesap verebilirlik önemlidir. Ayrıca
şeffaflık, denetim, hesap verebilir olmak hem vatandaşın haklarını korumak hem
devletin itibarını pekiştirmek hem de devlete olan güveni tahkim etmek için
önemlidir.
5- Tüm sorunların
çözümü için müzakere ve istişare yaklaşımını egemen kılmak. En genel tanımıyla
sol veya sağ olarak tanımlanabilecek siyasal mecraların hepsinde, iktidar
süreçlerinde ortaya çıkan ötekileştirici tutumları/yönetim yaklaşımlarını
ortadan kaldırmak, istişareye, danışmaya, konuşmaya dayalı yönetim anlayışını
hayata geçirmektir.
Bu konuda tekrarlanan yanlışlardan birisi
de danışmanın, tartışmanın liderliğin görüşünü teyit etmek olarak kabul
edilmesidir. Bu ise tüm ideolojilerin ve inançların kabul etmediği bir
yaklaşımdır.
6- Hamasete ve ırka
dayalı negatif milliyetçilik kavramı yerine vatanseverlik kavramını ön plana
çıkarmak. Çünkü farklı etnisiteler üzerinden üretilen negatif milliyetçiliğin
bizleri ne hale getirdiğini, farklı dönemlerde yaşayarak görmüş bir coğrafyanın
çocuklarıyız. Bunun yerine ortak bir gelecek tahayyülü, ülküsü oluşturmak ve
vatanseverliği ön plana çıkarmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
7- Devlet
mekanizmasında ‘aşınmaya’ neden olan sivil/askeri müdahalelere, devlet
hiyerarşisi dışında ortaya çıkan örgütlenmelere izin verilmemesi. Bu konuda;
devlet var olan kanunları uygulayarak bunlara izin vermemeli, toplum ise
bunları mahşeri vicdanında mahkûm ederek yaşam alanı tanımamalıdır.
Devlete egemen olan kesimler darbelerin
oluşması için zemin oluşturdu, iktidarlar (zamanında) darbecileri yargılamaktan
çekindi ve toplum da oluşan atmosferin sonucu olarak bu süreçlerin tarafı
yapıldı. Özellikle; 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde sergilenen
tutumları hatırlamak, konuyu netleştirmek için yeterli olacaktır.
Kısacası zaman; 100’üncü yılını kutlamaya
hazırlandığımız cumhuriyet için ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin
birlikte düşünme zamanıdır.
ADNAN BOYNUKARA KİMDİR?
Mühendis olarak farklı kurumlarda görev
yaptı. 2009 yılından itibaren Adalet Bakanlığı’nda Yüksek Müşavir olarak
çalışmaya başladı. 25 ve 26. dönemlerde Adıyaman milletvekili olarak TBMM’de
bulundu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.