Türkiye, adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen ama ne olduğu şu ana kadar henüz keşfedilememiş garip rejimle yönetilmeye başladığı günden bu yana başka bir yönetimsel evrende yaşıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, mevcut rejimin demokratik dünyada uygulanan ‘hukukun üstünlüğü’ne ve ‘kuvvetler ayrılığı’ prensiplerine dayalı parlamenter sistemle de, başkanlık sistemiyle de uzaktan yakından bir alakası yok. Ayrıca kuralları baştan belirlenmiş bir krallık ya da diktatörlük olduğunu söylemek de mümkün değil. Daha çok Türki cumhuriyetlerin farklı bir versiyonu denebilir belki...
Doğal olarak yönetilemeyen böyle bir
rejimde iktidar ekonomik sorunlara çözüm üretemedikçe toplumun neredeyse bütün
kesimlerinden yükselen feryatlar karşısında bir çıkış yolu arıyor. Ekonomide
rasyonel çözüm fırsatlarını çoktan kaçırdığı için, bakkalda-markette adeta füze
hızıyla yükselen fiyatların faturasını bir gün esnafa kesiyor, bunun çare
olmadığını görünce de yerel seçimleri kaybetmesine yol açan patates-soğan
çadırlarından medet umar hale geliyor.
Zaman zaman bütün bu çaresizliklerin
temelinde Türkiye’nin demokrasi ligiyle arasındaki mesafenin açılmasına yol
açan hukuk devleti görüntüsünün kaybolması, özgürlüklerin alanının giderek
daralması ve şeffaflık ilkesinden uzaklaşması bulunduğunun farkına varır gibi
oluyor ama bu konuda radikal bir adım atamıyor.
İki aydır bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip
Erdoğan tarafından dillendirilen bir “reform masalı” ile meşgul
haldeyiz, ama henüz ortada atılmış ciddi bir adım yok. En son yeni yargı
paketinin detaylarını açıklayan AK Parti Grup Başkanvekili Cahit Özkan ‘yargı
bağımsızlığı’ ve ‘adil yargılama’ hakkından söz etti ve iddialı
vaatlerde bulundu: “Bu paket yarın hayata geçtiği zaman; Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi, anayasamızda yer alan temel haklar bağlamında
vatandaşlarımızda büyük memnuniyet
uyandıracak. Başta insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını hedef alıyor.
Hukuki öngörülebilirlik ve şeffaflık, makul yargılanma usulü getiriliyor.”
Ancak biliyoruz ki aynı AK Parti daha geçtiğimiz
günlerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilkeleri doğrultusunda karar alan
AİMH’nin, Selahattin Demirtaş’la ilgili “derhal serbest bırakın”
çağrısını tanımadığını bütün dünyaya ilan etti. Aynı şekilde Avrupa
Parlamentosu’nun Osman Kavala ve Demirtaş’la ilgili çağrısını da duymamazlıktan
geldi.
Ve “hukuk reformu” vaatlerini boşa
çıkaran en son adım ise İrfan Fidan’ın anayasal teamülleri hiçe sayarak jet
hızıyla AYM üyeliğine atanmasıdır. Kısacası iktidar Boğaziçi Üniversitesi’nden
sonra Anayasa Mahkemesi’ni de fethetmiş bulunuyor.
Açıkçası böyle bir tabloda nasıl bir
reform yapılacağını anlamak biraz zorlaşıyor. Zira manzara şu; alt
mahkemeler iktidar erkine güvenerek Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını
tanımayarak anayasa suçu işlemekte bir beis görmüyor ve Yargıtay siyasi etkiye
açık kararlar alabiliyor. İktidar ve ortakları millet iradesine rağmen, göstere
göstere HDP’yi kapatma hazırlıkları yapıyor, hukuk sokakta gazeteci ve
siyasetçilere saldıranlara işlemiyor.
Çünkü sürdürülebilir demokrasinin en temel
özelliği olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi yeni rejim için hiçbir anlam
ifade etmiyor. Bilelim ki ne kadar reform yapılırsa yapılsın, AYM’nin,
Yargıtay’ın, Danıştay’ın, alt mahkemelerin, parlamentonun, yürütmenin tek
merkezin işaretine bakarak karar verdiği bir ülkede “hukuk devleti”nin
işlemesi mümkün değildir.
Doğal olarak hukuki güvenilirliği,
şeffaflığı olmayan bir ülkenin demokratik dünyada kredibilitesi de olmaz. Ve
böyle bir ülkeye yabancı yatırımın gelmesi de asla mümkün değildir.
Evet Anayasa Mahkemesi’ni fethedebiliriz,
partileri kapatabiliriz, AİHM’ye kafa tutabiliriz, hatta adına reform dediğimiz
yasalar da çıkarabiliriz ama bu zihniyetle Türk insanı dahil, dünyada kimseyi
bu masala inandıramayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.