23 Şubat 2021 Salı

Örtünmenin Türkiye’deki Tarihi/Ahmet BAYRAKTAR

I

Örtü, elbise, giyinme tarihin başlangıcından itibaren şerefin, namusun, statünün simgesi olmuştur. Adem kıssasında “cennet yapraklarıyla örtünmeye çalıştı” ifadesi aynı zamanda Maslow‘un keşfettiği ihtiyaç piramidine de bir atıftır. Giyinme, bizim en temel ihtiyacımız, süsümüz, göstergemiz.

Toplumlar, zihinlerini ve hayallerini elbiselerinin, çadırlarının boyalarına nakış olarak kodlamış. Onları giyinerek muhataplarına mesaj yollamışlar. Alyansın “ben evliyim bana göz kestirme” manasına gelmesi kadim kodların bugündeki yansıması.

Kur’an, Mekke’ye gelip insanlara peygamberin dilinden hitap ettiğinde onların alışık olduğu bir tarz, gündem vardı. Örtünme Kur’an’la gündem olmadı. Başa örtü almak, başı açık gezmek tıpkı bizim alyans gibi bir mesaj içeriyordu. Cariyeler ve fahişeler başlarını örtemezdi. Örtü yalnız toplumca kabul edilmiş meşru nikahlı asil kadınların giysisiydi. Mekkeli bir erkek yolda yürürken kime alıcı gözle bakamayacağını buradan anlayabiliyordu.

Fahişeler ve cariyeler aynı kastın elemanlarıydı. Aralarındaki fark, cariyeler özel fahişelerdi. Sahibinden başkasının yatağına gitmeme hakkı vardı. Cariyenin sahibi isterse onu yapmak da zorundaydı. Köleler insan değil maldı. İnsanların köleleşmesine neden olan en büyük sektör de hac ve kabile savaşlarıydı.

Mekke’nin tek bankası Amr b. Hişam (Ebu Cehil) insanlara verdiği yüzde yüz faizli ve vade geçtikçe artan borçları ödeyemeyenlerin kızına, karısına, kendisine el koyuyor, borca mahsuben Ebu Cehil’in malı oluyordu. (Borçlular kızlarına haciz gelmesin diye küçük yaşta gömüyorlardı. O…u olacağına ölsün daha iyi diyorlardı)

Böyle bir toplumda örtünün emrinin ne anlama geldiği gayet açık. “Bütün kadınlar asildir, başlarını örtme hakkı vardır. Köle dahi olsa onlar fahişe gibi davranılmama hakları vardır. Herkes Allah’ın kulu. Öyleyse hepiniz aynı derecede eşitsiniz ve herkesin örtünme hakkı vardır. Kimsenin örtünmesine engel olamazsınız.”

Örtünme emri hitap ettiği toplumda bir özgürlük ve asalet devrimi idi. İnsanlar örtünmek istiyordu, taciz edilmek istemiyordu. Köleysem bile bir kişinin kölesi olayım, sokakta her gelen bana asılsın istemiyorum demek istiyordu. Örtünün emri o insanları ferahlattı, rahatlattı. Sonrasında işler değişti elbette.

Fakihler, bu emri tarihinden ve bağlamından ayırıp mutlak bir kural olarak yorumladılar. Kadının özgürlüğünün, özgünlüğünün, asaletinin, şahsiyetinin simgesi olan örtü, fetihlerin devraldığı kör bilinçlerin dine müdahalesiyle “kadının gizlenmesi gereken bir hazine” olması ve “erkeğe hizmetle yükümlü varlık” algısının tefsirlerle yerleşen İsrailiyyat algılarının Kur’an yorumu diye İslam’a boca edilmesiyle o özgürlük emri kadın üzerinde toplumun baskı ve yönetim unsuru olmaya başladı ve bugünlere geldi.

Bugün her şeye farklı bakabiliyoruz. Kur’an ayetlerini tefsirlerden değil antropolojinin, arkeolojinin, tarihin ilk eserlerinin söylemlerinden yorumlayabiliyoruz. İsrailiyyata ve onun haberlerini ilim diye bize kusan hoca(!)lara mecbur değiliz.

Bugünlerde bu tipleri akil adam sıfatıyla topluma ittirmeye çalışanları toplum yemiyor. Çünkü bilgiye ulaşım kolay ve herkes istediğini istediği gibi kısmen de olsa ifade edebiliyor. (Bazen sonuçları ağır olabiliyor kabul)

II

Örtünmenin Türkiye’deki Tarihi

Türkiye’de kadınların giysileri Osmanlı zamanında sorun değildi. Hatunlar evlerinin padişahı, erkekler de dışişleri temsilcisiydi. Evde başları açıktı zaten, dışarı çıkarken de örtülerini alıp gidiyorlardı. Ne padişahın ne de berikinin umuruydu. Yahudi ve Hristiyanlar da örtülüydü o zamanlar elbette. En azından şimdiki gibi mini etek giyenine rastlamak mümkün değildi. En fazla başı örtülü değildi. Anadolu kadınının örtü sorunu neredeyse hiçbir zaman olmadı diyebiliriz. Orta Asya’dan gelen haberler kadınların başlarının örtülü olmadığını bildiriyor. Göçebe bir toplumda kadınlara elleşmenin sonuçlarına katlanabilecek kadar cesur erkek yoktu zaten. Obalar belli kabilenin elindeydi. Evlilik de ayrılık da töre’ye göre yapılıyordu. Fahişe ve cariyenin olmadığı bir toplumda kadın elbette orta malı değildi ve Mekke’deki gibi bir algının Orta Asya toplumlarında olmasını beklemek de mümkün değildi. Orta Asya kadınları bugünün bazı tiplerinden çok daha tesettürlü, edepli, iffetli, asil kadınlardı. Toplumun erkekleri de bu algıyı destekliyor, kadını bir nesne olarak gören Arap kültürünün tam zıddına, evlilikte ve ayrılıkta kadına söz veriyorlar, kadın erkeğin hizmetçisi değildi ama erkek evinin eriydi. “Sen ne bilirsin karı” gibi bir cümle dökülmezdi erkeğin ağzından.

Bu kadim töre, İkinci el İslam yorumlarının ve fıkıh hükümlerinin etkisiyle ezildi, büzüldü, bitirildi. Arapların erkek-egemen, kabileci, köleci kültürünün ürettiği fıkıh, Türk yurduna giydirildi. Osmanlı’da bu minvalde bir kültür krizi oluştuğuna dair benim bilgim yok. Bunun en büyük sebebi yerleşim yerlerinin küçük, evin avlulu olması. Kadınlar zaten serbest, ihtiyaçları da karşılanıyor. Bir eli yağda bir eli balda. Osmanlı fıkhındaki erkek egemen dile rağmen kadın-erkek krizinin olmamasını şehir mimarisine ve estetiğine bağlıyorum şahsen. Ve tabii ki halk arasında halen cari olan törelere, sosyal ilişkilerin genel bir kabule dayanmasına.

III

Örtünmenin Tarihi

Cumhuriyet elbette bize gökten inmedi. Sanayi devrimi, modernleşme, ilmiye sınıfının çürümesi, rüşvet, torpil vb. birçok neden toplumu çürüttü, ilerlemeyi durdurdu. Biz dururken millet ilerliyordu ve o ilerleme geldi sınırımıza dayandı. Osmanlı padişahlarının niyeti halisaneydi ya da değildi bilemem ama vaka o ki çürüme her yerdeydi. Bilim, kültür, sanayi durduğunda ekonomi de durur. Kazanılmayan paranın vergisi de alınamadığına göre geliri olmayan şirketler gibi devletler de çökecekti. Çöktü.

Yeni devletin değer ve ilkeleri evrensel olmak zorundaydı. İslam’ı yalnız Arapların dini gibi algılayan, hutbeyi dahi halkın diliyle, Türkçe okutmayan bir din algısının yeni dönem için sahih ve sağlam bir dil oluşturmasını bekleyemezdik ki öyle oldu. Cumhuriyet kafir düzeni, devlet gavur devleti oldu uzun bir müddet.

Gerçek olma ihtimali nedir kesin bilgim yok fakat görgü tanıklarının anlattığı Kur’anları yakma, tarlada kadınların başını açma gibi durumların varlığı ve yaygınlaşması, halkı devlete karşı biledi. Devlet okuluna giden komünist olur algısı, Müslüman halkı esnaflık ve köylülük kastında bıraktı çoğunlukla.

Şehirlere göçle birlikte şehirde yaşayan köylülere dönüşen Anadolu halkı, bu çelişkisini arabesk ile hafifletmeye çalıştı. Cemaat ve tarikatlar da bu dönemde palazlanmaya, örgütlenmeye başlamıştı. Köyün hocasıyla gece gündüz sohbet edebilen hacı emmi, onun yarım hoca karısıyla sohbet eden hacı teyze şehirde yetimdi. Horantaların karnı köyde doymayınca, şehirde zenginleşen marabalar ağalara omuz atmaya başlayınca “benim ondan neyim eksik” algısı salgına dönüştü ve büyükşehirler hınca hınç dolmaya başladı.

Şehirde doğan çocuklar okulda öğretmenlerinden farklı şeyler duyuyor, öğreniyor, milli eğitim kendi tebaasını yaratıyordu. Buna bir son vermek için cemaatler sohbet halkaları kurup ev sohbetleri düzenlemeye başladı. Buraların temel mevzuu “Biz köylü müyüz, şehirli mi” idi. Alenen bu dillendirilmese de meselelerin mahiyeti bunu açıkça ortaya koyuyordu.

IV

Örtünmenin Tarihi

Müslüman kesim önce kızlarını okula göndermeyerek sisteme tepkisini ortaya koydu. Peki iyi güzel de okula giden erkeklerin yanındaki kızlar kimden? İş böyle olunca zengin Müslümanların oğlanları, zengin modernlerin kızlarıyla tanışıp evlenmeye, evlenememeye başladı. Bu kriz erkek ve kız ayrı imam hatiplerin açılmasıyla biraz olsun aşıldı. Ama bu sefer TV ortaya çıkmıştı. Orada batının vitrine çıkardığı güzel hatunlar arz-ı endam ediyor ve erkekler de buna bayılıyordu. Kadınlar bundan haberi yokmuş gibi davranıyor ama içten içe de bu çelişkiyi, krizi yaşıyorlardı. Bazı erkekler kadınları tam örtünmek için baskılıyor, kendileri ise en güzel, alımlı hatunları elde etmek için yarışıyordu.

Toplumun gelişmesi, Müslümanların devlette ve ekonomide yerler edinmesi cumhuriyetin İslam’a düşmanlık yorumunu benimseyen kliklerce görüldü ve yok edilmeye karar verildi. 28 Şubat, devleti ele geçirmeye ahdetmiş, güvenli yollardan modernleşmeyi keşfetmiş Müslümanları bir tercihe zorladı. Dininin en büyük görüntüsü olan başörtüsünü açacak mısın yoksa bu yarışta geriye mi düşeceksin?

Başörtüsü İslam değildir, fetvasını veren şahsın bu süreçten en kazançlı çıktığını biliyoruz. O ve cemaati 28 şubat sonrasında İslam’ın Türkiye’deki görünen yüzü oldu. Okumuş çocukları bursladı, okumayacakların parasını cemaatine hortumladı. Müslümanları “Ya bendensin ya da hiçsin” cümlesini kabul etmeye zorladı. Ben tek gücüm demek istedi.

Haksız değildi. En büyük güç onlardı. En büyük partide o dönemde onlarla birlikteydi. İki bine geldiğimizde dünya aya biz yayaydık. Herkesin gündemi teknoloji, ekonomi iken biz başörtüsüne takılmıştık. Esas gündemin o olmadığı, 50 küsur milyar dolarlık banka hortumlamasıyla gün yüzüne çıktı ve iktidar ekonomik krizle devrildi.

V

Örtünmenin Tarihi

Yeni dönemde insanların beklentisi ekonomi, Müslümanların beklentisi başörtüsüne özgürlüktü. O dönemde ekonomik sıkıntıyı hissediyorduk ama ailem en çok dinin kaybolmasından endişe ediyordu. 2002 seçimleri Türkiye’deki bütün kesimler için bir ferahlama olmuştu. Herkes umduğunu bulmuş, hükümet tek başına iktidarın verdiği gücü halkın refahına yansıtmaya, bu arada da Avrupa Birliği standardını öne koyarak batılı statükoyu psikolojik savaşta alt etmeyi ve Türkiye’yi özgürlükler ülkesi yapmayı başarmıştı. Hükümetin yalnız başına bu işin altından kalkma ihtimali yoktu. Sivil toplumun en büyük temsilcisi de ondan yana gibiydi. Ta ki hükümetten aldığı desteği yurt dışından aldığı gazla birleştirip “Ben bu ülkenin efendisiyim” söylemine bırakana kadar.

Onunla beraber hareket edip bütün yerleşik düşmanlarını alt eden hükümet, artık en büyük düşmanına göz kestirip ondan da kurtulmayı kafasına koymuştu. Yolun sonu on beş temmuzda bitti.

Bütün bunlar olup biterken Türkiye gelişiyor, kentleşiyor, internet evlere giriyor, cep telefonları, whatsapp, iletişim ve medyanın her türü insanların çocukların ceplerine giriyordu. 90’da doğan bir çocuğun şu anda 31, iki binde doğanların 21 yaşında olduğunu düşündüğümüzde iletişim neslinin nerelerde olabileceğini görmek zor değil.

Kentte doğup kentte büyüyen, okul, kafe, tv, medya, dizilerle kendini kültürleyen bu insanlar şu anda kırkına yaklaşmış durumda. Erkekler kendilerine giydirilmeye çalışılan klasik elbiseyi reddediyor. Hadis diye önüme koyduğunuz şey uydurma diyebiliyor. Kadınlar açısından durum çok daha farklı.

Dini kurallara tamamen uyan annesinin, zengin babası tarafından güzel ve alımlı bir hatunla aldatıldığını gören çocuk, komşusunun farkına vardı. “Bu erkeklerin derdi din değil, kendi keyfi. Madem öyle ben de nasıl istersem öyle olurum. Elin çirkin bücür kadını süslenip püslenip benim kocamı elimden alacak ben de sizin gibi erkeklerin ağzına bakıp kös kös oturacağım öyle mi?”

Bizim özgürlük diye yanıp tutuştuğumuz ortam erkeklerin alt beyninin at koşturabileceği cinsel açılımları kadınların da bu yarışta tek başınıza değilsiniz diyerek kendi güzelliğini, değerini ortaya koyması için müsait ortamı oluşturdu. Erkeklerin yıllar boyu ketledikleri cinsel açlıklarının toplumun her alanında karşılaştıkları örtülü, örtüsüz kadınlar ile şaha kalkışı, din namına savundukları değerlerin tamamını değersizleştirdi.

Onlar kendince haklıydı, kadınlar da. İlahiyat bitiren kadınların başını açmalarındaki süreç böyle işledi. Önce süslü eşarplar, sonra süslü saçlar. Başörtüsünü savunan mücahitlerin ihale avcısı Rambo’ya dönüşmeleri din savunuculuğunun bir para hortumlama servisi olduğu algısını yerleştirdi. Dini değerler maddileşti. Dinin maddeyi lanetleyen genel algısı bu sefer kendini vurdu. Zengin hocaların, Müslümanların anlattığı din, insanları dinden tiksindirdi. 90’larda dinin simgesi olan başörtüsü, 2020’ye geldiğimizde “canım isterse takarım kimse karışamaz” nesnesi oluverdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.