27 Şubat 2021 Cumartesi

Gençlere bir 28 Şubat hikayesi Ali Bayramoğlu/27/02/2021

Yarın 28 Şubat’ın 24. yıl dönümü.

Aradan epey zaman geçmiş olsa da, Türkiye’nin bugün geldiği toplumsal ve siyasi aşama, bu aşamanın çeşitli katmanları, 28 Şubat dikkate alınmadan tam olarak anlaşılamaz.

28 Şubat, esas olarak, askerin müdahil olduğu otoriter bir kimlik siyaseti dönemidir. Enerjisini karşı bir kimliğin, İslami kesimin tehdit ilan edilmesinden ve tehlike söyleminden almıştır.

Bu çerçevede, “modernist dizayn siyaseti”nin son büyük şahlanışıdır. Toplumsal, ekonomik, siyasi merkezin dışında kalması istenilen bir kesimin bu istikametteki ilerleyişine, seküler sistemin askeri, basını, üniversiteleri, toplumsal yapısıyla birlikte gösterdiği bir tepkidir. Bu ilerleyişi, yasaklar, kurallar, baskılarla yeniden kontrol altına alma çabasıdır.

28 Şubat, Türk siyasi tarihi için, birden çok anlamı olan, bir milattır.

Sadece sonuçlardan, yasaklama arayışlarından oluşmaz, aynı zamanda merkeze ilerleyen grupların siyasi ve toplumsal öyküsü bakımından da bir anlam ifade eder.

Örneğin, 2002 genel seçimlerinde AK Parti’nin yüzde 34 oy alarak, seçimlerden 1. Parti çıkması, 28 Şubat’a yönelik tepkinin bir ifadesidir olarak bu gelişmeden bağımsız değildir.

Dahası, 28 Şubat siyasi açıdan ne denli bir tepkiler silsilesi idiyse, sosyolojik bakımından bir hareketlenmenin, yeni dip akıntıların ifadesiydi.

Ana dip akıntı, kültürel kimlikler meselesiyle ilgiliydi. Akıntı, baskı altındaki kimlik-kimlikleri sahaya çıkarıyordu. Bunlar arasında İslami kimlik taşıyıcıydı. Bu kesimin yıllar içinde yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasi zıplama ve yükselen talepleri, başörtüsünden kamu kaynaklarına kadar hak arayışları, “kimlik” faktörünün önce “siyasete ağırlığını koyması”na yol açtı.

Merkez sağın erimesi, siyasi hakimiyetini kaybetmesi, dindar oyların Refah Partisi’ni akmasıyla meydana geldi. Benzer bir durum Kürt siyasi partileri ve merkez sol bakımından da yaşandı. Merkez partilerin erimesi, kimlik partilerinin büyümesi, yerleşik siyasi yelpaze anlayışını ve ona bağlı istikrar algısını yok etti.

28 Şubat’taki toplumsal ağırlık da son derece önemlidir.

Türk toplumumun hikayesi hem toplumsal gruplar arasında hem toplumsal grupların içinde sosyo-ekonomik ve kültürel-kimliksel faktörlerin iç içe geçmesinden oluşur. Bu konuda tek değişen husus, iç içe geçişteki denge ve hiyerarşinin zamana göre şekil alabilmesidir.

Türkiye’yi 28 Şubat’ta taşıyan sosyolojik dalga ve sonrası, “kimlik” faktörünün su üstüne çıkmasına, normalleşmesine, liberalleşmesine yol açmıştır.

Temel hak ve özgülüklerin kimlik simgelerini ve verilerini kullanmak bakımından alanı genişlemiş, bireyler arası ilişkilerde ve toplumsal düzeyde kısmi bir melezleşme başlamıştır. Modernist dizayn dönemi sona ererken, 2002-2010 arası, dünün dışlanan grupları ile hakim kesimleri arasında bir eşitlenme eğilimi yaşanmıştır. Bu dönemde, Kürt kimliğini de aynı gelişmelerden daha sınırlı da olsa, en azından Çözüm Süreci aşamasına kadar payını almıştır.

Ancak 28 Şubat sonrası gelişmelerin salt, toplumsal ve siyasal merkezde melezleşme ve sentez istikametinde ibaret olduğunu söylemek doğru olmaz.

Sosyolojik baskı, onun ürettiği siyaset, eski ve yeni yöneticiler arasındaki mücadele sistemin dokusunu değiştirirken, ibre, sadece eşitlenmeyi değil, aynı zamanda iktidarın el değiştirmesini de gösteriyordu.

Kimlik etkileşimi yanında kimlik savaşları da yaşanıyordu.

Sonra denge değişti, savaş, etkileşimi baskı altına aldı.

Bu savaşlar, iktidarın tercihleri, sistemin imkanlarını kullanma, dağıtmanın lezzeti, kimlikçi bir yapılanmayı hızla birlikte getirdi.

Bu, bir anlamda bugünün iktidarını tanımlayan kimlikçi siyasetin yeniden doğuşuydu.

İş zaman içinde derinleşti ve masal başa döndü.

Türkiye, bu kez, başka bir esas üzerinden, farklı bir kimlik elinde, ona uygun 28 Şubat biçimine çark etti.

Kimliklerin sosyolojik ve haklar alanında eşitleyici baskısından, kimlik siyaseti tahakkümüne evresine geçti.

Bu iki halin ne denli farklı olduğu ortadadır.

Bir kimliğin örneğin dindar, laik, Kürt, Türk kimliğinin diğerleri arasında, onlara eşit bir kimlik olması, bir etkileşim ve farklılıkları içeren demokratik bir bütünleşme sistemi demektir.

Buna karşın bir kimliğin diğerleri üzerinde, İslami kesimin laik kesim, laik kesim İslami kesim, Türklerin Kürtler üzerinde, fiili, simgesel tahakküm kurması, otoriter siyasetin özünü oluşturur.

Dünden bugüne hikaye biraz böyledir.

Umalım, siyaset ve etkileşim özlemimiz çok sürmesin.

Muhafazakâr demokratlığa elveda Mustafa Öztürk/27/02/2021

Muhafazakârlık, ilmî ve akademik araştırmalarda, Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi gibi süreçlerin sosyal kurumlar, kavramlar ve değerler üzerinde yarattığı köklü değişim ve dönüşümleri tahribat/yıkım olarak değerlendiren ve buna koşut olarak radikal kapitalist modernleşmeyi hayra alamet görmeyen, özellikle devrimci hareket ve ilerleyişle eşgüdüm halinde yürütülen toplum mühendisliği projesini reddeden defansif bir duruş ve düşünsel bir tavır olarak ele alınır. Tanıl Bora’ya göre muhafazakârlık kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların ve söz konusu yapılara yüklenen anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkiye dayanır. Bu tepki yeni olanın mutlak reddi anlamına gelmez; eski ve yerleşik olanın, geleneksel ve kutsalın sürekliliğini modern koşullarda sağlamaya çalışmayı hedefler.

Muhafazakârlık farklı kültürler ve sosyolojilerde birtakım ortak parametreleri içerse de kendini dışa vurma şekli bakımından farklı modellerde ortaya çıkmakta, dolayısıyla farklı anlayışlar ve fikrî tutumları bünyesinde barındırmaktadır. Ancak bizim burada mevzu bahis edeceğimiz husus, muhafazakârlığın genel karakteristiği, Avrupa’daki hikâyesi veya son dönem Osmanlı’daki Jön Türkler ve modernleşme hareketlerinin devrimci yanına karşı sergilenen muhalefetin korumacı refleksleri değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaklaşık son yirmi yılına damgasını vuran siyasi hareketle özdeşleşmiş “muhafazakâr demokrat” kimlikle alakalıdır. 

Bu bağlamda ilk olarak “muhafazakâr demokrat” kimliğin “demokrat” kısmından geriye pek bir şey kalmadığını, dolayısıyla söz konusu kimliğe ilişik demokratlığın artık adı var kendi yok hükmünde olduğunu söylemek gerekir. Bunun böyle olduğu artık bedihi, yani delil aramaya ihtiyaç duyulmaksızın olanca çıplaklığıyla kendini gösteren bir gerçekliktir. Haliyle bu konuda “yok öyleydi, yok böyleydi” diye sarf edilecek her söz, kanımca laf-ı güzaftan ibarettir. “Muhafazakâr demokrat” kimliğin “muhafazakâr” kısmına gelince, günümüz Türkiye’sindeki siyasi vasatta “muhafazakârlık” denince, kıymet-i harbiyesi çok yüksek bir şeyden söz edilmiş olduğu zannedilir. Oysa bugünkü muhafazakârlık mevcut siyasi pozisyonunu koruma dışında neleri ya da hangi değerleri muhafaza etmesi gerektiğini bile unutmuş, şimdiki durum algısı ve mukteza-i hâli okuma kılavuzu çoktan şaşmış, özgüven denen şey ise epeydir sırra kadem basmış, (Not: Bu noktada kimilerine göre bir özgüven patlamasından da söz edilebilir; fakat kişisel gözlemlerime göre burada özgüven gibi görünen şey, aşırı korku sebebiyle mezarlıktan geçerken ıslık çalmak gibi bir şeydir) vaziyette huysuz ve huzursuz bir muhafazakârlık olarak arz-ı endam ediyor. 

Günümüz Türkiye’sinde “muhafazakâr demokrat” diye tanımlanan kimlik, özellikle son yıllardaki yapıp ettikleriyle kendini hızla tasfiye ediyor. “Yapıp ettikleri” tabirinden kastım, söz konusu kimliğe ilişik “demokrat” vasfına adeta ihanet edercesine tatbik mevkiine konulan, yani çok önemli bir kısmı “Ben buyurdum oldu” tarzında uygulanan, diğer bir kısmı da devletin yargı ve güvenlik güçleri marifetiyle uygulamaya sokulan otoriter/totaliter icraatlar ve tasarruflardır. Özellikle salgın sürecinde bütün toplumdan harfiyen uyulması istenen korunma tedbirleriyle toplumun aylardır nefes alamaz hale gelmesine mukabil binlerce kişinin lebâleb doldurduğu salonlarda siyasi parti kongreleri düzenlemek bize şunu gösterdi ki muhafazakâr demokratlık nezdinde kendi konumunu tahkim etmek dışında muhafaza edilesi pek bir değer kalmamış gibidir. Haliyle, sosyal adalet duygusunun ve/veya maşeri vicdanın yaralanması, dikkate değer bir mesele bile değildir. Muhafaza edilmesi gereken en önemli şey, az önce de söylendiği üzere, sadece ve sadece temsil edilen siyasi kimlik ve hareketin ulvi menfaatinden ibarettir. 

Bugün bunları yazmış olmam, birçok okur tarafından siyasi olarak belli bir pozisyon aldığıma, yani iktidarın karşısında durup muhalefetin yanında konumlandığıma hamledilecek ve eleştirilecektir. Eleştirilmek dert değil, fakat şunu da çok kısa ve kestirme biçimde not etmem gerekir: Günümüz Türkiye’sinde siyaset denen şey, iktidarıyla muhalefetiyle, hiç umurumda değildir. Umurumda olan ve bu yüzden de “itirazım var” demem gerektiğine inandığım şey, vakti zamanında kendini “muhafazakâr demokrat” kimlikle tanıtan siyasi hareketi salt siyasi değil, aynı zamanda insani, vicdani bir hareket olarak görmüş olmamla ilgilidir. Fakat yirmi yıla baliğ olan zaman, özellikle de şu son birkaç yıllık zaman ayan beyan gösterdi ki yanılmışım. Kim bilir belki de bugün “yanıldım” dediğim noktada ben yanılmışımdır. 

Nitekim on gün kadar önce babamla bir taraftan salgın yasakları, diğer taraftan lebâleb dolu kongre salonları meselesini tartışırken, babam “Bu kongreler yapılmak zorundaydı” deyince, ben de “Babam, haklısın, yeter ki sen kendini iyi hisset” dedim ve konuyu kapattım. Hoş, gerçi babam da kendince haklı olabilir; ama benim temel ahlaki ilkem şu ki sosyal adalet denen şey nalıncı keseri gibi hep içe doğru yontacak şekilde, hep bizim menfaatlerimize göre işleyen bir şey değildir. Kaldı ki “Ey iman edenler! Bizzat kendinizin veya anne babanızın ve dahi akrabanızın aleyhine de olsa adalet hususunda kılı kırk yarmaktan ödün vermeyin” mealindeki Nisa 4/135. ayet, bizim gibi “modernist” diye yaftalanan müslümanlar bir yana, kendilerini mıh gibi dindar gören muhafazakâr müslümanlar için herhalde ciddi bir anlam ifade ediyor olsa gerektir. 

Her neyse, siyaset bağlamında kendi adıma konuşursam, bugün itibariyle herhangi bir siyasi partiye yönelik tercihim, market rafındaki şu veya bu marka ayçiçek yağlarından hangisini satın almam gerektiğine ilişkin ölçütümden daha önemli ve anlamlı değildir. Hele de salt seçim sath-ı mailinde vatandaşlık vazifesini ifa saikiyle oy kullanma ve politik bir tercihte bulunma durumu söz konusu olduğunda, bu durumda ideolojik aidiyet duygusu, benim zihnimde ebediyen nesh edilmiş haldedir.  Kimi ne kadar ilgilendirir bilemem, ama ben yine de söyleyeyim: Hal-i hazırda hiçbir siyasi parti ve hareketle doğrudan veya dolaylı irtibatım ve iltisakım yoktur.

26 Şubat 2021 Cuma

Hain muhalefet! Taha Akyol/26/02/2021

Cumhurbaşkanı Erdoğan partisinin İstanbul İl Kongresinde yine muhalefete çok ağır sözlerle yüklendi. Cumhurbaşkanlığı görevinden öteye, partisinin genel başkanı olarak yaptığı bu konuşmadaki şu sözleri önemlidir:

“Onlar ezanları susturmak için kapılara dayandılar. Bira kutularıyla beraber o camiimize girenler bunlar değil mi? Bu ahlaksızlar, edepsizler, teröristler değil mi?”

Bu fiillerin hepsi kanunlarımıza göre suçtur ve adliyenin görev alanına girer. Çok şükür Türkiye’de ezanın susturulması gibi bir tehlike asla yoktur. Çok şükür Türkiye’de camiler ve bütün mabetlere saygı gösterilir.

Zorlanarak bir iki örnek sayılırsa, bu, “münferit”ten bile denilemeyecek, ülke hakkında asla genel bir imaj oluşturamayacak suçlardır.

İHANET SUÇLAMALARI

Erdoğan bu tür konuşmaları, tüm muhalefeti suçlayacak bir üslupla yapıyor. “İstiklal Harbimiz’de Yunan’a alkış tutan zihniyetin CHP çatısı altında devam ettiği” söylemi böyle bir örnektir. (26 Şubat 2020)

Bunun yansıması, tabanda İstanbul seçimlerini İmamoğlu alırsa, “Pontus’un, Yunan’ın kazanmış olacağı”nın söylenmesine kadar uzandı!

Tek Parti devrinde de CHP’liler “Serbest Fırka kazanırsa, Yunan kazanır” diye propaganda yapmışlardı.

“Alçak, hain, beşinci kol, teröristlerin işbirlikçisi, sende o iman, inanç yok” gibi söylemleri uzun uzadıya sıralamaya gerek yok.

Millet İttifakı, evet HDP tabanından oy almaya dikkat ediyor. Fakat Erdoğan’ın iktidarı aynı tabandan oy almak için ‘Çözüm Süreci’nde ve İstanbul seçimlerinde neler yaptı, sayıp dökmeye gerek var mı?

CHP’nin de Erdoğan hakkında benzer ağırlıkta sözleri var. Fakat iktidar olmak ve hele de Cumhurbaşkanı olmak daha bir siyasi sorumluluk gerektirir.

Ak Parti’nin başarılı reformist ilk on yılında Erdoğan böyle konuşmuyor, AB reformları için muhalefetle işbirliği yapıyordu!

O zaman merhum Erbakan, kendisine başkaldırarak ayrılan ve AB politikası izleyen AK Parti’yi “Bizans’ın çocukları” diye suçluyordu! (17 Temmuz 2007)

Hain suçlaması ne kadar ucuz, görüyorsunuz.

MENDERES VE İNÖNÜ

Reform yıllarında pozitif dil kullanan Erdoğan, yanlış politikalar yüzünden ekonomide ve diplomaside sorunlar ağırlaştıkça, bu sorunları gündem düşürmek için muhalefeti hainlikle suçlamayı sürekli hale getirdi.

Muhalefeti hain diye suçlamak bizde yüz yıllık bir siyasi hastalıktır. Sebebi, siyaset dilinde demokratik ve kavramsal zenginlik yerine rakibi “hain” diye suçlama kolaylığıdır.

Tek parti döneminde CHP’liler DP’yi Rus parasıyla kuruldu diye suçlamıştı. İşte Adnan Menderes’in tepkisi:

“Demokrat Parti’nin Rus parasıyla kurulduğunu söylediler. Böyle bir menfur propagandayı köylere yaymak için neler yaptıklarına çoğunuz kail olmuştur. Bunu devlet memurlarının bazıları da söylemiştir…” (Aydın Kongresi, 17 Temmuz 1946)

DP iktidara geçtiğinde bu defa yeni iktidar muhalefetteki CHP’yi hainlikle suçladı. İşte İnönü’nün tepkisi:

“Hükümet sözcüsü gazeteler muhalefeti ve onun ileri gelenlerini bozguncu hatta hain olarak ilan ediyorlar. Bu ifadeler birinci derece mesul olanların sözlerinden misal ve ilham almaktadır. Çok ehemmiyetli bir nokta da muhalefet mensuplarının hainliğini devlet radyosunun mütemadiyen propaganda etmesidir…” (Radyo konuşması, 9 Ekim 1950)

Hain suçlaması çok kolaydır, taraftarları kolayca etkiler, mobilize eder. Hatta militanlaştırır.

GELİŞMİŞ ÜLKE OLMAK

Fakat ülkenin rasyonel ve bilimsel çözümler gerektiren sorunlarının düşünülmesini, konuşulmasını, politikalar geliştirilmesini engeller.

Dikkat ederseniz, “hain, ihanet, dış güçler, ajanlar” gibi siyasi motifler en çok az gelişmiş, yahut gelişmekte olan dediğimiz ülkelerde görülmektedir.

Başta da Orta Doğu ülkelerinde…

Türkiye artık sorunlarını medenice konuşan, akıllıca tartışan, eleştirilerini siyasi olgunlukla yapan ve siyasi olgunlukla karşılayan bir ülke olmak zorundadır.

İçimizdeki hainlere karşı vatanseverce çarpıştığımızı sanarak ne kadar kavga ettik, hatta sağ-sol kutuplaşmasında birbirimizi nasıl öldürdük?...

Ve hiçbir ödemde Uzak Doğu performansını gösteremedik.

İtidal, akıl, bilgi, farklı görüşlerin, değişik çözüm önerilerinin medenice konuşulduğu bir toplum olmak zorundayız; sorunlarımızın başka çözüm yolu yok.

 

"Maalesef" ruhunda fırtınalar kopuyor Mehmet Y. Yılmaz/26 Şubat 2021

Bir süredir Erdoğan'ın koalisyondaki küçük ortağından sıkıldığını düşünüyorum

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, parti toplantısında "pot kırdı":

"Bu yola çıkarken yanımızda kimler vardı. Bir de şimdi bakın maalesef kimler var."

Ardından bu sözlerini toparlamaya çalıştı ancak söz ağızdan bir kere çıktı mı, ses dalgalarını geri çevirmek mümkün olmuyor.

Bundan daha fecisini de görmüştük.

O tarihte Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Uğur Dündar'ın Arena programına katılmış, çetelerle mücadeleyi anlatırken "çeteler, bürokrasi, asker, meclis, polis, siyasetin içine sızmış. Yargının içine s..mış" demişti. (21 Ağustos 2007. O yıllarda Erdoğan ile televizyonda program yapabilmek için mutlaka seçilmiş yandaş olmak gerekmiyordu.)

Başbakan gazetelere de benim aktardığım gibi sansür edilerek yansıyan o noktalı kelimeyi hemen sonra "sızmış" diye düzeltmişti.

Ancak hepimiz Erdoğan'ın aslında neyi kast etmeye çalıştığını da anlamıştık.

Psikanalitik açıdan dil sürçmesi, bilinçdışı öğelerin, bilinç alanına çıkmasına vesile olur diye biliyorum.

Robert W. Crapps, "Tarihsel bilinç" isimli makalesinde bakın ne diyor:

"Dil sürçmesi gerçekte bir kaza değildir. O hem bilinç hem de bilinçdışı özellikler taşıyan, kişiliğin ortaya çıkmasını sağlayan bir fonksiyona sahiptir."

Sigmund Freud, araştırmalarında dil sürçmelerine çok geniş yer verir.

Ona göre dil ile aktarılan her bilgi parçacığı içerisinde bilinç dışı öğeler bulunabilir.

Bireyin "kabullenmekte" zorluk çektiği birçok düşünce bilinçdışı mekanizmalar tarafından "örtük" bir şekilde ifade edilir. Dil sürçmeleri de bunun araçlarından biridir.

Bunun açık belirtilerini gördüğümü hiçbir şekilde iddia edebilecek bilgiye sahip değilim ancak, bir süredir Erdoğan'ın koalisyondaki küçük ortağından sıkıldığını düşünüyorum.

Erdoğan, siyasi olarak ayakta kalmak konusunda muazzam bir iradeye sahip bir lider. Bu, onda adeta bir içgüdü.

Kendi kafasında tanımladığı bir "dava" var ve o hedefe ulaşabilmek için her türlü siyasi manevrayı da kolaylıkla yapabilecek bir politikacı.

Kuşkusuz ki anketlerin gösterdiği gerçeğin o da farkında ve bu tabloyu değiştirebilmesi için ciddi manevralara, yeni politikalara ihtilacı var.

Ancak Bahçeli faktörü, onun bu oyun alanını daraltıyor.

Giderek yükselen sinir katsayısının bir nedeni gidişin kaçınılmaz olmaya başladığını görmesiyse, bir nedeni de bu gidişi çevirebilecek manevra alanına sahip olmaması.

2007 yılında çetelerle savaşmakla iftihar eden Erdoğan'ın, 2020 yılında çete liderlerini sokağa salıveren af kanununun altına, sırf küçük ortağının gönlünü hoş etmek için imza atmış olması da onun gibi bir liderin kolayca sindirebileceği bir durum sayılmaz.

Onun için şu andaki yol arkadaşlarından söz ederken dilinin "maalesef" kelimesine kayıvermesi basit bir prompter hatası diye geçiştirilebilecek bir şey değil.

İktidarını kimseyle paylaşmamış ve son derece güçlü egoya sahip bir politikacının çaresizliğinin ifadesi bu.

Erdoğan'ın ruhunda fırtınalar kopuyor, bu artık çok açık.

* * *

Dini istismardan vazgeçmekle başlayın

AKP Genel Başkanı, partisinin toplantısında şunu da söyledi:

"Makam mevki bunların hepsi geçici, ne olur mütevazı olalım ve kimseye gurur ve kibir satmayalım. Kim darda kalmış onlara biz ulaşacağız, onlara yardım elimizi uzatacağız. Önümüzde Ramazan var, Ramazan'ı çok iyi değerlendirmemiz lazım."

Saraylara sığamayan, dev Mercedeslerden inemeyen, 8 özel uçağı keyfince kullanan bir politikacının ağzından "mütevazı" kelimesini duymak biraz tuhaf oluyor elbette ancak dikkatinizi çekmek istediğim bu değil.

Bir siyasi partinin lideri, partisinin il kongresinde şunu söylüyor: "Önümüzde Ramazan var, Ramazan'ı çok iyi değerlendirmemiz lazım."

Ramazan'ı, ayın kutsallığına yakışır bir şekilde, ibadet ederek geçirmek anlamında söylemiyor bunu.

Ramazan, belli ki siyasete bir ara gazı verme amacıyla kullanılacak.

"Bir elinin verdiğini, öbür elin görmesin" düsturunun tam tersi yapılacak, çaresiz insanlara yardım eli uzatıyoruz görüntüsü altında propaganda yapılacak.

Yardıma muhtaç insanların çaresizliklerinden yararlanılacak.

"Ramazan'ı çok iyi değerlendirmemiz lazım" dediği bu.

Din, bir kez daha siyasete alet edilecek, istismar edilecek.

Oysa Ramazan'ı çok iyi değerlendirmek için şekilcilikten ibaret gardırop Müslümanlığını bir kenara bırakmak ve kitaplarda anlatılan ancak İslam ülkelerinde pek uygulandığına tanık olmadığımız İslam'ı hatırlamak daha yararlı olacaktır.

Buhari'nin aktardığı bir sahih hadis var:

"Her kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, o kimsenin yemesini içmesini bırakmasına Allah'ın (c.c.) hiçbir ihtiyacı yoktur."

Aynı şeyi, "kibir" için de söyleyebiliriz, yanlış olmaz.

Buna iftira, kul hakkı yemek, beytülmala (kamu malına) el uzatmak, rüşvet, yolsuzluk gibi günahları da ekleyebilirsiniz.

Ben söylemiş olayım da boş yere aç kalmayın!

HDP'nin kapatılması iktidarı kurtarabilir mi? Fikret Bila/26 Şubat 2021

Bu politika Millet İttifakı'nı dağıtır mı? HDP'li seçmen oyunu değiştirir mi?

İktidar, 2019 yerel seçimlerini kaybetmenin şokunu henüz atlatamadı.

Her seçimi kazanacağından emin şekilde girdiği 2019 yerel seçimlerinden ağır yenilgiyle çıkan Cumhur İttifakı, o günden bu yana toparlanmak için bir çıkış arıyor.

Kaybettiği oyları yeniden kazanabilmek için bir taraftan muhalefeti devlet gücüyle baskılıyor, bir taraftan gündeme sürekli yeri projeler sürüyor. Ancak ne muhalefete karşı yürüttüğü baskı politikası istediği sonucu veriyor ne de ortaya attığı projeler halkta bir heyecan yaratıyor.

Millet İttifakı'nın kazandığı kentlerde belediyelere karşı yürüttüğü yasak politikası sonuç vermedi. 11 büyük kent dahil muhalefetin belediye başkanları halkçı hizmetleri ve salgınla mücadeledeki dayanışmacı politikalarıyla seçimde aldıkları oyun üzerinde bir desteğe sahipler. Muhalefet belediyelerde başarılı.

İktidarın gündeme sürdüğü mega projeler ise birkaç gün gündemi değiştirse de halkın bugünkü sorunlarına çözüm üretmekten çok uzak olduğu için tutmuyor.

Halkın bugünkü sorunlarının başında işsizlik ve geçim derdi geliyor. Salgının da etkisiyle işsizlik çığ gibi büyüdü. Hayat çok pahalı hale geldi. İşi olanlar işini kaybettiği gibi iş gücüne katılan gençler de iş bulamıyor. Temel gıda fiyatlarında enflasyon yüzde 35-36 düzeyinde. Elektrik, doğalgaz, benzin, mazot fiyatlarına zam üstüne zam yapılıyor. Bu yük yetmezmiş gibi KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler de yüksek oranlarda artırılıyor.

Hazine kaynakları iktidarın yarattığı zenginlere akıtılıyor. Hazine garantili ancak istihdam ve sanayi üretimi yaratmayan alanlara akıtılan milyarlar, dolar garantili asgari ödeme taahhütleri, yanlış faiz ve döviz politikası nedeniyle Merkez Bankası döviz rezervi eksi 42 milyar dolara kadar indi. İktidarın elinde halkın işsizlik ve geçim derdini çözecek kaynak yok. Olsa da harcayacağı yer işsizler ve düşük gelirli kesimler değil, 5-6 müteahhit firma olacak. Tıpkı halkın vergi yükünü azaltmak yerine artırırken, 5-6 müteahhitin kiralarını yarıya indirmesi, vergi borçlarını sıfırlaması gibi.

İktidar bu sorunları çözemeyince dini ve milli duygular üzerinden seçmen desteği aramaya başladı.

Ortaya attığı projelere bakalım.

Kanal İstanbul, Ayasofya'nın yeniden camiye dönüştürülmesi, Malazgirt Zaferi'ni Kurtuluş Savaşı'nın önüne geçirme çabası, Alparslan'ı, Fatih'i Atatürk'ün önüne koyma hamleleri, devletin bedava maske dağıtma girişimi, insan hakları eylem planı ve ona dayalı hukuk ve ekonomi reformu vaadi, seçim ve siyasi partiler yasalarını değiştirip seçim sistemi ve barajlarla oynayarak sandıktan zaferle çıkma çalışmaları, uzaya çıkış ve Ay'a iniş projesi, 12 Eylül'le bir daha hesaplaşmak üzere sıfırdan yeni anayasa projesi, HDP'lilerin milletvekilliklerinin düşürülmesi ve/veya HDP'nin kapatılması...

Bu projelerin hiçbiri Cumhur İttifakı'nı yüzde 50 artı 1 oy alacak bir desteğe ulaştırmadı. Bütün hamlelerine rağmen Cumhur İttifakı istediği desteği toparlayabilmiş, 2019 yerel seçimlerinden kaybettiği oyları geri alabilmiş değil.

Bu gerçeği gören iktidar son günlerde yeniden muhalefeti parçalayacak girişimlere ağırlık vermeye başladı.

Muhalefetin birlikte hareket ettiğinde seçimi kazandığını gören iktidar, İyi Parti'yi Millet İttifakı'ndan koparmayı denemeye devam ediyor. Bunu davet yoluyla başaramadı, Meral Akşener'e baskı ve tehdit de işe yaramadı. Bu kez HDP'li milletvekillerinin dokunulmazlarını kaldırıp HDP'yi kapatarak siyaset dışına atmayı ve böylece İyi Parti ve CHP'deki milliyetçi oylar ile Saadet, DEVA, Gelecek Partileri'nin desteğini Cumhur İttifakı'na katmak istiyor.

Eğer CHP ve İyi Parti, HDP'li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması yönünde oy kullanmazsa, iktidar "CHP, İyi Parti eşittir PKK-HDP" propagandasına sarılacak. CHP ve İyi Parti dokunulmazlıkların kaldırılmasına "evet" oyu verirlerse iktidar bu kez Millet İttifakı'nın cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP'li seçmenin vereceği destekten yoksun kalacağını hesaplıyor.

CHP her dosyayı ayrı ayrı inceleyeceğini açıkladı. İyi Parti ise HDP'li milletvekilleriyle ilgili fezlekelere "evet" oyu vereceklerini duyurdu.

HDP'li milletvekillerinin cezaevine gönderilmesi ve/veya HDP'nin kapatılması iktidara yeniden seçim kazandırır mı? Bu politika Millet İttifakı'nı dağıtır mı? HDP'li seçmen oyunu değiştirir mi?

İktidar açısından bu soruların yanıtlarının "evet" olacağının bir garantisi yok.

HDP kapatıldı diye HDP'li seçmenin Cumhur İttifakı'na oy vermesi mümkün değil. HDP kapatıldı diye İyi Parti seçmeninin veya CHP'deki ulusalcı seçmenin Cumhur İttifakı'na kayması olasılığı da çok düşük.

Aksine böyle bir hamle geçmişteki parti kapatma kararlarında görüldüğü gibi HDP'nin yerini alacak partinin oylarını artırarak sandığa gitmeyen tepki oylarını da muhalefet partilerine götürebilir.

İktidarın evdeki hesabı çarşıda tutmayabilir.

25 Şubat 2021 Perşembe

Türkiye neden batakta? İşte yanıtı... Mehmet Tezkan/25.02.2021

İktidar, dünyada paranın bol olduğu dönemde, FED'in dolar basıp dünyaya saçtığı yıllarda gelen parayı betona gömdü. İnşaat üzerinden büyüme hedefledi, müteahhit kafasıyla düşündü. Aldığı borcu hesapsız kitapsız harcadı

Muhalefet "128 milyar doların peşini bırakmayacağız" diyor. Merkez Bankası rezervlerinin tüketilmesini, eksiye düşmesinin hesabını soracağını söylüyor.

Yeter mi?

Yetmez. Bütün kara deliklerin hesabını sorması lazım. Dolarla yapılan bütün anlaşmaların, verilen hesap / kitap dışı garantilerin…

Har vurup harman savunulan dolarların… Aşırı ve gereksiz borçlanmanın, parayı çarçur etmenin de hesabını sormalılar.

Tanık: Son Başbakan Binalı Yıldırım.

(Kendine sonunda bir unvan buldu. Kalıcı mı olur, bununla övünüyor mudur bilemem ama kendinden öncekileri eski başbakan denilirken kendisine son başbakan deniliyor.)

Son Başbakan, 17 Şubat 2017 tarihinde yaptığı konuşmada yanlış politika izlediklerini itiraf etmişti.

Sözlerini okuyalım:

"Biz para yağmur gibi akarken sanki hiç ödemeyecekmişiz gibi bol bol almışız. Geri ödeme zamanı gelince 'Nereden çıktı bu' demeye başlamışız. Bunun görmemiz lazım. Problem nerede hesap kitap işinde."

Bu sözler içinde bulunduğumuz derin krizi anlatmıyor mu?

İktidar, dünyada paranın bol olduğu dönemde, FED'in dolar basıp dünyaya saçtığı yıllarda gelen parayı betona gömdü. İnşaat üzerinden büyüme hedefledi, müteahhit kafasıyla düşündü. Aldığı borcu hesapsız kitapsız harcadı.

Ben söylemiyorum, son Başbakan söylüyor.

İçinde bulunduğumuz büyük krizin nedeni bu. Türkiye'nin her yeri kara delik dolu. Hazine kara delikleri kapatmak için doları toprağın altına gömüyor.

Tipik örnek, Zafer Havaalanı. Kütahya - Uşak - Afyon'a hizmet veriyor. Havaalanını yapan müteahhitlere yılda1 milyon 279 bin yolcu garantisi verildi. Akıl mantık dışı bu hesabı kim yaptı? Ulaştırma Bakanlığı bürokratları mı, bizzat dönemin mühendis bakanı mı? Dikkatinizi çekerim; garanti 2044 yılına kadar.

Akıl dışı, mantık dışı garanti dedim ya hemen ispat edeyim.

Bu yıl sadece 7 bin 235 kişi kullanmış. Denilecek ki pandemi! Tamam 2019 yılına bakalım. Kullanan yolca sayısı 82 bin, verilen garanti 1 milyon 279 bin yolcu.

Bu durum Ulaştırma Bakanlığı döneminde bu işleri planlayan, ihaleleri veren Son Başbakan'a soruldu. "Yollar güzel de ondan kullanılmıyor, Ankara iki saat, İstanbul üç buçuk saat" demez mi?

Pişkinliğin de sınırı olmalı!

Peki Çanakkale Köprüsü'nün sorumlusu kim? Açıldığı gün kara delik olarak hazinenin kayıtlarına girecek.

Neden mi?

Geçiş ücreti KDV hariç 15 Euro. 45 Bin araç garantili. Aynı hizmeti gören Osmangazi Köprüsü var. O da 40 bin araç garantili ama açıldığı günden beri yüzde 60 kapasite ile çalışıyor.

Enflasyon resmi rakama göre yüzde 15 ama iktidar yüzde 25 zam yaparak 148 liraya çıkardı. Çünkü verdiği garantiyi tek başına karşılamıyor, vatandaşa yüklüyor.

Soru şu:

Osmangazi Köprüsü varken Çanakkale Köprüsü neden yapıldı?

Neden 45 bin araç garantisi verildi?

Kimin ekmeğine yağ sürüldü?

Kimler bu ölü yatırımdan yararlandı?

Köprü şaşalı törenlerle açılacak, günde kaç aracın geçeceğini göreceğiz. İddia ediyorum verilen garanti sayısının üçte birini bile bulmayacak.

Gelelim İstanbul Havaalanına. Yeşilköy'de, kentin merkezinde Avrupa'nın en güzel havaalanlarından biri vardı. Ek pist ile kapasitesi artırılabilirdi, istenilen seviyeye çıkarılabilirdi, bu imkan vardı. (THY eski Yönetim Kurulu Başkanı kitabında ayrıntılı anlattı) iktidar havaalanını kapatıp, üstüne bir daha kullanılmasın mantığıyla pistini kırıp hastane yaptı. (Başka yer yokmuş gibi.)

Havaalanını işleten şirkete de 300 milyon dolar tazminat ödedi.

Türkiye bu kadar zengin mi?

"Cebimizden beş kuruş çıkmayacak" deniliyordu, cebimizde para kalmadı. Müteahhitlere geçen ay 18 milyar lira aktarıldı.

Daha bir sürü örnek verebilirim. Türkiye neden battı, neden bu durumda, neden yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek kur sarmalına girdiğinin yanıtı bu.

İtirazı olan söylesin.

24 Şubat 2021 Çarşamba

Asr-ı Saadet: Kapanmışlık mı dinamizm mi? Mustafa Çağrıcı/24/02/2021

Önemli ölçüde İslam’ın üçüncü-altıncı asırlarında üretilmiş olan dinî bilgi ulemamız için bütün zamanlarda, bütün toplumlarda ve bütün coğrafyalarda ortaya çıkan insanî sorunların çözümünü içeren yeterli kaynaktır. O zamanlardan beri ulemamız Müslüman toplumları buna şartlandırmıştır. 

Halbuki –neyin dinî bilgi olduğu sorusu bir tarafa- dinî bilgi işin bir tarafıdır; diğer tarafında beşerî hayat var ve bu hayat, Kur’an’ın asla değişmeyeceğini bildirdiği ilâhî yasa (sünnetullah) gereğince sürekli değişmektedir. Dinî bilgiye sahip ulema ise zihnen ve fiilen kendilerini değişen toplumsal hayatın sorunlarına ve ihtiyaçlarına kapatan bir geleneğe sahiptirler. Bu nedenle –hele de hayatın her bir alanı için özel uzmanların yetiştirildiği çağımızda- insanın ve insanlığın reel sorunlarını ve ihtiyaçlarını bilmezler. Nitekim anlı şanlı âlimlerimizin bile zihinlerindeki bilgiyi toplum ve insanlık için işe yarar kılamadıklarını görüyoruz. 

Elbette Hz. Peygamber ve Sahabesinin tecrübeleri bütün Müslümanlar için ihmal edilemez örnektir. Ne var ki, Sünnîsi, Şiîsi, gelenekçisi, İslamcısı, Selefîsi, tasavvufçusu, cemaatçisi, Kur’an’cısı, hadisçisi ve diğerleriyle ulemanın zihinlerinde Peygamber ve Sahabe dönemi mitleştiriliştir. Ancak Peygamber sonrasındaki siyasal ihtilafların da etkisiyle, mezheplerin teşekkül etmeye başladığı İslam’ın üçüncü yüzyılından itibaren Sünnî ve Şiî dünyada birbiriyle uyuşmayan Asr-ı saadet mitleri, dolayısıyla din ve dindarlık tasavvurları oluşmuş; zamanla mezhep taassupları, siyasal hesaplar gibi faktörler yüzünden farklılıklar daha da derinleşmiştir. 

Mezheplerin ve tarikatların dününe-bugününe bakarsak, Asr-ı saadet tasavvurları, din ve dindarlık anlayışları farklı sayısız grupların oluştuğunu, herkesin kendini ve kendine yakın olanları “fırka-i nâciye” (kurtuluşa ermiş kesim), diğerlerini “fırak-ı dâlle” (sapkın kesimler) saydığını görürüz. İşin trajik tarafı, bu fırka ve mezhep taassubu o kadar yerleşmiştir ki, bugün bile “Eskilerin söyledikleri elbette değerlidir. Onların tecrübelerinden yararlanmalıyız. Ama biz artık onların dünyasında değil kendi dünyamızda yaşıyoruz. Dolayısıyla şimdiki sorunlarımıza yeni çözümler düşünmemiz gerekiyor. Yoksa –görüyoruz ki- tarihin dışına düşüyoruz; zamanın şartları ve sorunları bizi ezip geçiyor” demek bile cesaret istiyor; diyenler de türlü şekillerde aforoz ediliyor. 

***

Tefsir ve Hadis ilimlerinin Kelam ve Fıkıh ilimlerine yardımcı alanlar olduğunu düşünürsek ulemanın gözünde insanın din ve dünya hayatını düzenleyen iki ilim vardır: Kelam ve Fıkıh. Fakat Sünnî dünyada Fıkıh aşağı yukarı 3./9. yüzyıldan itibaren büyük ölçüde Şâfiî ulemanın, Kelam da 5./11. yüzyıldan itibaren yine Şâfiîlik mensubu Eş‘arî ulemanın hegemonyasında gelişmeye başladı. Katı muhafazakâr olan Şâfiîkik, “muamelat” denilen hukuk, ekonomi, siyaset gibi uygulamalı alanlarda, Eş‘arîlik de fikrî ve itikadî alanlarda diğer Sünnî mezhepleri de gittikçe yenilik ve değişim karşıtlığına iterek bütün Müslüman toplumları kapanmışlık ve donukluğa sürüklemiş ve İslam toplumları kapatıldıkları bu dogmatik kafesten günümüze kadar çıkamamışlardır. 

Elbette bireylerin ve toplumların ruhsal ve ahlâki yönünü besleyen inanç ilkelerinin düzen vermediği, başıboş bir insanlık olmaz. Benim okuduklarımdan çıkardıklarıma göre Kur’an’ın Asr-ı saadet toplumuna kazandırdığı, birbiriyle güçlü irtibatları bulunan başlıca İslam ilkeleri şunlardır:

1. Açık-gizli şirk şaibesinden arınmış, şeksiz şüphesiz bir Allah inancı ve O’nunla ilişkimizde bize rehberlik edecek bir peygamber inancı; 2. Bizi insana, eşyaya, mala ve makama kulluktan kurtaran, Allah’a şükran ve tevazu bilinciyle ruhlara işleyip pratiğe yansıyan ibadet sorumluluğu; 3. İnsana ve bütün mahlûkata saygı, sevgi, merhamet gibi asil duygular içeren bir adalet hakkaniyet ve dürüstlük ahlakı. 

Bahsettiğim donmuşluk ve kapanmışlığı aşmanın yolu, İslam’ın Asr-ı saadete verdiği dinamik ruhu kazanmaktır ki, o da İslam’ın bu üç ilkesinden güç alarak, hayatın şartlarına bağımlı ve teslim olmuş nesneler değil, özgür özneler yetiştirmekle olacaktır. Unutmayalım ki Allah insanoğlunu özgür özne olma yeteneği taşıyan tek yeryüzü varlığı olarak yaratmıştır.

23 Şubat 2021 Salı

Mustafa Öztürk’ün İslamcılarca linç edilmesi: Teoloji siyasetin hizmetinde Filiz Zabcı/12.06.2020

Şu çok bilinen ve çok etkili olan bir iktidar taktiğidir Türkiye’de: Dinî hassasiyetleri bahane ederek düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlamak ya da ortadan kaldırmak. İlahiyatçı Mustafa Öztürk’e yönelik “örgütlü” linç kampanyası, son dönemde Türkiye’de sıklıkla tanık olduğumuz özgürlüklere yönelik saldırı durumunun bir örneği.

Bir düşünce insanının, dinî konularda akademik bir bilgi birikimi içinde belli bir yorum sunan bir ilahiyatçının susturulması ve emekliliğini istemek durumunda bırakılması bir ülke için büyük bir ayıp. Tıpkı, siyasi görüşünden dolayı veya sırf gerçekleri ifade ettiği için veya uydurulmuş başka başka nedenlerden dolayı gazetecinin, yazarın, siyasetçinin ve iş adamının tutuklu olması ayıbı gibi.

Mustafa Öztürk’ün karşı karşıya kaldığı muamele ve yalnız bırakılması, bir ülkenin siyasi dünyasının değil sadece kültürel-düşünsel uygarlaşma derecesinin de alâmetifarikası.

İnançların alay konusu edilmesi elbette hoş bir şey değil, insanların kutsal bildiği kişi ya da sembollere hakaret edilmesi elbette hoş karşılanamaz; ama bu olayda açıkça dinsel bahaneler ileri sürülerek siyasi kazançlar ve siyasi güç korunmak isteniyor.

Üstelik yeni değil, Öztürk’ün daha önce yaptığı bir konuşmadan, bir amaç doğrultusunda kullanılacak bir kesit alınıp, servis ediliyor ve sosyal medyada yaygınlaştırılıyor. Üstüne üstlük, Öztürk’ün belirttiği gibi, Diyanet TV’de de kendisi hakkında bir program hazırlanıyor. Bunların hepsi tesadüf eseri, birbirinden habersiz gerçekleşiyor, öyle mi?

Burada, Mustafa Öztürk’ün kişiliğinde, onun gibi düşünenlere ve düşüncesini ifade etme cesaretini gösterenlere bir gözdağı olduğu açık değil mi?

Siyasi iktidarın ve onunla iç içe geçmiş tarikatların, cemaatlerin dine ilişkin geliştirdikleri yorum, tek ve gerçek doğru yorum olarak görülüyor ve böyle kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Kurumsallaşmış bir dine ilişkin farklı yorumlar olabilir; kutsal kitaplar da değişik yorumlar içinde ele alınırlar. Ortaya çıktıkları tarihlerden itibaren kutsal metinler, ilahiyatçılar ve hatta filozoflar tarafından farklı biçimlerde yorumlandılar. Bir ilahiyatçı olarak Öztürk’ün Kur’ân’a yönelik bir yorum geliştirmesinden daha doğal ne olabilir?

Gelgelelim, teoloji ile siyaset birbirine o kadar bağlı ki… Bir siyasi iktidar, dine ilişkin belli bir yorum sunuyorsa, artık gücünü bu yorumdan almaya başlar. Laik devletlerde siyasi iktidarın, hâkim bir yorum sunma durumu olmaz, olamaz. Ne var ki Türkiye’de artık laikliğin izinden bile söz etmek güç.

Siyasi iktidarın sunduğu ve gücünü dayandırdığı “dogma”sını sarsacak en ufak farklı bir görüş, düşmanca karşılanacaktır. Çünkü “teoloji siyasettir”; sarsılacak olan sadece belli bir yorum değildir, aynı zamanda iktidardır.

Bu nedenle siyasi gücü temsil eden terimler, kavramlar kullanılarak düşünce ve ifade özgürlüğü bastırılır; ne adına: “Devletin bekası adına”.

Artık belli bir dinsel yorum ile birleşmiş siyasi gücün şiddeti, yarattığı korku ile başka yorumlara yer bırakmaz. Sadece devlet gücü değildir, özgür düşüncenin ve farklı yorumların karşısına çıkan korkutucu tehdit. “Konunun uzmanı” geçinen diğer ilahiyatçılardan, tarikatlardan ve siyasi güce entegre olmuş bilumum tabakalardan oluşan bir kitle, en doğruyu kendileri biliyorlarmışçasına saldırıya geçerler.

Modern ya da çağdaş, hangisi olursa olsun, devletin en temel görevi ve varlık nedeni, farklı yorum sahiplerini, özgür düşünceyi, böyle bir kitlenin linç girişiminden korumak olmasına karşın, devlet ve böyle bir kitlenin birleştiği bir ülkede yaşadığınızı düşünün artık.

Eğer insan, düşünen ve konuşan bir varlık olarak, düşüncelerini ifade edemiyorsa, insanı insan yapan, insanın doğasına özgü en temel nitelik bastırılmış demektir. İnsandan koparılamayacak bu niteliğin yok edilmeye çalışılması, insanın ortadan kaldırılması anlamına gelir.

Bu nedenle de, ne kadar korku salınırsa salınsın, dogmatik yorumlar ne kadar gerçek din olarak sunulursa sunulsun, eninde sonunda bu geçersiz hale gelecektir. Yorum hakkını ve yetkisini kendisinde gören kesimin iktidarı geçici olduğu gibi, farklı yorumlar da hiçbir zaman bastırılamayacaktır. Çünkü insanın doğasına aykırıdır.

Mustafa Öztürk’ü susturabilirler; ona yönelik baskı çok daha önceye dayanıyordu ve açıkçası akademik ve siyasi çevrelerden yeterince destek görmedi, savunulmadı, yalnız bırakıldı; bunda hepimizin suçu var. Ama farklı yorum peşinde olan, okuyan, sorgulayan çok sayıda ilahiyat öğrencisi yetişiyor. Bizzat tanık oldum, biliyorum. Asıl korkulan da bu zaten

FELSEFE NEDİR?/ Dr. Abuzer Dişkaya

FELSEFE YAPMAYI MÜMKÜN KILAN APRİORİ ŞARTLARIN NELER OLDUĞUNA DAİR BİR DENEME!

Felsefenin ne olduğuna dair berrak bir tasavvur sahibi olmanın iki temel faydası olacaktır. İlk olarak bu sayede aralarında bulunan bütün farklılıklara rağmen bir grup insana neden filozof ve yaptıkları şeye de neden felsefe dendiğini görmüş oluruz. İkinci olarak ise İslam Düşüncesinin ana fay hattını oluşturan akıl-vahiy veya din-felsefe ilişkisinin nasıl anlaşılması gerektiğine dair makul bir fikir sahibi olmuş oluruz. Felsefenin özellikle apriori olarak ne olduğu tam olarak anlaşılamadığından özellikle akıl-vahiy veya din-felsefe ilişkisinde ya o ya bu şeklinde bir ötekileştirici ilişki bulunduğu sanılmakta ve bunlardan birisinin ötekine uyması gerektiği düşünülmektedir. Felsefenin apriori olarak neye tekabül ettiğine dair yapacağımız bu inceleme durumun illa da böyle olmak zorunda olmadığını gösterecektir. Bu kısa denemede felsefenin apriori olarak ne olduğunu yine felsefeye dair bazı temel ayrımlar üzerinden ortaya koymaya çalışacağız.

Felsefenin ne olduğuna dair bir sorgulama ister istemez felsefe lafzının ne anlama geldiğini açıklayacak bir araştırma ile başlamalıdır. Lafzî açıdan felsefe Yunanca iki kelime olan “Philo ve Sophia” sözcüklerinden oluşan “Philosophia’nın” Arapçalaşmış şeklidir. Bu açıdan felsefe bilgelik ya da hikmet sevgisi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bilgelik veya hikmeti seven kişiye de filozof denmektedir. Bu anlamıyla felsefeye kimsenin karşı çıkmadığını bilmek gerekir. Denebilir ki lafzî açıdan felsefeye sofistler dahi karşı çıkmazlar. Dolayısıyla felsefe ile ilgili tartışma ve ihtilaflar lafzî açıdan felsefe değil bir kavram olarak felsefe etrafında yaşanmaktadır. Biz de burada asıl olarak bir kavram olarak felsefenin ne anlama geldiğini apriori olarak ortaya koymaya çalışacağız.

Mutlak Anlamda Felsefe ile Mukayyet Anlamda Felsefe Ayrımı!

Felsefe literatürünce açıkça ifade edilmese de felsefe bazen mutlak anlamda bazen de mukayyet anlamda kullanılır ve bu ikisi arasındaki farkı bilmek felsefenin ne olduğuna dair yaşanan pek çok yanlış anlaşılmanın önüne geçecektir. Mutlak anlamda felsefe; insanın gücü nispetinde eşyanın hakikatini bilme çabasına verilen isimdir. Felsefenin insanlık tarihi kadar eski olan anlamı budur. Mutlak anlamda felsefenin asıl özelliği onun bütün filozoflar arasındaki ortak bir çaba ve kaygıya karşılık gelmesidir. Dolayısıyla aralarında bulunan bütün farklılıklara rağmen bütün filozoflar güçleri nispetinde eşyanın hakikatine ulaşmaya çalışmaktadır. Buna karşılık mukayyet anlamda felsefe ise bu ortak kaygının belli bir filozof veya felsefî ekolde somutlaşmış haline verilen isimdir. Yani “insan gücü nispetinde eşyanın hakikatine nasıl ulaşır?” diye sorduğumuzda cevapta gelen her şey mukayyet anlamda felsefe olmaktadır.

Mutlak anlamda felsefe ile mukayyet anlamda felsefe ayrımında dikkatimizi çekmesi gereken ilk nokta ilkinde bütün filozoflar arasında bir ortaklık bulunurken ikincisinde ise onlar arasında bir çeşitlilik ve çoğulculuğun meydana gelmesidir. Zira mukayyet anlamda felsefe alanında karşımızda yüzlerce filozof onlarca felsefî ekol ve bir o kadar da felsefî sistem çıkmaktadır. Dolayısıyla mutlak anlamıyla felsefede ortak oldukları halde mukayyet anlamıyla felsefede filozoflar ve yaptıkları felsefeler arasında neden ihtilaf ve kesret bulunduğunu anlamamız gerekir. Veya bu kesrete neyin kaynaklık ettiğini bilmemiz gerekir. Bu ayrımın ikinci faydası ise özellikle İslam Düşüncesi geleneğinde karşılaştığımız felsefe karşıtlığının hangi anlamıyla felsefe karşıtlığı olduğunu bize göstermesidir. Buna göre İslam Düşüncesi geleneğinde özellikle Gazzali, Fahrettin Razi ve İbn Teymiye gibi kişilerin öncülüğünü yaptığı felsefe karşıtlığı kesinlikle mutlak anlamıyla felsefe karşıtlığı değildir. Bu ve benzeri isimler mutlak anlamıyla felsefeye değil mukayyet anlamıyla felsefeye karşı çıkmışlardır. Zira bu insanlara ‘Siz gücünüz nispetinde eşyanın hakikatine ulaşmak istemiyor musunuz?’ diye sorulsaydı haliyle buna ‘Tabiki hayır’ cevabı vereceklerdir. Onların karşı çıktığı şey eşyanın hakikatine ulaşmak değil bu çabanın Yunan Dünyasında somutlaşmış hali olan belli tarz bir felsefe yapma şekliydi. Bu da bize klasik dönemde felsefe lafzının özel isim olarak kullanıldığını göstermektedir. Bu dönemde felsefe denirken onun mutlak anlamı değil, Yunan Dünyasında özellikle de Aristotalesçilikte belli bir yöntemde somutlaşmış mukayyet anlamı kastediliyordu!

Bu ayrımı daha fazla detaylandırmadan şimdi sorulması gereken soru şudur: İnsanın gücü nispetinde eşyanın hakikatine ulaşabilmesi için ne yapması gerekir? Bu sorunun cevabı bizi kavramsal olarak felsefenin ne olduğuna götürecektir. Şimdi bu soruya cevap verebilmek için felsefeye dair diğer bir ayrım yapalım.

Felsefe Okumak-Felsefe Bilmek-Felsefe Yapmak Ayrımı!

Felsefe okumak bizi adı filozof olan bir grup insanın belli konularda ortaya koyduğu görüşler hakkında genel kültür sahibi yapar. Felsefe bilmek ise filozofların görüşlerini bilmemizi ve onları başkalarına da öğretebilmemizi sağlar. Ancak ne felsefe okumak ne de felsefe bilmek bizi filozof yapar. Bizi filozof yapacak olan şey felsefe yapmaktır. Dolayısıyla filozof denen kişi felsefe okuyan ya da felsefe bilen kişi değildir, filozof felsefe yapan kişidir. Buna göre eğer felsefe; insanın gücü nispetinde eşyanın hakikatine ulaşma çabası ise ve filozof da gücü nispetinde eşyanın hakikatine ulaşmaya çalışan kişi ise filozofun bu hedefine ulaşabilmesi için yapması gereken şey felsefe okumak veya felsefe bilmek değil felsefe yapmaktır. Diğer bir ifadeyle mutlak anlamıyla felsefenin tahakkuk edebilmesi için yapılması gereken şey felsefe yapmaktır! Şimdi bir adım daha ileri atabilmek için felsefe yapmanın ne olduğunu sormamız gerekiyor?

Bir Bilme Süreci Olarak Felsefe ile Bu Bilme Sürecinin Sonucunda Ulaşılan Ürün Anlamındaki Felsefe Ayrımı!

Felsefe yapmak kendi içinde iki temel unsurdan oluşur: Bir bilme süreci olarak felsefe ile bu bilme sürecinin sonucunda ulaşılan ürün anlamında felsefe! Yani felsefe bazen bu bilme sürecinin adı olarak kullanılmakta bazen de bu sürecin sonucunda ulaşılan ürünün yani felsefi bilginin adı olarak kullanılmaktadır. Bu ayrımda önemli olan “Belli bir bilme süreci olarak” felsefedir. Dolayısıyla felsefe yapmak her şeyden önce bu bilme sürecinde tahakkuk eden bir eylemdir. Belli bir bilme süreci olarak felsefenin hangi özelliklere sahip olduğunu ele almadan önce bu ayrımda önemli olan bir noktaya işaret edelim. Belli bir bilme süreci olan felsefe ile bu bilme sürecinin sonucunda ortaya çıkan ürün anlamında felsefe arasında bir zorunluluk ilişkisi bulunmamaktadır. Zira eğer bu ikisi arasında böyle zorunlu bir ilişki bulunsaydı filozoflar arasında cari olan ihtilaf ve anlaşmazlıkların hiç ortaya çıkmaması gerekirdi. Dolayısıyla bir bilme süreci olarak felsefe yapmak zorunlu olarak filozofların her konuda söyledikleri şeyleri kabul etmeyi gerektirmez. Bu bilme süreci sonucunda bir filozofun belli bir konuda hangi sonuca ulaşacağını o filozofun benimsediği yöntem ve temel varsayımları belirler. Dolayısıyla bu yöntem ve varsayımları benimsemeyen birisi için bu sonuçlar zorunlu olmayacaktır. Bu ayrımın diğer bir faydası ise özellikle İslam Düşüncesi geleneğinde karşılaştığımız felsefe karşıtlığının gerçekten hangi anlamıyla felsefeye yönelik olduğunu bize göstermesidir. Doğal olarak bu karşıtlık belli bir bilme süreci olarak felsefeye değil bu sürecin sonucunda ulaşılan ürün anlamındaki felsefe karşıtlığıdır. Yani karşı çıkılan şey bazı filozofların belli konularda ulaştıkları sonuçlardır. Yoksa belli bir bilme süreci olarak felsefe yapılmasına karşı çıkılmamaktadır. Şimdi belli bir bilme süreci olarak felsefenin sahip olduğu özellikleri görelim. Bunun için bunun nasıl bir bilme süreci olduğu sormamız gerekiyor?

Aklî Bir Bilme Süreci Olarak Felsefe!

Felsefe yapmanın en önemli unsuru olan “belli bir bilme süreci olarak felsefe”nin ilk özelliği bunun herhangi bir bilme süreci değil aklî bir bilme süreci olmasıdır. Bu “aklîlik” kaydı hem felsefeyi felsefe olmayan diğer bilme süreçlerinden ayırmakta hem de felsefeye dair bilmemiz gereken pek çok özelliğe kaynaklık etmektedir. Dolayısıyla felsefenin ne olduğunun anlaşılmasında bu “aklîlik” kaydının hangi anlamlara hâvî olduğunun ortaya konması oldukça önemlidir. Bu açıdan bu kaydı ele aldığımızda onun psikolojik, ontolojik, epistemolojik ve yöntemsel olmak üzere farklı anlamları olduğunu görmekteyiz. Şimdi fazla ayrıntıya girmeden bu anlamları ele alalım.

Öncelikle bu kaydın felsefeyi tecrübî bir bilme süreci olan bilimden, vahyî bir bilme süreci olan dinden ve keşfî bir bilme süreci olan irfandan ayırdığını görmekteyiz. Dolayısıyla aklîlik kaydının ilk işlevi felsefeyi diğer bilme tarzlarından ayırmasıdır. Bu kaydın psikolojik anlamı ise felsefenin insanın hangi bilme yetisiyle yapıldığını ortaya koymasıdır. Buna göre felsefe duyular veya şuhut ile değil akıl denen bilme yetisiyle yapılmaktadır. Diğer bir ifadeyle felsefe yapabilmek için varlıkla duyular veya şuhut üzerinden değil akıl üzerinden bir ilişki kurmak gerekmektedir. Varlıkla duyular üzerinden kurulan ilişkiye bilim, vahiy üzerinden kurulan ilişkiye din, şuhut üzerinden kurulan ilişkiye irfan ve akıl üzerinden kurulan ilişkiye de felsefe denmektedir.

Aklîlik kaydının ontolojik anlamı ise felsefî bilginin varlığın hangi veçhesine dair olduğunu bize söylemesidir. Buna göre felsefî bilgi var olanın mahsus veya mekşüf veçhesine değil makul veçhesine dairdir. Bu kaydın epistemolojik anlamı ise felsefî bilginin tecrübî, dinî veya keşfî bilgi değil aklî bilgi olduğunu göstermektedir. Bu kaydın yöntemsel anlamı ise felsefî meselelerin hangi yöntemle çözüleceğini göstermektedir. Buna göre felsefî meseleler ancak aklî bir yöntemle çözülebilirler. Felsefî bir meselenin tecrübî, keşfî veya dinî bir yöntemle çözülebilmesi mümkün değildir. Bütün bu anlamlarıyla “aklîlik” kaydının bize sağladığı epistemolojik avantaj ise varlık alemi hakkında denetlenebilir bilgi elde edilebilmesini mümkün kılmasıdır.

Son olarak bu kayda kaynaklık eden akıldan ne kastedildiğini ortaya koyalım. Felsefî literatürde akıl denilirken epistemologların üzerinde ittifak ettiği altı bilgi kaynağı kast edilmektedir. Bunlar: Dış duyular, iç duyular, hafıza, şuhut (aklî şuhut veya Descartesci şuhut), şahitlik ve istidlal yetisi. Dış duyularla var olanların mahsus veçhesini idrak ederiz. İç duyularla ise nefsanî hallerimizi idrak ederiz, hafıza ile geçmişte olup bitenleri idrak ederiz, şuhut veya sezgi yetisiyle de bedihî olan önermeleri idrak ederiz, şahitlikle görmediğimiz yerler ve şeylere dair durumları idrak ederiz ve istidlal yetisiyle de bu malzemeden formel mantığın ilkelerine uygun olarak çıkarımlarda bulunuruz. Dolayısıyla bu beş bilgi kaynağı ile altıncısı olan istidlal yetisi arasındaki temel fark; bunların bilginin maddesini getirmesi altıncı yetinin ise formel mantığın ilkelerinden hareketle bunlardan yeni sonuçlara ulaşmasıdır. Felsefe literatüründe bazen akıl denirken özel olarak istidlal yetisi ve bu ilkeler kastedilse de özellikle söz konusu bilginin kaynakları olduğunda akıl, bu altı kaynağa verilen isimdir. Bu bilgi kaynakları dışında bazıları, vahyin, telepatinin, telekinezinin ve benzeri yolların da bilgi kaynağı olduğunu iddia etmektedir. Ancak bunlar üzerinde bir uzlaşı bulunmamaktadır.

Şimdi istidlal yetisi üzerinden felsefenin ne olduğuna dair sorgulamamıza devam edelim. İstidlal akıl yürütme anlamına gelmektedir. Aklın yürümesi! Evet işin içinde herhangi bir mecaz olmadan burada gerçekten de aklın yürümesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla felsefe yapabilmek için akıl yürütmek ve akıl yürütebilmek için de aklın yürümesi gerekmektedir. Tam burada felsefe yapabilmek için aklın neden yürümek zorunda kaldığını sorabiliriz? Bunun sebebi süje ile obje arasında ontolojik bir boşluk bulunmasıdır. Süje ile obje arasında ontolojik bir boşluk bulunduğundan akıl bu boşluğu doldurabilmek için yürümek zorunda kalmaktadır. Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak şöyle bir manzara ile karşı karşıya bulunmaktayız.

İnsanın gücü nispetinde eşyanın hakikatine ulaşma çabası olarak felsefenin tahakkuk edebilmesi için felsefe yapmak gerekmektedir. Felsefe yapabilmek için de aklın yürümesi gerekmektedir. Dolayısıyla felsefe yapmanın mümkün olabilmesi için aklın yürüyebilmesi gerekir. Şimdi sorulması gereken soru şudur: Akıl nerede yürüyerek felsefe yapacak veya felsefe yapmayı mümkün kılan şartlar nelerdir? İşte bu tür soruların cevabı bizleri felsefe yapmanın apriori şartlarının neler olduğu meselesinin eşiğine getirmektedir. İşte bu noktada sorulması gereken; felsefe yapmayı mümkün kılan apriori şartların neler olduğudur?

Örtünmenin Türkiye’deki Tarihi/Ahmet BAYRAKTAR

I

Örtü, elbise, giyinme tarihin başlangıcından itibaren şerefin, namusun, statünün simgesi olmuştur. Adem kıssasında “cennet yapraklarıyla örtünmeye çalıştı” ifadesi aynı zamanda Maslow‘un keşfettiği ihtiyaç piramidine de bir atıftır. Giyinme, bizim en temel ihtiyacımız, süsümüz, göstergemiz.

Toplumlar, zihinlerini ve hayallerini elbiselerinin, çadırlarının boyalarına nakış olarak kodlamış. Onları giyinerek muhataplarına mesaj yollamışlar. Alyansın “ben evliyim bana göz kestirme” manasına gelmesi kadim kodların bugündeki yansıması.

Kur’an, Mekke’ye gelip insanlara peygamberin dilinden hitap ettiğinde onların alışık olduğu bir tarz, gündem vardı. Örtünme Kur’an’la gündem olmadı. Başa örtü almak, başı açık gezmek tıpkı bizim alyans gibi bir mesaj içeriyordu. Cariyeler ve fahişeler başlarını örtemezdi. Örtü yalnız toplumca kabul edilmiş meşru nikahlı asil kadınların giysisiydi. Mekkeli bir erkek yolda yürürken kime alıcı gözle bakamayacağını buradan anlayabiliyordu.

Fahişeler ve cariyeler aynı kastın elemanlarıydı. Aralarındaki fark, cariyeler özel fahişelerdi. Sahibinden başkasının yatağına gitmeme hakkı vardı. Cariyenin sahibi isterse onu yapmak da zorundaydı. Köleler insan değil maldı. İnsanların köleleşmesine neden olan en büyük sektör de hac ve kabile savaşlarıydı.

Mekke’nin tek bankası Amr b. Hişam (Ebu Cehil) insanlara verdiği yüzde yüz faizli ve vade geçtikçe artan borçları ödeyemeyenlerin kızına, karısına, kendisine el koyuyor, borca mahsuben Ebu Cehil’in malı oluyordu. (Borçlular kızlarına haciz gelmesin diye küçük yaşta gömüyorlardı. O…u olacağına ölsün daha iyi diyorlardı)

Böyle bir toplumda örtünün emrinin ne anlama geldiği gayet açık. “Bütün kadınlar asildir, başlarını örtme hakkı vardır. Köle dahi olsa onlar fahişe gibi davranılmama hakları vardır. Herkes Allah’ın kulu. Öyleyse hepiniz aynı derecede eşitsiniz ve herkesin örtünme hakkı vardır. Kimsenin örtünmesine engel olamazsınız.”

Örtünme emri hitap ettiği toplumda bir özgürlük ve asalet devrimi idi. İnsanlar örtünmek istiyordu, taciz edilmek istemiyordu. Köleysem bile bir kişinin kölesi olayım, sokakta her gelen bana asılsın istemiyorum demek istiyordu. Örtünün emri o insanları ferahlattı, rahatlattı. Sonrasında işler değişti elbette.

Fakihler, bu emri tarihinden ve bağlamından ayırıp mutlak bir kural olarak yorumladılar. Kadının özgürlüğünün, özgünlüğünün, asaletinin, şahsiyetinin simgesi olan örtü, fetihlerin devraldığı kör bilinçlerin dine müdahalesiyle “kadının gizlenmesi gereken bir hazine” olması ve “erkeğe hizmetle yükümlü varlık” algısının tefsirlerle yerleşen İsrailiyyat algılarının Kur’an yorumu diye İslam’a boca edilmesiyle o özgürlük emri kadın üzerinde toplumun baskı ve yönetim unsuru olmaya başladı ve bugünlere geldi.

Bugün her şeye farklı bakabiliyoruz. Kur’an ayetlerini tefsirlerden değil antropolojinin, arkeolojinin, tarihin ilk eserlerinin söylemlerinden yorumlayabiliyoruz. İsrailiyyata ve onun haberlerini ilim diye bize kusan hoca(!)lara mecbur değiliz.

Bugünlerde bu tipleri akil adam sıfatıyla topluma ittirmeye çalışanları toplum yemiyor. Çünkü bilgiye ulaşım kolay ve herkes istediğini istediği gibi kısmen de olsa ifade edebiliyor. (Bazen sonuçları ağır olabiliyor kabul)

II

Örtünmenin Türkiye’deki Tarihi

Türkiye’de kadınların giysileri Osmanlı zamanında sorun değildi. Hatunlar evlerinin padişahı, erkekler de dışişleri temsilcisiydi. Evde başları açıktı zaten, dışarı çıkarken de örtülerini alıp gidiyorlardı. Ne padişahın ne de berikinin umuruydu. Yahudi ve Hristiyanlar da örtülüydü o zamanlar elbette. En azından şimdiki gibi mini etek giyenine rastlamak mümkün değildi. En fazla başı örtülü değildi. Anadolu kadınının örtü sorunu neredeyse hiçbir zaman olmadı diyebiliriz. Orta Asya’dan gelen haberler kadınların başlarının örtülü olmadığını bildiriyor. Göçebe bir toplumda kadınlara elleşmenin sonuçlarına katlanabilecek kadar cesur erkek yoktu zaten. Obalar belli kabilenin elindeydi. Evlilik de ayrılık da töre’ye göre yapılıyordu. Fahişe ve cariyenin olmadığı bir toplumda kadın elbette orta malı değildi ve Mekke’deki gibi bir algının Orta Asya toplumlarında olmasını beklemek de mümkün değildi. Orta Asya kadınları bugünün bazı tiplerinden çok daha tesettürlü, edepli, iffetli, asil kadınlardı. Toplumun erkekleri de bu algıyı destekliyor, kadını bir nesne olarak gören Arap kültürünün tam zıddına, evlilikte ve ayrılıkta kadına söz veriyorlar, kadın erkeğin hizmetçisi değildi ama erkek evinin eriydi. “Sen ne bilirsin karı” gibi bir cümle dökülmezdi erkeğin ağzından.

Bu kadim töre, İkinci el İslam yorumlarının ve fıkıh hükümlerinin etkisiyle ezildi, büzüldü, bitirildi. Arapların erkek-egemen, kabileci, köleci kültürünün ürettiği fıkıh, Türk yurduna giydirildi. Osmanlı’da bu minvalde bir kültür krizi oluştuğuna dair benim bilgim yok. Bunun en büyük sebebi yerleşim yerlerinin küçük, evin avlulu olması. Kadınlar zaten serbest, ihtiyaçları da karşılanıyor. Bir eli yağda bir eli balda. Osmanlı fıkhındaki erkek egemen dile rağmen kadın-erkek krizinin olmamasını şehir mimarisine ve estetiğine bağlıyorum şahsen. Ve tabii ki halk arasında halen cari olan törelere, sosyal ilişkilerin genel bir kabule dayanmasına.

III

Örtünmenin Tarihi

Cumhuriyet elbette bize gökten inmedi. Sanayi devrimi, modernleşme, ilmiye sınıfının çürümesi, rüşvet, torpil vb. birçok neden toplumu çürüttü, ilerlemeyi durdurdu. Biz dururken millet ilerliyordu ve o ilerleme geldi sınırımıza dayandı. Osmanlı padişahlarının niyeti halisaneydi ya da değildi bilemem ama vaka o ki çürüme her yerdeydi. Bilim, kültür, sanayi durduğunda ekonomi de durur. Kazanılmayan paranın vergisi de alınamadığına göre geliri olmayan şirketler gibi devletler de çökecekti. Çöktü.

Yeni devletin değer ve ilkeleri evrensel olmak zorundaydı. İslam’ı yalnız Arapların dini gibi algılayan, hutbeyi dahi halkın diliyle, Türkçe okutmayan bir din algısının yeni dönem için sahih ve sağlam bir dil oluşturmasını bekleyemezdik ki öyle oldu. Cumhuriyet kafir düzeni, devlet gavur devleti oldu uzun bir müddet.

Gerçek olma ihtimali nedir kesin bilgim yok fakat görgü tanıklarının anlattığı Kur’anları yakma, tarlada kadınların başını açma gibi durumların varlığı ve yaygınlaşması, halkı devlete karşı biledi. Devlet okuluna giden komünist olur algısı, Müslüman halkı esnaflık ve köylülük kastında bıraktı çoğunlukla.

Şehirlere göçle birlikte şehirde yaşayan köylülere dönüşen Anadolu halkı, bu çelişkisini arabesk ile hafifletmeye çalıştı. Cemaat ve tarikatlar da bu dönemde palazlanmaya, örgütlenmeye başlamıştı. Köyün hocasıyla gece gündüz sohbet edebilen hacı emmi, onun yarım hoca karısıyla sohbet eden hacı teyze şehirde yetimdi. Horantaların karnı köyde doymayınca, şehirde zenginleşen marabalar ağalara omuz atmaya başlayınca “benim ondan neyim eksik” algısı salgına dönüştü ve büyükşehirler hınca hınç dolmaya başladı.

Şehirde doğan çocuklar okulda öğretmenlerinden farklı şeyler duyuyor, öğreniyor, milli eğitim kendi tebaasını yaratıyordu. Buna bir son vermek için cemaatler sohbet halkaları kurup ev sohbetleri düzenlemeye başladı. Buraların temel mevzuu “Biz köylü müyüz, şehirli mi” idi. Alenen bu dillendirilmese de meselelerin mahiyeti bunu açıkça ortaya koyuyordu.

IV

Örtünmenin Tarihi

Müslüman kesim önce kızlarını okula göndermeyerek sisteme tepkisini ortaya koydu. Peki iyi güzel de okula giden erkeklerin yanındaki kızlar kimden? İş böyle olunca zengin Müslümanların oğlanları, zengin modernlerin kızlarıyla tanışıp evlenmeye, evlenememeye başladı. Bu kriz erkek ve kız ayrı imam hatiplerin açılmasıyla biraz olsun aşıldı. Ama bu sefer TV ortaya çıkmıştı. Orada batının vitrine çıkardığı güzel hatunlar arz-ı endam ediyor ve erkekler de buna bayılıyordu. Kadınlar bundan haberi yokmuş gibi davranıyor ama içten içe de bu çelişkiyi, krizi yaşıyorlardı. Bazı erkekler kadınları tam örtünmek için baskılıyor, kendileri ise en güzel, alımlı hatunları elde etmek için yarışıyordu.

Toplumun gelişmesi, Müslümanların devlette ve ekonomide yerler edinmesi cumhuriyetin İslam’a düşmanlık yorumunu benimseyen kliklerce görüldü ve yok edilmeye karar verildi. 28 Şubat, devleti ele geçirmeye ahdetmiş, güvenli yollardan modernleşmeyi keşfetmiş Müslümanları bir tercihe zorladı. Dininin en büyük görüntüsü olan başörtüsünü açacak mısın yoksa bu yarışta geriye mi düşeceksin?

Başörtüsü İslam değildir, fetvasını veren şahsın bu süreçten en kazançlı çıktığını biliyoruz. O ve cemaati 28 şubat sonrasında İslam’ın Türkiye’deki görünen yüzü oldu. Okumuş çocukları bursladı, okumayacakların parasını cemaatine hortumladı. Müslümanları “Ya bendensin ya da hiçsin” cümlesini kabul etmeye zorladı. Ben tek gücüm demek istedi.

Haksız değildi. En büyük güç onlardı. En büyük partide o dönemde onlarla birlikteydi. İki bine geldiğimizde dünya aya biz yayaydık. Herkesin gündemi teknoloji, ekonomi iken biz başörtüsüne takılmıştık. Esas gündemin o olmadığı, 50 küsur milyar dolarlık banka hortumlamasıyla gün yüzüne çıktı ve iktidar ekonomik krizle devrildi.

V

Örtünmenin Tarihi

Yeni dönemde insanların beklentisi ekonomi, Müslümanların beklentisi başörtüsüne özgürlüktü. O dönemde ekonomik sıkıntıyı hissediyorduk ama ailem en çok dinin kaybolmasından endişe ediyordu. 2002 seçimleri Türkiye’deki bütün kesimler için bir ferahlama olmuştu. Herkes umduğunu bulmuş, hükümet tek başına iktidarın verdiği gücü halkın refahına yansıtmaya, bu arada da Avrupa Birliği standardını öne koyarak batılı statükoyu psikolojik savaşta alt etmeyi ve Türkiye’yi özgürlükler ülkesi yapmayı başarmıştı. Hükümetin yalnız başına bu işin altından kalkma ihtimali yoktu. Sivil toplumun en büyük temsilcisi de ondan yana gibiydi. Ta ki hükümetten aldığı desteği yurt dışından aldığı gazla birleştirip “Ben bu ülkenin efendisiyim” söylemine bırakana kadar.

Onunla beraber hareket edip bütün yerleşik düşmanlarını alt eden hükümet, artık en büyük düşmanına göz kestirip ondan da kurtulmayı kafasına koymuştu. Yolun sonu on beş temmuzda bitti.

Bütün bunlar olup biterken Türkiye gelişiyor, kentleşiyor, internet evlere giriyor, cep telefonları, whatsapp, iletişim ve medyanın her türü insanların çocukların ceplerine giriyordu. 90’da doğan bir çocuğun şu anda 31, iki binde doğanların 21 yaşında olduğunu düşündüğümüzde iletişim neslinin nerelerde olabileceğini görmek zor değil.

Kentte doğup kentte büyüyen, okul, kafe, tv, medya, dizilerle kendini kültürleyen bu insanlar şu anda kırkına yaklaşmış durumda. Erkekler kendilerine giydirilmeye çalışılan klasik elbiseyi reddediyor. Hadis diye önüme koyduğunuz şey uydurma diyebiliyor. Kadınlar açısından durum çok daha farklı.

Dini kurallara tamamen uyan annesinin, zengin babası tarafından güzel ve alımlı bir hatunla aldatıldığını gören çocuk, komşusunun farkına vardı. “Bu erkeklerin derdi din değil, kendi keyfi. Madem öyle ben de nasıl istersem öyle olurum. Elin çirkin bücür kadını süslenip püslenip benim kocamı elimden alacak ben de sizin gibi erkeklerin ağzına bakıp kös kös oturacağım öyle mi?”

Bizim özgürlük diye yanıp tutuştuğumuz ortam erkeklerin alt beyninin at koşturabileceği cinsel açılımları kadınların da bu yarışta tek başınıza değilsiniz diyerek kendi güzelliğini, değerini ortaya koyması için müsait ortamı oluşturdu. Erkeklerin yıllar boyu ketledikleri cinsel açlıklarının toplumun her alanında karşılaştıkları örtülü, örtüsüz kadınlar ile şaha kalkışı, din namına savundukları değerlerin tamamını değersizleştirdi.

Onlar kendince haklıydı, kadınlar da. İlahiyat bitiren kadınların başını açmalarındaki süreç böyle işledi. Önce süslü eşarplar, sonra süslü saçlar. Başörtüsünü savunan mücahitlerin ihale avcısı Rambo’ya dönüşmeleri din savunuculuğunun bir para hortumlama servisi olduğu algısını yerleştirdi. Dini değerler maddileşti. Dinin maddeyi lanetleyen genel algısı bu sefer kendini vurdu. Zengin hocaların, Müslümanların anlattığı din, insanları dinden tiksindirdi. 90’larda dinin simgesi olan başörtüsü, 2020’ye geldiğimizde “canım isterse takarım kimse karışamaz” nesnesi oluverdi.

Mutsuz, adaletsiz, güvensiz Türkiye E. Fuat Ketyman/23/02/2021

İnsanlarımızın gözünde ve algılarında nasıl bir Türkiye’de yaşıyoruz? 

Ya da ülkemizde insanlar mutlu mu? 

Adaletli bir ülkede yaşadıklarını düşünüyorlar mı?

Kurumlara güveniyorlar mı?

İnsanlara güveniyorlar mı ya da birbirimize güveniyor muyuz? 

Bu sorulara yanıtını son günlerde yayınlanan araştırma verilerine bakarak bulabiliriz.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2003’ten beri her yıl düzenli yaptığı “Yaşam Memnuniyeti Araştırması”nın 2020 sonuçları açıklandı.

İnsani Gelişme Vakfı (İNGEV) 2018 ve 2020’de yaptığı “Sosyal Uyum Karşılaştırmalı      Araştırması”nın sonuçlarını yayınladı.  

Her iki araştırmanının verilerine baktığımız zaman görüyoruz ki: Güzel ülkemiz insanların mutsuzlaştığı; birbirlerine ve kurumlara güvenmediği; başta gelir adaletsizliği olmak üzere, ciddi adalet sorunları yaşayan “mutsuz, güvensiz, ve adaletsiz bir ülke”ye dönüşüyor.  

Dönüşüyor diyorum çünkü en azından mutluluk araştırmasının gösterdiği gibi bir zamanlar, 2000’li yıllarda, yüzde 50’nin üzerinde mutluyum diyen insanların olduğu bir Türkiye vardı.

Karar ekonomi yazarı İbrahim Kahveci’nin, bu konudaki yazısında (19/02/29021) doğru olarak saptaması gibi “Bir zamanlar mutluluk vardı”. Ama artık yok, ya da giderek yok olmaya doğru gidiyor.

Mutsuz bir ülke”de yaşıyoruz. 

Benzer durum, güven alanında da yaşanıyor.

İnsanlar kurumlara güvenmiyorlar. Kurumlara güvensizlik son yıllarda giderek artıyor.  

Özellikle, mahkemelere, siyasi partilere, (yerleşik) medyaya  ve TV’ye güven ciddi oranlarda azalıyor. 

Bizi yöneten ve bilgi almamız gereken kurumlara güvenmiyoruz.  

Kurumlara güven duymadığımız bir ülkede yaşıyoruz.

Dahası birbirimizede güvenmiyoruz. Hele bizden farklı olanlara güvensizliğimiz yüksek derecede.  

Türkiye’de, başta gelir adaletsizliği sorunu olmak üzere, hukuk ve devlet ile ilişkiler ve diğer alanlarda da ciddi adaletsizlik sorunu yaşandığına inanıyoruz.  

Eşit vatandaşlık duygusunun az olduğu, diğer bir değişle vatandaşların eşit olmadığı duygusunun yüksek olduğu düşüncesi giderek güçleniyor. 

Adaletsiz bir ülkede yaşıyoruz duygusu yaygınlaşıyor.   

Ek olarak son yıllarda topluma “aidiyet” uygusunda da ciddi düşüşler var. 

Kurumlara ve birbirimize “güvensizlik + adaletsizlik” sorunları “aidiyet duygusunda düşüklükle” birleşince o ülkede “sosyal uyum” eksikliği var sonucu da çıkıyor. 

Ülkemiz “sosyal uyum” alanında zayıf performans gösteren bir ülke görüntüsü veriyor.

Karşımızda, son yıllarda giderek “mutsuz, güvensiz, adaletsiz bir ülke” ye dönüşen ve “sosyal uyum sorunu” yaşıyan Türkiye tablosu var. (bu açıklamaların rakamsal karşılıklarını okuyucular yukarıda referans verdiğim araştırmalara bakarak görebiliriler.) 

Peki niye bu tablo karşımıza çıkıyor? 

Ya da bu tabloyu nasıl okumalıyız?

Bu bağlamda önemli gördüğüm dört noktayı vurgulayarak bitirelim:

Birincisi, 2002 Kasım ayından bugüne Türkiye’yi yöneten AK Parti iktdarı ve son yıllarda bu iktidarın uygulamaya soktuğu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içinde özellikle 2018’den bugüne Türkiye tablosu giderek artan bir şekilde “mutsuz, güvensiz ve adaletsiz bir ülke” tablosuna dönüşüyor. Hatta bu on sekiz yıllık dönem içinde “mutlu Türkiye’den mutsuz Türkiye’ye dönüşüm” yaşandığını söylemeliyiz. Bu olumsuza gidiş eğiliminin devam etme olasılığı da yüksek;

İkincisi, mutsuzluk eğiliminin iç bileşenlerine baktığımız zaman görüyoruz ki eğitimli-kentli-orta sınıfların giderek mutsuzlaştığı bir Türkiye tablosu var. Son yıllarda kendilerini giderek daha fazla mutsuz hissedenlerin içinde birinci sırayı eğitimli kesimler alıyor. Mutsuzluk hissinde ciddi artış eğitimli kesimlerde yaşanıyor. Örneğin 2004 yılında bu kesim içinde mutluyum diyenler yüzde 66.8 oranındayken, bugün yüzde 46.1’e düşüyor. Bu kadar düşüş yaşanmasa da lise ve lise altı eğitimli olanlarda da düşüş var. Onlar da mutsuz. 

Bu nokta da işsizliğin, hayat pahalılığının ve demokrasi-adalet sorunlarının mutsuzluğa etki ettiğini söyleyebiliriz.      

Üçüncüsücü, yıkıcı kutuplaşma sorunu toplumdan ziyade siyasi liderlerden, siyasi partilerden ve yönetim aktörlerinden kaynaklanıyor. Buna karşın, kutuplaşma sorununun toplum içinde ve kimlikler arasında yıkıcı düzeyde yaşanmadığını görüyoruz. Toplum bir şekilde farklılıklar içinde birlikte yaşayabiliyor. Ön yargılar, ötekileştirmeler olsa bile toplumsal düzeyde ve kimliklar-arası ilişkilerde kutuplaşma oranlarında düşüş var. Bunun nedenlerinden biri de son yılda toplumun her kesimini etkileyen sağlık ve salgın sorunu olabilir. Sağlık (aşı, ilaç, tedavi gibi)  gıda ve su gibi temel ihtiyaçların kimliklerden çok daha etkili bir sorun alanı oluşturması ve bu bağlamda oluşan algı ve endişe, kimlikler arası ilişkiler temelindeki kutuplaşmayı azaltıcı yönde rol oynamış olabilir. 

Siyasi düzeydeyse, gerek liderlerin ve siyasi partilerin seçim kazanmak ve tabanlarını korumak için kutuplaşma sorununu kullanmaları, gerekse de söylem ve tavır düzeylerinde çok sert ve diğerini/ötekini şeytanlaştırma çabası içinde olmayı tercih etmeleri, kutuplaşma sorunun yıkıcı nitelik kazanmasına neden oluyor; ve

Dördüncüsü, bugünün Türkiye’sinde siyasilerin gündemi ile toplumun gündemi giderek artan bir biçimde farklılışıyor hatta kopukluk yaşıyor. Toplumun talepleri siyasilerin gündeminde yer almıyor.

Bir tarafta siyasi ve toplum yönetimi düzeylerinde, güçlü sesle dillendirilen “devlet bekası, devlet güvenliği, dış güçler, sadakat ve sabretme” söylemi ve “kutuplaşmış siyasi rekabetin” çizdiği bir Türkiye tablosu diğer tarafta da toplum düzeyinde ve insanların algılarının ve hislerinin ortaya çıkarttığı “mutsuz, güvensiz, adaletsiz bir ülke” görüntüsü veren Türkiye tablosu ile karşı karşıyayız.

Gördüğümüz; “İki Türkiye”; “İki Farklı ve Kopuk Türkiye” tabloları.  

Birbirinden farklı ve kopuk iki Türkiye algısı ve görüntüsü, kutuplaşmış ve bölünmüş bir ülke tablosunu ortaya çıkartıyor.  

Türkiye’yi yönetenlerin ilk işinin ve amacının bu kopukluğu gidermek olması gerekir. Ama siyasi düzeylerde yapılan tercihler ve kullanılan söylem bu kopukluğun giderek daha da derinleşmesi olasılığını güçlendirici bir nitelik taşıyor.

Beşincisi, dostum Bekir Ağırdır’ın son kitabının başlığında ve benim de yazılarımda ve konuşmalarımda vurguladığım gibi yıkıcı kutuplaşma sorunu tarafından rehin alınmış Türkiye “Hikayesini Arayan Gelecek” içinde görülebilir, çalışılabilir.  

Fakat vurgulayalım ne hükümetin ne de muhalefetin yeni bir hikayesi var. Türkiye yeni bir hikaye gereksinimi içinde. Yeni hikaye, mutsuzluk, güvensizlik, adaletsizlik sorununa çözüm bulmaya katkı verecek bir hikaye olmalı.  

Ne Türkiye’yi yönetenlerin muhalefeti şeytanlaştırmaya ve tüm ülkeyi sadakate ve sabretmeye davet eden dili ne de muhalefetin söylemi toplumun taleplerine, algısına ve duygularına yanıt verecek nitelikte.

Hikayesini kaybetmiş Türkiye, aynı zamanda, mutsuz, güvensiz, ve adaletsiz bir Türkiye’de.

Toplumun duygu ve taleplerine yanıt verme zamanı ne zaman gelecek?