AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 3
Kasım’dan bugüne gelen süreçteki siyasal serüvenimizi zihnimizde bir film
şeridi gibi yeniden canlandıralım.
Türkiye 28 Şubat’ın yasakçı, baskıcı
atmosferinden kurtulmuş ve 3 Kasım sabahında yeni bir Türkiye’ye uyanmıştı.
AK Parti’nin açtığı yeni sayfa son derece
net ve yeni bir gelecek vaat ediyordu: “Partimiz, ülkemizin Avrupa Birliği’ne
tam üyeliğini, modernleşme surecimizin doğal sonucu olarak görmektedir AB
kriterlerinin ekonomik ve siyası hükümlerinin hayata geçirilmesi, devlet ve
toplum olarak birlikte çağdaşlaşmamız yönünde atılacak önemli bir adımdır.
Partimiz hukukun üstünlüğüne dayalı yönetim anlayışının teminatı olacaktır.”
Sonra AK Parti artık herkesin malumu
olduğu üzere, 2011 yılından sonra kendi reformist kimliğinden ricat ederek
bizzat hayata geçirdiği özgürlüklerin, hak-hukuk, adalet gibi evrensel
değerlerin karşısında bir siyasal duruşun temsilcisi haline geldi.
Kabul etmek gerekiyor ki Türkiye’nin
siyasal yönelimi açısından milat olarak kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet
Sistemi ile birlikte AK Parti de demokratik hayallerden vazgeçerek daha
otoriter ve tekçi bir yapıya evrildi.
İşte bu muhafazakar soslu ulusalcı AK
Parti’nin yeni döneminde artık hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, şeffaflık,
liyakat ve hesap verilebilirlik gibi evrensel değerlere ihtiyaç yok.
Demokratik ve hukuki görünürlük anlamında
giderek dünyaya kapılarını kapatan Türkiye, ekonomik rasyonaliteye de itibar
etmeyen bir istikamete yöneldiği için finansal kaynak bulmakta da derin bir
kriz yaşıyor. Ne yazık ki gerçeklik algısı kaybolduğu için iktidar açısından
bunların hiçbirisi sorun teşkiletmiyor artık...
Düşünün ki Türkiye gibi büyük ve güçlü bir
ülke finansal kaynağı olmadığı için pandemi sürecinde halkına gerekli parasal
destek sağlayamıyor ve en acısı da iban numarasıyla halkından parasal destek
istemek zorunda kalıyor. Ama bütün bunlar iktidar açısından asla bir sorun
değil.
Zira bu ülkede hala “Biz bize yeteriz”
gibi veciz sloganlarla ikna edebileceği büyük kitlelerin olduğunu çok iyi
biliyor...
Nasıl olsa insanlar yıllarca hasretini
çektikleri Ayasofya’nın açılışıyla ekonomik sıkıntılarını unutup mutlu
olabiliyorlar. Böylece başkalarının özgürlüklerinin kısılmasını,
haksızlıkların, hukuksuzlukların, yolsuzlukların yapılmasını çok da dert
etmeyebiliyorlar.
Böyle bir ortamda evlere şenlik diyanet
işleri başkanımızın Ayasofya’da yalın kılıç hutbeye çıkıp beddua seansları
düzenlemesinden daha doğal ne olabilir ki...
Ve tabi olarak “Ayasofya’nın dirilişi,
medeniyetimizin yeniden yükselişi olacaktır” gibi ucuz ve hamasi masallardan
güç alan birileri hilafet rüyaları görmek için sıraya girecektir.
Maalesef namaz kılmaktan çok gösteri için
Ayasofya’ya koşan insanlarımızın dindarlık algısı bu kadar... Kabul edelim ki
hala hilafeti dinin bir rüknü gibi kabul eden “görsel dindarlar”dan oluşan bir
toplumda demokratik değerlere, hukukun üstünlüğüne, liyakate ve ehliyete itibar
edilmesini beklemek bir hayalden ibarettir.
Oysa biliyoruz ki hilafetin dinle uzaktan
yakından bir alakası yoktur. Hilafet ilk dönem Müslümanlarının bulduğu bir
yönetim biçimidir ve siyasal bir kurumdur. Ve de yüzyıllar öncesinde kalmıştır,
dolayısıyla yaşadığımız dünyanın gerçekliğine tekabül eden bir sistem değildir.
Eğer bugün birileri hala hilafet rüyaları
görmeye devam ediyorsa, bilelim ki bu “ben bu çağın insanı değilim” demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.