Hiç olmazsa herhangi bir işin gerektirdiği kadar bilgi sahibi olmadan hiçbir şey olunmayacağı gibi ahlaklı da olunmaz.
Bunu da ancak bilgide gelişmiş olanlar
anlar. Zira meşhur fıkıh ve ahlak âlimi Mâverdî’nin bin yıl önce dediği gibi “bilginin
önemini anlamak için yine bilgiye ihtiyaç var.” Öyleyse her alanda olduğu
gibi ahlakta da öncelikle neyin iyi neyin kötü olduğunu, ödevlerimizin neler
olduğunu, onları niçin ve nasıl yapmamız gerektiğini bilmek zorundayız.
Ama ahlâk esasında uygulama, yaşamadır; ahlakta bilgi araç, eylem amaçtır. Ahlâktan beklenen şey, birey, toplum ve insanlık olarak hayatımıza adalet, sevgi, düzen, barış gibi yüce değerler katmasıdır.
Öte yandan “bilgi her şeydir” deyip teorik olarak ahlakı gereksiz bir yük görenler de olmuştur. Ancak böyle birinin mesela kendi haklarının çiğnenmesinden, aşağılanmaktan mutlu olmayacağı gerçeği bile ahlakın vazgeçilmezliğini gösterir. Elbette toplumlar hukuksuz yaşayamaz; ama her şey de hukukla düzeltilemez. İnsanlığın mesela birbirine güvenmeye, sevgi-saygıya, yardımlaşma ve dayanışmaya da ihtiyacı var. Bunlar ise ahlâkî bilinç, irade ve sorumluluk gibi hukuk kurallarına göre daha genel ve daha saygın motiflerle olur. Bu sebeple birçok Batılı ateist düşünür bile ahlâkı reddetmedi; her biri kendi felsefî öğretisine uygun ama dinden bağımsız, seküler yahut laik bir ahlâk kurmaya çalıştı.
***
Kuşkusuz seküler hatta ateist kesimlerin bile saygı duyduğu, gösterişsiz ama hayatı derinden etkileyen, ahlâkîleştiren bireysel ruh disiplini ve yüceliği anlamında bir dindarlık ve eskilerin “insan-ı kâmil” dedikleri bu anlamda dindarlar vardır. Ancak fanatik, öfkeli ve dayatmacı “dindarlık” veya gösterişçi, çıkarcı, oportünist ve ikiyüzlü “dindarlık” türleri ve böylesi “dindarlar” da var ki, din dışı ahlak arayışlarının ortaya çıkmasında bunların etkisi inkâr edilemez. Batı dünyasında Hıristiyanlığın gözden düşmesinin en önemli müsebbibi dinî kimlikli kişiler ve kurumlardır. Benzer bir gelişme –aradaki bazı kültürel farklarla birlikte- İslâm dünyasında en yoğun şekilde şimdilerde yaşanmaktadır.
Hem entelektüel dünyanın hem halk
kesimlerinin şikâyetçi olup eleştirdiği, kimilerini deizm, ateizm gibi yollara
iten de –görüldüğü kadarıyla- ahlâkî bakımdan hayli sorunlu olan bu sözde
dindarlıktır. Bilhassa son zamanlarda sıklıkla dile getirildiği üzere, birçok
kişi ve çevreler, kendilerini din dışına iten sebep olarak bu sahte dindarları,
“din tüccarları”nı göstermektedirler.
İngiliz filozof ve sosyolog Herbert Spencer yüzyıl kadar önce özetle şöyle demişti: Ahlâk buyrukları, varlığı kabul edilen manevi kaynağından aldığı otoriteyi kaybetmiş, bu yüzden ahlâkın dünyevileşmesi kaçınılmaz olmuştur. Mevcut kabulleri reddedenlerin çoğu artık bu kabullerle donatılmış ahlâkî denetimlerin rahatlıkla aşılabileceğine inanıyor. “Ahlâkın Temelleri” adlı kitabın yazarı Henry Hazlitt’e göre Spencer’in o zaman duyduğu korkular en azından büyük oranda onun ileri sürdüğü nedenlere bağlı olarak gerçekleşmekte, Spencer’in zamanından buyana dindeki (Hıristiyanlık’taki) çöküş ile birlikte ahlâkta da bir çöküş sürmektedir.
***
Sonuç: Yüzü aşkın
ilâhiyat fakültemizde binlerce hocamız ve onların “yetiştirip” din
hizmetlerine gönderdiği bir din görevlileri ordumuz var. Bu büyük camia, dinin
bugünü ve geleceğiyle ilgili belirttiğimiz devasa sorunu ne kadar
görebiliyorlar? Servet, şöhret ve siyaset karşısında erimeyen yüksek
karakterler yetiştirecek bir dinî düşünce ve hizmet anlayışını ne kadar
kavrayabiliyorlar acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.