Türkiye’de İslâmcılık muhtelif açılardan
defalarca tartışıldı, tezlerin ve kitapların konusu oldu. İslâmcılığı
dönemlendirme sorunu, modern mi, geleneksel mi olduğu, kökenleri,
anti-emperyalizmle ilişkisi, (mücahitten müteahhide) kapitalizmle ilişkisi, son
zamanlarda ise özellikle İslâmcılığın demokrasiyle ilişkisi ve yeni-İslâmcı
kültürün yaşam tarzları üzerine bolca metin mevcut. Lakin İslâmcılığın zihniyet
kalıpları ve iletişimsel-kamusal pratikleri hâlâ yeterince tartışılmış değil.
Oysa İslâmcı siyaset yapma tarzını muayyen zihinsel ve kültürel üstyapılar
belirlemektedir. Bu üstyapıların da dayandığı belirli sosyoekonomik altyapılar
mevcuttur. Bu yazıda İslâmcı çevrelerin halihazırdaki zihinsel daralmasının
sebebi olduğunu düşündüğüm iki temel karakteristiği, yani agorafobiyi (kamusal
alan korkusu) ve gerontokrasiyi (yaşlıların yönetimi) tartışmaya açmak
istiyorum.
Bu yazının erimi Osmanlı’dan bu yana
İslâmcılık değil, kabaca Özal dönemi ve Soğuk Savaş sonrası Türkiye’deki
İslâmcı entelektüel serüvendir. İslâmcılığın siyasi ve entelektüel olarak daha
güçlü temsil kazandığı 90’lı yıllara baktığımızda pratiklerinde müthiş bir
canlılık görülürken (siyasi partiler, etkin muhalefet, örgütlü silahsız
mücadele, yaratıcı sivil itaatsizlik ve madun teknikleri) entelektüel yönden de
naif ama devingen bir canlılık göze çarpmaktadır. Batı’dan gelen uygulama ve
teorilere ilgi ve alternatif üretme arayışı, tutkulu bir okuma açlığı, sentez
merakı, romantik ruhla düzenlenen şiir geceleri, farklı ideolojilere ve
coğrafyalara yönelik dikkat, sürekli sayısı artan yeni dergiler gibi birçok
çabada entelektüel bir hareketlilik ilk bakışta fark edilir. O dönemde bu
çabayı ortaya koyanların sosyoekonomik olarak daha çok taşralı ve yoksul
ailelerden büyük şehirlere okumaya gelmiş üniversiteli gençler olduğu görülür.
Bu gençler üniversiteyle, şiirle, çevirilerle karşılaşıyor, çözümü İslâmi esaslarda
dizayn edilmiş bir toplum modeli kurmakta görüyor ve buna uygun yeni bir İslâmi
zihinsel açılımın ve sentezin gerektiğini düşünüyorlardı. Bu üniversiteli
gençler çarpık kentleşmenin de etkisiyle mahalle düzeyinde bağlantılar kurarak
cemaat evleri, vakıflar, camiler, yayınevleri, yurtlar gibi mekânlarda
buluşuyor; hiyerarşik olarak abi, reis, imam, hoca gibi figürlerin altında,
iletişimsel olarak da bunun izdüşümü olan sohbet halkalarında birleşiyorlardı.
Yaygın himmet, yardım, burs biçimleri, bağış öğrenci evlerini ve vakıfları
ekonomik olarak desteklemekteydi. Hiyerarşik ve iletişimsel olarak açık bir
yapının varlığı her zaman için şüpheliydi. Dolayısıyla 90’lı yılların
üniversite öğrencileri, genç akademisyenleri ve aydınları bir yandan sıkı bir
yazı faaliyetinin içinde bulunup İslâmcıların sevdiği tabirle “hür tefekkürün
kalesi” addettikleri dergilerde ve diğer süreli yayınlarda kamusal tartışmalar
yürütüyorlardı lakin diğer yandan aslında yazıya dayalı bir şehirli kültür
içinde değil, sözlü sohbet kültürünün etkisi altındaydılar.
Zamanla bu ağlar giderek büyüdü, el
yordamı ile teorik açılım yapmaya çalışan genç akademisyenler organik aydınlar
oldular, ancak hiyerarşik “abiler” ve iletişimsel “sohbet” kültürü yaşamaya
devam etti. Sosyoekonomik altyapı tümüyle değişmesine rağmen, şehirli bir yazı
kültürüne geçemeyen İslâmcılar, himmet toplamada, gizli örgütlenmede,
kayırmacılıkta, birbirlerini desteklemekte çok başarılı olmalarına rağmen yeni
bir yazı kültürü üretemediler. Ekonomik altyapı değişince ve siyasi güç elde
edince kurumsal imkânlar büyük ölçüde genişledi ancak sonuç evrensel bir
ekonomiyi yöneten mahalli idareler şeklinde kaldı. 90’lı yıllarda ortaya çıkan
zihin yapısının üzerine yeni taşlar eklenemedi, yeni kuşaklar birikimsel bir
ilerleme sergileyemedi. En iyi senaryoda, 2000’li yıllarda İslâmcı çevrelerdeki
okumuşlar artık çok daha evrensel, Batı kültürüne daha aşina, daha teknokratik
ve bilimsel hale gelmişlerdi. Artık dünyanın en iyi üniversitelerinden mezun
birçok genç sosyal bilimci vardı ama bu kişilerin “okumuş kardeşler” olmaktan
başka ya da CV doldurmanın ötesinde İslâmcı zihnin faaliyet sahasının
gelişmesine ve dönüşmesine katkıları eğitimleriyle doğru orantılı olmadı.
İslâmcı camianın içinden gelen yeni sosyal bilimciler kurtuluş reçetesi olarak
sunulan “klasiklerin” ve onları okuma biçimleri ile arasına mesafe koyuyor,
İslâmi Rönesans hülyasını sürdürmektense Amerikan akademisinin soru ve
metotları ile ilgilenmeyi daha sahici buluyor. En kötü senaryoda ise, eski
İslâmcı söylemleri kullanarak hızlıca yükselen, pragmatik, işini bilen, düşük
profilli akademisyenler bol miktarda.
Bu kısa ve aşırı genel tarihsel gelişime
dayanarak soruyu şöyle formüle edebilirim: 90’lı yıllarda İslâmcılar daha az
kültürel ve eğitsel sermayeye sahip olmalarına rağmen etkili organik aydınlar
üretebilmişken, ardından gelen nesil akademik ve ekonomik olarak çok daha
yetkin ve başarılı olmasına rağmen neden yeni bir çizgi üretmedi? Neden İslâmcı
zihin bir yerde durdu kaldı, açıkça ifade edilmiş, belirgin yeni açılımlar,
tarihsel bir hikâye kurmaya imkân verecek diyalektik ilerlemelere yol açmadı?
Bu soruların cevapları (eleştirel,
analizci, bireyci, kendine dönük, ilerlemeci) yazılı kültür ile (canlı,
kümeleyici, sohbetçi, dışa dönük, hatip-kişi kültü olan) sözlü kültür
arasındaki ayrımda bulunabilir. İleri teknolojinin ortasında sözlü kültürün
pratiklerini bilinçdışı olarak sürdürmek; organik bir bütünlük içinde durmaya,
fikirleri açıkça beyan etmemeye, canlı kardeşliği öldürmemeye, bireylerden
düşünceleri soyutlamamaya, öncü kuşakları hayranlık duyulan manevi şahıslara
çevirmeye, eleştiriyi ad hominem kavramaya sebebiyet verir. Sohbetçi kültür;
grup psikolojisini, hayran olunacak ideal konuşmacı-önderi merkeze koyar.
Sözlü-sohbetçi kültür analizden ziyade kelime oyununu, retoriği, hazırcevaplığı
tercih eder. Bireysel üretimden ziyade kolektif kimliği önemser. Düşünceden
ziyade duygusal anlatıyı önceler. Bu kültürde (maddi ve düşünsel) kaynaklar
açıkça belirtilmez, lütuf ya da ihsan olarak görülür. Emeğin yerini gayret
alır. Bu kültür, düşünceleri ile kendini ortaya koyan birey-yazarı değil,
okuyan gayretli kardeşleri üretir. Nihayetinde bu kültürde yetişmiş insanlar
Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde okuyup ABD’de doktora yaptıklarında dahi
kültüre esaslı bir ekleme yapamazlar. Sohbetçi kültür Weberci geleneksel
otoritenin tahakkümü altında, eskilerin hiç devrilmediği gerontokratik bir
kültürdür. Eskiler devrilmediğinden ölülerin gölgesi yaşayanların üzerine
çökmektedir. Bu durum kendini açıkça ifade eden bireylerden ziyade çekingen,
kamusal söz söylemek yerine güvenli kariyer yapmaya odaklı, agorafobik bir
kimlik üretmektedir. Agoraya çıkanların ise aslında pek çoğu sahnede kendisi
değildir. Sözlü kültürün önemli bir özelliği büyüklerden aktarmaktır.
Büyüklerin sözleri gibi sözü nasıl söyledikleri, vaizlikleri de taklit edilerek
öğrenilir. Bu durum diyalektik ilerlemeyi engellemekte, monolojik söylem
sürekli kendini tekrar etmektedir.
Sohbetçi-sözlü kültürün İslâmcılığın
zihinsel tıkanıklığına sebep olan epistemolojik engel olduğu söylenebilir.
İslâmcılık maddi kültür, ekonomik şartlar ve kurumsal imkânlar bakımından çok
ilerlemiş olmasına rağmen sohbetçi kültür İslâmcılığın kendini kavramasına
engel olur. İslâmcı zihinsel tıkanmanın sebebi kamusal görünürlükten çekinen,
agorafobik ve gerontokratik karaktere sahip sohbet kültürünün yazılı
entelektüel üretim ekonomisi üzerinde yarattığı epistemolojik engeldir. Bu
tıkanıklık nedeniyle camianın içerisindeki gençler ya kültür âşığı olmalarına
rağmen entelektüel bir aydına dönüşmemekte ya da geçmiş kuşaklarla bağ
kuramayarak flanör, bohem, kariyerist tiplere dönüşmektedir. Bu tıkanıklığın
tazammunlarına daha yakından bakmak meselenin önemini daha net gösterecektir.
Sözlü Kültür Birleştirir: Yol
Ayrımlarına Karşı Yol Kazaları
Türkiye’de sağ siyasetlerin solda hiç
anlamadığı ve mütemadiyen müstehzi yaklaştığı husus solun sürekli bölünüyor
olmasıdır. Mahir Çayan’ın bir kopuş sırasında meşhur ifadesiyle, “Aynılar aynı
yere, ayrılar ayrı yere” solun kopuş kültürünün bir ifadesidir. Soldaki yol
ayrımlarının yerini İslâmcılarda birleşen yollar alıyor. Solda ideolojik
bağlılıklar bireysel bağlılıkları öncelemektedir. Oysa solun sürekli
bölünmesiyle istihza eden İslâmcı camia için temel sorun mahallenin
bölünmemesi, hâlâ “huzur sokağı” nostaljisinin devam etmesidir. İslâmcı
sohbetçi kültürü oluşturan grup bağları ve burs, himmet, abilik gibi mahalli
maddi organizasyon biçimleri fertleri sürekli bir mahalle, cemaat
(Gemeinschaft) zihniyeti içinde kalmaya zorlamaktadır. Camiada yaşanan ayrımlar
kişisel bir düzlemde kalmakta ve abiler, büyükler, hatırlı kişilerle tatlıya
bağlanmanın yolları aranmaktadır. Gariptir ki Türkiye solunda en kişisel
ayrışmalar bile teorik bir dil içinden inşa edilirken İslâmcı camiada en
politik ayrışmalar dahi kişisel psikolojiye indirgenmektedir. Camiadaki
ayrımlar ve itirazlar politik ve teorik olarak ifade edilmemektedir. Daha çok
kulaktan kulağa, açıkça ifade edilmeden, sosyal medya trolleri üzerinden
yürümektedir. Kamusal alanda yaşanan ayrışmalar özelleştirilmekte,
sohbetçi-cemaatçi bir tasavvurun ifadesiyle “kol kırılır yen içinde kalır”
mantığına indirgenmektedir. Ong’un belirttiği gibi sözlü kültür bütünleştirir.
Çözümleyici değil, duygudaş ve katılımcıdır. İslâmcı camiada birbirinden
ayrışmış pek çok entelektüel vardır ancak bunlar entelektüel ayrışmalardan
ziyade aynı tarikatın farklı kollarını andırmaktadır. Farklı vakıflarda, farklı
gruplarla aynı kitaplar okunmakta, birbirinin kopyası eğitim faaliyetleri
yapılmaktadır.
Aynı şekilde kuşaklar arasında da açık ve
net ayrımlar iradi olarak inşa edilememekte, önceki kuşaklardan paradigmatik
kopuşlar yaşanmamaktadır. İslâmcıların siyasal ve toplumsal alandaki bütün
dönüm noktaları yoldan/sürüden ayrılmamayı tembihleyen “yol kazaları” olarak
deneyimlenir. Yol kazalarına dayanan zihniyet kodu yeni kuşakların kopuşlarını,
kendi yol ayrımlarını kurmalarını engellemektedir. Halbuki yeni kuşakların
doğumu ancak eski paradigmayı sarsacak, toplumsal yargıları bozacak, durumun
mantığını sarsacak kaza ve olaylarla (event) gerçekleşebilir. Fakat bu durum
olayın nasıl deneyimlendiğiyle doğrudan alakalıdır. Bu türden olaylar İslâmcı
camiada da yaşanmaktadır lakin bu kazalar “yol kazası” anlayışının içinde
soğurulmaktadır. Bu ayrışmayan mantık beraberinde yeni ve özgün bir kuşağın
oluşmasını engelleyen gerontokratik “abiler” kültürüne bağlanmaktadır.
Tutucu Gerontokratik Zihniyet
Günümüzde pek çok ezberin bozulduğu,
toplumsal sancıların yaşandığı, çıkış yollarının arandığı bir atmosferde genç
dindar kuşaklar huzur sokağında yaşamaya zorlanmaktadır. Bir karşılaştırma
yaparsak, 1960’lı yıllarda yükselen sol hareket içinde Kemalist babalardan
ayrışan ciddi bir devrimci kuşak oluşabilmiştir. Ancak bir benzerini bugünlerde
iktidar olmuş İslâmcı ailelerin çocuklarından beklemek pek mümkün görünmüyor.
Sadece politik düzlemde değil, kültürel alanda da henüz yeni bir dil oluşmamış,
ciddi rahatsızlıklar belirgin şekilde ifade edilmemiştir. Bugün akademik alan
başta olmak üzere kültür-sanat alanının genelinde İslâmcı ailelerin çocuklarından
oluşan ciddi bir popülasyon bulunmakla birlikte bu kuşaklar halen kendinde
kuşak görünümü sergilemektedir. Kendisi için kuşak olma yoluna girememiştir
zira İslâmcı camiadaki kültürel alanın işleyiş mantığı gerontokratiktir. Yeni
kurulan dergiler dahi yaşlıların resmigeçit törenlerinden öte bir görünüm
sergilememektedir. Genç kuşaklar ya eskilerin söylemlerini terk ederek
bağlamsız bir akademizme yönelmekte ya da eleştirel olmayan şekilde eskileri
tekrarlamaktadır. Gerontokratik kültürel rejimde yazarların gençleşmesi
engellenmekte, yeni kuşakların doğumları ertelenmektedir. Eski kuşakların
paradigmatik etkisi altındaki yeni kuşaklar cesur, ileriye dönük ataklar
gerçekleştirememekte, bilakis eskilerin gölgesinde olmanın konformizmini
yeğlemektedir. Ne politik ayrışmalar yaşanmakta ne de yeni kuşaklar kendi
entelektüel ayrımlarını ortaya koyabilmektedir. Eski abilerin ya da ablaların
açtığı yollardan farklı yeni patikalar bulunamamaktadır. Eski simgesel düzende
bir gedik açılamamakta, halihazırda İslâmcı camianın kültürel üretimlerini
yaşlılar üstlenmeye devam etmektedir.
Gerontokratik vesayet yeni bir kuşağın
kopuş deneyimini baskılar. Bu nedenle yeni kuşaklar kendi yeteneklerinin üstüne
çıkmaları gerekirken çok altında var olmaya razı olmaktadır. Geçmiş mirasın
korunması güdüsü kendi arzusuna ket vuran bir amaca dönüşmekte, yeni kuşakları
ebedi çocukluğa mahkûm etmektedir.
İslâmcı yeni kuşağın gerontokratik
kültürün tesiri altında iki biçim aldığı ileri sürülebilir: Ya eskilerin
iktidarının ayağına basmadan teknik bir akademik ilerleme ile parlak, okumuş
kardeşlerden biri olmak ya da eskilerin tükenmiş söylemine dudak bükerek
küskün, sinik ve bohem bir tarza tevessül etmek. Yeniler kayıp sessiz kuşaklar
olma yazgısı içinde ya çok fazla akademik ya da çok fazla entelektüel
flanördür. Akademik alanda faaliyet yürüten kuşaklar bilimsel sermayeden ziyade
bürokratik prosedürlere dikkat kesilmektedir. Akademi dışındakiler ise sınırlı
kültürel sermayelerini tahvil piyasalarında ekonomik sermayeye çevirmekle meşguldür.
Pek çoğu babalarının kurduğu düzenle hesaplaşmak yerine teknik bir uzmanlaşmayı
ya da burjuva bohemliğini tercih etmektedir. İslâmcı büyük anlatıya yönelik
inancın yitirilmesi çağın getirdiği bir ruh durumu olsa da aslında yeni
kuşakların entelektüel afazisi burada bahsedilen kültürel kodlardan
kaynaklanmaktadır.
Bilgi ile Kurulan İlişki: Kültürel Sermaye
Yerine Servet Biriktirme
Sözlü kültürde bilgi önemsiz değil, aksine
çok önemli ve değerlidir. Ancak bilgi tutucu şekilde korunur ve çözümleyici
olmaktan ziyade eklemelidir. İslâmi camiada bilgi ile kurulan ilişki bir
kültürel sermaye üretimi değildir. Burada bilgi dinamik bir şekilde tekrar
piyasaya sürülmez, stoklanır. Bilgi biriktirilir. Handiyse bilgiyle kurulan
alaka merkantilist bir kültürlenme biçimidir. 90’lı yıllardan önceki kuşakların
ürettiği kitaplar, “yapılar”, “tezler” türünde kitaplar olmaktan ziyade daha
çok “okuma notları” ve “izler” şeklindedir. Zihin yapısı analizci ve tez
düzeyinde değil, hatırda kalan kalıplar, deyişler ve anekdotlar şeklindedir.
Bileni bilgiden ayırmadan hatırda kalan anekdotları, kişisel temasları,
deyişleri benimserler. Sözlü kültüre has bu nitelikler kapitalist bilgi
üretiminin kültürel sermayesinden çok pre-kapitalist bilgi serveti kazanmaya
benzemektedir.
Murat Belge “Feodal Bilgi Kavramı” üzerine
bir yazısında eski bilgi kavramı ile modern bilgi arasındaki farklara işaret
eder. Buna göre eski bilgi bireyin hafızasında, bellekte saklanır. Önceki
kuşakların belleğindeki yaşam tecrübesi ve bilgisi onları soylular sınıfına
dahil eder. Feodal zengin servetinin “gayrimenkul” ağırlığında tutsaktır
aslında. Aynı şekilde, feodal bilgin belleğindeki bilgi yüküne tutsaktır;
bilginliğinin sırrı, belleğindeki niceliğe göre çizilir. Kapitalist toplumun
bilim insanı ise kafasında “nominal” soyutlamalar taşır, onları üretken bir
biçimde kullanmaya bakar. Eski tarz feodal bilgi anlayışı gerontokratik
kültürle birleşir. Şahsında serveti toplamış soylu bir kast yapısı oluşturur ve
kültürel sermayenin dolaşımına engel olur. Servet sahibi eski kuşak aydınlar
piyasada değeri kalmamış genellemeleri, bilgiç tespitleri, kelime oyunları,
etimolojik cambazlıkları, içi boş karşıtlıkları ile aslında tedavülde olmayan
servet birikimlerine güvenle yaslanırlar. Bachelard’ın ifadesiyle “hep aynı kazanımı,
hep aynı kültürü kemirip duran, sonunda da tüm cimriler gibi okşayıp durduğu
altının kurbanı oluveren eğitilmiş insanın cimriliği”.
Sözlü kültür karakterlerini taşıyan feodal
bilgi edinme biçiminin kapitalist girişimci bilgi edinme tarzından esaslı bir
farkı vardır. Kapitalist araştırma düzeni geleneğe karşı rekabetçidir.
Maceracı, cesur, kumarbaz bir girişimdir kültürel sermayenin mantığı. İslâmcı
sözlü kültürün merkantilist mantığı ise başka diyarlarda üretilmiş
zenginlikleri taşımaya, toprağın altında kalmış değerleri madenleri keşfedip
stoklamaya çalışır. Aydınlanma’nın şiarı bilmeye cüret etmeyi değil, bilgiyi
edinmeyi ister. 90’lı yılların İslâmcıları Batılı sosyal bilimlerin
zenginliklerini Müslüman kültürle sentezlemeye çalışırken yeni nesil İslâmcılar
ya eskilerin kurduğu dergilere ve vakıflara sahip çıkmaya çalışarak mumyacılığa
devam ediyor ya da kamusal alanda dolaşıma giremeyecek akademik projeler
peşinde koşuyorlar. Ya eski kitap ve dergilere bekçilik edip tekkeyi beklemekle
yetiniyor ya da konvansiyonel akademik dergilere bağlamsız, perspektifsiz
katkıda bulunuyorlar.
Bu feodal kültürde bilgi, piyasaya
salınarak artıp geri gelsin diye üretilen ve kişilikten bağımsız bir meta
değil, bilgi sahibinin değerini artıran alıp üzerine takacağı değerli bir
mücevher gibi görülüyor. Kaynakları sınıflamak, Batılı literatüre aşina olmak,
hiçbir etkisi kalmamış dergileri çıkarmaya devam etmek stok mantığı içerisinde
övünülecek bir servet birikimi olarak algılanıyor. Bu nedenle entelektüel
faaliyetleri araştırma programı oluşturmaktan çok kültürel amme hizmeti
vazifesi görüyor. Araştırmayı değil, hizmeti, üretimi değil, aktarımı,
entelektüel kamusal alanı değil, mahalleyi, eleştiriyi değil, sürekliliği esas
alıyorlar. Entelektüel kültür argümanlar, tezler ve karşı tezler şeklinde
ilerlemiyor. Ya tamamen kamusal problematiklerinden azade küresel akademik
üretimin içerisinde hayattan kopuk üretimler ya da eskilerin izinden giden, ona
ufak tefek katkılar yapan sohbetler, dersler, okuma grupları gibi yeniden
üretim faaliyetleri şeklinde ilerlemektedir.
Bu entelektüel üretim mantığında bilgi
stratejik bir üretim planına dayanmadığı için her bilgi ilgiye değer görünür.
Pre-kapitalist vakıf kültürü içinde hareket eden entelektüellerin neyi niçin
yaptıkları, neden bu faaliyetleri yürüttükleri büyük bir muammadır. Entelektüel
arayışlardan çok kültür hizmeti yaklaşımını esas alan bu kurumlar canlılığını
yitirmiştir. Araştırmayı değil, hizmeti, üretimi değil, aktarımı, entelektüel
kamusal alanı değil, mahalleyi, epistemik cemaati değil, kimliksel cemaati
öncelemektedir. Hem İslâm klasikleri hem de Batı’dan canlı olmayan değerli
madenleri dönüştürüp taşıyarak birikim yapma hevesini gütmektedir. Bu şekilde
meşhur “kültürel iktidarı” alma söylemi de başka diyarlardaki serveti alıp
saklama hırsına sahip merkantilist bilgi üretimi anlayışından
kaynaklanmaktadır. Bu bilgiyi servet gibi biriktiren anlayış tüm bireylerin
karşılıklı aktivitesini gerektiren kamusal alanın oluşumunu da engellemektedir.
Duyulmayan Sesler: Agorafobi
Sözlü kültür konuşanın mevcudiyetine
dayandığı için canlı ve kavgacıdır, duygulu ve polemikçidir. 90’lı yıllardan
beri kamusal alanda söze sahip olan aydınlar kavgacı, polemikçi tavırları ile
dikkat çekmiştir. Ancak yine tuhaf bir şekilde kamusal iletişim konusunda da
sözlü ve yazılı kültürün melez bilinci görülmektedir. Nilüfer Göle Modern
Mahrem kitabında başörtüsü tartışması bağlamında enteresan bir kafa
karışıklığına dikkat çekmişti. Modern başörtülü İslâmcı kadın kapalı ve mahrem
olmaya devam etmek istiyor ama aynı zamanda kamusal olarak da görünür olmak
istiyordu. Benzer bir melezlik tespiti İslâmcı aydının kamusal alan tecrübesi
için de yapılabilir. İslâmcı aydın sürekli entelektüel kamusal alanda görünür
ve muteber olmak istiyor ancak bunu kendi sözlü kültür değerlerine zarar
getirmeden yapmak istiyor. Yani geçmişle bağını koparamadan, yalıtık bir birey
olmadan, fikirlerini iletişimsel bir rasyonel argümantasyonla ifade eden bir
kamusal medium yaratmadan; mezun olduğu okullar, edindiği kültür, üzerine
taktığı mücevherler ile ihtiyaçlar düzeni olan kamusal alanda görünür olmak
istiyor. Hem cemaatin sıcaklığında, huzur sokağında kalmak hem de meydanlarda
görünmek isteyen modern mahrem bir entelektüel portresi çiziyor.
Bu tipin başörtüsü mücadelesi verenlerin
aksine çok çekingen olduğu görünür. İslâmcı okumuşların birçoğu şu anda ya
camianın siyasi kazanımlarının imtiyazlarını servete çevirmeye çalışıyor ya da
hiçbir kamusallığa temas etmeden uluslararası networkler içinde entelektüel
finansal işlemler yapmak telaşındalar. Bunları gözetmeyenler ise nostaljik bir
şekilde huzur sokağına çekilip kanaatkârlık ediyorlar.
Sözlü kültürün tutucu yapısı zaten kamusal
tartışma yapmanın önünü tıkamaktadır. İslâmcı camialarda organizasyon yapısı
hiçbir zaman açıkça belirlenmediği için farklı fraksiyonlardaki kişiler neyi
neden yaptıklarının bilgisine, grubun hedeflerine, gelecek stratejilerine,
maddi ve manevi kaynaklarına dair yeterince bilgiye sahip olamıyorlar. Bu
yüzden de ortada kamusal olarak savunacakları rasyonel iddiaları ve amaçları
yoktur. İslâmcı camianın içinde yetişmiş, siyasi kariyer basamaklarını hızlı
tırmanmış eğitimli kişilerin kamusal tartışmalarda oldukça zayıf fakat
örgütlenme, siyasi kayırma ve kaydırma, perde gerisinden manevra yapma
konusunda çok mahir oldukları fark edilebilir. Sözlü-sohbetçi mahalli kültürün
zihin yapısındaki bu insanlar kamusal alanda sadece polemikçi tarz ile gündeme
gelmiş, grup içi avantajları kullanarak hızla kariyer yapmışlardır. Agorayı
sevmedikleri ölçüde agoranın baskılanmasına da gayret etmişlerdir.
Böylesine kurnaz olmayan daha mutedil
okumuşlar ise kendi kapalı mediumlarından dışarı çıkmaya meyletmemiş, ötekilere
karşı çekingen bir hasetle uzaklaşmış, imkânı varsa yerli kamusal alandan kaçıp
uluslararası ağın parçası olmaya çalışmışlardır. Mücadeleci, polemikçi sözlü
kültürün İslâmcı geleneğinden gelen bu insanlar, mücadelede başarılı olmalarına
rağmen, kamusal alanda birey olarak kendilerini ifade etmekten hep çekinmiş,
daha korunaklı alanlarda top çevirmeyi tercih etmişlerdir. Sözlü-sohbetçi
kültürün kapalı mahalle yapısı İslâmcıları entelektüel kamusal alanın parçası
olmaktan men etmiş, kendi kariyerlerini ve pratiklerini bile savunamaz hale
getirmiştir.
Agorafobi kamusal alanda cepheleşmeye izin
vermemektedir. Gerontokrasi ise sağlıklı yenilenmelerin önünü tıkamaktadır. Bu
kültürel kodlar sonraki kuşakların patika bağımlılığını derinleştirmektedir. Şu
an için sonraki kuşaklar eskilerin gölgesinde kalmaya mahkûmlar. Atılım yapmak
şöyle dursun, yeni kuşaklar 90’lı yılların atılımını gerçekleştiren dergi ve
yayınevlerini umutsuzca yaşatmaya devam ediyor, kendilerinden mezar kazıcılık
beklenirken sembolik ölümleri gerçekleşmiş dergilerin fiziksel bedenlerine
sahip çıkmaya çalışarak mumyacılık yapıyorlar. Ne yapmalı? sorusunun muhatabı
olduklarını düşünmedikleri için entelektüel muhasebe ve politik müdahale
iradeleri de oluşmuyor.
Sonuç olarak bu yazıda 90’lı yıllardan
sonra İslâmcı camianın zihinsel olarak daralmasının kültürel sebeplerini
bulmaya çalıştım. Temel olarak İslâmcı camianın modern yazılı entelektüel
kültürün içinde olsa dahi zihniyet yapısı olarak sözlü-sohbetçi-mahalle
kültürünün içinde hapsolduğunu iddia ettim.
Bu zihinsel kültürün ideolojik ayrıma müsaade etmeyen, bilgiyle sermaye
değil, servet ilişkisi kuran, yeni kuşakların kendi sesine sahip olmasına
müsaade etmeyecek şekilde gerontokratik, kendi sesine sahip bireylerin kendini
öne sürdüğü kamusal alana dahil olamayan agorafobik niteliklere sahip olduğunu
öne sürdüm. Modern nesnel bilgi üretim mantığı ile uyuşmayan bu üstyapının
İslâmcı zihnin çalışmasını engelleyen bir epistemolojik blokaj teşkil ettiğini
söyledim. Bu zihniyet değişmediği sürece İslâmcı camia cüssesi kocaman ama başı
küçücük bir mahluk olarak yaşamaya yazgılıdır. Birikim Dergisi Agustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.