Yeni tip Koronavirüs’ün (Covid-19) kısa
süre içinde dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alması, birçok ülkede
sosyal devlet ve evrensel sağlık sigortası gibi kavramları tekrar gündeme
getirerek tartışılmasına da yol açtı.
Dünya düzeni, Koronavirüs salgınından
sonra değişebilir mi?
Bu soruya ilişkin olası yanıtlar da
tartışma gündemine giriyor.
Prof. Ayata, dünya nüfusunun yüzde 40’ının
sağlık sigortası bulunmadığına dikkat çekerek, küresel salgın vesilesiyle
“evrensel sağlık sigortasının ne kadar gerekli olduğunun” da anlaşıldığını
ifade etti. Son 40 yılda “ekonomiye ve özellikle bilgi yoğun sektörlere yaptığı
pozitif katkı nedeniyle eğitime tüm dünyada daha fazla önem verilmeye
başlandığını” hatırlatan Ayata, artık aynı önemin, “hatta daha fazlasının”
sağlığa verilebileceğini vurguladı.
Kamu kurumlarındaki özelleştirmelere de
dikkat çeken Prof. Dr. Ayata, “Son yıllarda neo-liberal kuralsızlaştırma
anlayışı kapsamında kurumsal yapılar alabildiğine zayıflatıldı. Salgın en etkin
devletlerin bile yönetişim ve eşgüdüm konusunda ne kadar yetersiz olduğunu
ortaya koydu” görüşünü paylaştı.
“Türkiye’de siyasi iktidar sağlık
sisteminin kamusal tarafını zayıflattı” değerlendirmesini yapan Prof. Ayata,
“Oysa sağlık öncelikle kamu yararının, toplumsal yararın gözetilmesi gereken
bir alan. Özelleştirilen hastaneler ve sağlık kuruluşları özel şirketler gibi
piyasanın gereklerine uymak zorunda” diye konuştu.
Sencer Ayata, Avrupa ve ABD’deki sol
adayların aldığı başarısız sonuçlardan sosyal demokrasi ile sol popülizm
arasındaki farka kadar birçok konuya değindiği söyleşide, “Neo-liberal
politikalara ve hegemonyaya karşı tepki tüm dünyada yükseliyor” görüşünü dile
getiriyor ve ekliyor:
“Neo-liberalizm yorgun, yıprandı,
zayıfladı. Ama yerine ne konacak? Ne kadar kamu ne kadar piyasa? Kültürel
kimlik politikaları? Ne kadar farklılık ne kadar ortak özellikler? Ne kadar
mavi yakalı işçi sınıfı ne kadar yeni toplumsal güçler? Sorun sömürü,
otoriter baskı ve ayrımcılığa birlikte karşı çıkarak yoksulları, otoriter baskı
altında ezilenleri ve kimlikleri ötekileştirilenleri birleştiren bir siyaset
oluşturmak. Bir büyük senteze ihtiyaç var…”
‘Yeni aydınlanma…’
Prof. Dr. Sencer Ayata’nın, T24’ün
sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Yeni tip Koronavirüs salgını sebebiyle
başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok noktasında sağlık
sistemlerine büyük yük bindi. Sizce bu durum, insanları ve yönetimleri ‘sosyal
devlet’ anlayışına yaklaştıracak mı? Koronavirüs salgını, dünyada sosyal
demokrasi anlayışında neyi değiştirecek?
Süreç sırasında ve sonrasında kamu sağlığı
politikalarının öneminin artacağı kuşkusuz. Bu, kamu harcamaları içerisinde
sağlık ve sağlık harcamaları içerisinde de kamu kesimi harcamalarının artacağı
demektir. İlk akla gelen sağlık altyapısı ve halk sağlığıdır. Yani çevre
koşullarının daha sağlıklı hale getirilmesi, koruyucu sağlık hizmetlerinin
geliştirilmesi. Son 40 yılda ekonomiye ve özellikle bilgi yoğun sektörlere
yaptığı pozitif katkı nedeniyle eğitime tüm dünyada daha fazla önem verilmeye
başlanmıştı. İktidarların performanslarının değerlendirilmesinde kamuoyu
“eğitim” üzerinde ağırlıkla duruyordu. Şimdi aynı önemin, hatta fazlasının
sağlık politikalarına verileceğini söyleyebiliriz.
Yine bu kapsamda evrensel sağlık
sigortasının ne kadar gerekli olduğu da anlaşıldı. Herkesin kapsamlı bir
sigortayla güvenli, etkin ve nitelikli tedavi imkânlarına kavuşturulmasının
önemi görüldü. Halihazırda dünya nüfusunun yüzde 40’ının sağlık sigortası yok.
Sigorta kapsamının, sağlık altyapısının ve hizmetlerinin geliştirilmesi ancak
kamu kesiminin daha büyük oranda yetki ve sorumluluk almasıyla sağlanabilir.
İkincisi, devletin yalnızca sosyal
politikalar değil mali ve ekonomik alanda da öne çıkacağı açıkça görülüyor.
İflas ve işsizlik korkusu tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Talep, tüketim ve
yatırım düşüyor. Dünya ekonomisin bu sene en az yüzde dört küçüleceği bekleniyor.
Bu nedenle dünyanın hemen her yerinde genişleyici para politikaları ve mali
politikalar izlenmeye başlandı. Vergi ve borç ertelemeleri, gelir destekleri,
teşvikler. Özel şirketleri kurtarma amaçlı devlet müdahalelerinin çoğalması söz
konusu. Lufthansa’nın devletleştirileceği konuşuluyor. Salgın sonrasında bu
eğilimin ekonomiyi canlandırma politikaları olarak devam edeceği anlaşılıyor.
Yine son yıllarda neo-liberal
kuralsızlaştırma anlayışı kapsamında kurumsal yapılar alabildiğine
zayıflatıldı. Salgın en etkin devletlerin bile yönetişim ve eşgüdüm konusunda
ne kadar yetersiz olduğunu ortaya koydu. Kamu hizmetlerinde ve genel olarak
devlet örgütlemesinde köklü bir reorganizasyon ihtiyacı belirdi.
Bir başka önemli gelişmenin daha altı
çizilebilir. Ticaretten finansa, eğitimden kamu hizmetlerine, haberleşmeden
kültür-sanata tam bir online iletişim patlaması yaşandı. Salgın uzadıkça bu
alan daha da genişleyecek ve kalıcı izler bırakacak. Büyük bir dijital dönüşüm
için devletin, dijital okuryazarlığın artırılması dahil, bilimsel ve teknolojik
altyapı yatırımları hızla yükselecek.
Şu ana kadar uluslararası dayanışma da
sivil toplum dayanışması da çok zayıf kaldı. AB dahi üye ülke devletleri
üzerindeki bütçe kısıtlamalarını biraz gevşetme dışında bir şey yapamadı. Çünkü
devletler dışında halka doğrudan sorumlu olan başka güçler ve kurumlar yok.
Danimarka Maliye Bakanı gelinen noktayı şöyle özetledi:
“Devletin vatandaşı ve toplumu koruma
konusunda yapacaklarına ilişkin üst sınır kalmadı.”
Öyle görünüyor ki ekonomi programları
hazırlanırken ekonomik ve sosyal olan birlikte düşünülecek. Bu, ekonomik
önlemlerin sosyal boyutlar dikkate alınarak hazırlanması demek. “Sosyal
ekonomi” ekonomik liberalizme değil, esas itibarıyla sosyal demokrasiye yakın
bir alan. Üçüncüsü, çöken dünya ekonomisi Büyük Buhran’dan devletin ekonomiyi
canlandırıcı önlemler alması sonucu çıkmıştı. Yani devlet müdahalesini ve
toplam kamu harcamalarını artıran politikalarla. Dünya şu anda bu doğrultuda
ilerliyor. Ufukta 21.Yüzyıl koşullarında bir “New Deal” görünüyor.*
Tıp ve bilim, yani küresel alan
nasıl bir rol oynayacak?
Evet bilim evrensel. Ama örneğin
üniversitelerin finansmanında devlet önemli rol oynuyor. Burada ikilem ‘ulusal
mı bilim mi’den çok ‘bilim mi gelenek mi’? Çeşitli ikilemleri tartışıyoruz.
Bireysel mi kolektif mi? Ulusal mı küresel mi? Özgürlük mü güvenlik mi? Uçların
zayıf ve güçlü yanları değerlendiriliyor. Ama iki konuda ağırlık merkezinin
hangi tarafa yöneleceğine ilişkin daha kolay tahmin yapabiliriz. Kamu mu özel
mi? Kamu. Bilim mi gelenek mi? Ufukta, gücünü bilimden alan uzmanın
otoritesinin geleneksel otoritenin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir
Aydınlanma görünüyor.
‘Trump, telafisi zor bir maliyetle
yüzleşmek zorunda’
Donald Trump’tan Boris Johnson’a
birçok popülist lider, başlangıçta bu virüsü küçümserken, sonra bir anda söylem
değiştirdi. Bu durum gelecekteki seçimleri nasıl etkileyecek?
Salgın doğal afet sorunu. Ama devletin
salgınla başa çıkmak için ne yaptığı, ne yapmadığı siyaset sorunu. Johnson
“Herkes virüse yakalanacak, bütün ülke bağışıklık kazanacak, böylece tehlike
savılacak” dedi. Çok geçmeden tam dönüş yaptı, sıkı önlemler getirdi. Yeni
seçildi, önünde uzun dönem var, o nedenle şimdiden tahmin yapmak zor.
Ama Trump için durum farklı. Yakın zamanda
doğal afetin tahribatı kaybolmadan seçime girecek. Trump’a karşı çok güçlü bir
muhalefet var. Toplumu kutuplaştırdı ve kurumlara karşı güven zayıflattı. Bu
sürecin başından itibaren büyük yönetim zafiyeti gösterdi. “Çin’in sorunudur” diyerek
Amerika’yı farklı ve üstün göstermeye çalıştı. Virüs vakalarını gizlemeye
çalıştı. Daha sonra “solun komplosu”, “başkanı yargıya gönderme çabası”, “bir
çeşit şaka”, “bu bir oyun” gibi sözler sarf etti. Ve vaka sayısı dünya rekoru
kırdı. Gelinen noktada Trump telafisi zor bir maliyetle yüzleşmek zorunda.
Amerika’da sağlık sisteminin tüm zaafları
ortaya çıktı. 40 milyon Amerikalı salgına sigortasız yakalandı. Tıpta mucizeler
yaratan bir ülkede özel sağlık sisteminin donanım eksikliği su yüzüne çıktı. Salgının
en ağır koşullarda yaşandığı New York’ta bazı hemşirelerin maske yerine çöp
torbası kullandığı görüldü. Ekonomide şimdiden çok ağır hasar var. Daha ilk
haftada büyük istihdam kaybı oldu. Ülke bir yıl sonra ağır bir ekonomik kriz
ortamında seçime girecek. Kamu hizmetlerini hep geri plana iten dünyanın en
zengin ve en donanımlı ülkesinin nasıl bir çöküntü yaşadığı açıkça görülüyor.
Kriz sistemlerin zayıf ve güçlü yönlerini açık bir şekilde ortaya koyuyor.
‘İktidar, sağlık konusunda yoğun bir kamuoyu
baskısı altında kalabilir’
Türkiye ve birçok ülkede kamu
kurumlarının özelleştirilmesi son yıllarda bir norm haline geldi. Sizce
Koronavirüs krizi, bu gidişatı değiştirecek mi?
Türkiye’de siyasi iktidar sağlık
sisteminin kamusal tarafını zayıflattı. Oysa sağlık öncelikle kamu yararının,
toplumsal yararın gözetilmesi gereken bir alan. Özelleştirilen hastaneler ve
sağlık kuruluşları özel şirketler gibi piyasanın gereklerine uymak zorunda.
Arz-talep, kâr-zarar hesabı yaparak hareket etme durumunda. Bu nedenle
karşılaşılan hemen her ülkede, özel sağlık kuruluşları tıbbi malzeme ve
personel yetersizliği sorunuyla karşılaştı.
Türkiye’de sağlık hizmetlerinin
özelleştirilmesi, tedavi merkezli hale getirilmesi, pahalı teknolojilerin yoğun
kullanımı, yurttaşların özel sağlık sigortalarına yönlendirilmesi sağlık
hizmetleri maliyetini yüksek düzeylere taşıdı. Çoğu hastanın özel kuruluşların
maliyetlerini karşılaması imkânsız. Hasta sayısı artarsa bu durum büyük bir
sorun yaratacak. Hastanın tedavi görebilmesi için devlet bu yüksek maliyeti
karşılamak zorunda kalacak. Bakım ücretini düşük tutarsa bu sefer özel
kuruluşlar mali bunalıma girecek.
Dünyada dengenin kamusal sağlık hizmetleri
yönünde değişeceğini söyleyebiliriz. Ama bizde böyle olmayabilir. AKP iktidarı;
kamu girişimlerini, tesislerini, varlıklarını, doğa kaynaklarını özelleştirerek
ayakta durageldi. Kaldı ki özel sağlık kuruluşları AKP’ye yakın birçok kişinin
yatırım alanı. İktidar sağlık konusunda yoğun bir kamuoyunu baskısı altında
kalabilir. Bu nedenle koruyucu sağlık hizmetleri alanına, olağanüstü haller
için ihtisas hastanelerine daha çok yatırım yapma yoluna gidebilir. Özel sağlık
kuruluşlarına yönelik bazı düzenlemeler yapabilir. O kadar. Sağlıkta kamu
hizmetlerinin artırılması daha çok CHP’nin ve muhalefetin gündeminde yer
tutacaktır.
‘Neo-liberal hegemonyaya karşı
tepki yükseliyor’
Son yıllarda Avrupa’da sol
partilerden bir kopuş ve aşırı sağcı partilere destek artışı görüyoruz. Bunun
en iyi örneklerinden biri geçen aralık ayında yapılan Britanya genel seçimleri
olabilir. Muhafazakâr Parti’nin başarısız Brexit politikalarına rağmen İşçi
Partisi oylarını arttıramadı ve Boris Johnson başbakan oldu. Sizce neden?
İşçi Partisi Muhafazakârların 10 puan
gerisine düştü. Parlamentoda daha da büyük kayba uğradı. Ama her üç seçmenden
birinin de oyunu aldı. İskoçya Ulusal Partisi ve Liberal Demokratlar’la
birlikte seçmenin yarıya yakını sol ya da sol eğilimli partilere oy vermiş
oldu.
İngiltere’de önemli bir tartışma konusu
şu. İşçi Partisi radikal söylemleri yüzünden mi başarılı olamadı, yoksa Brexit
konusundaki kafa karıştıran tutumu dolayısıyla mı? Brexit süreci İngiltere’yi
yormuş bıktırmıştı. Bir grup İşçi Partili seçmen öyle veya böyle işi bitirecek
olana oy verdi. Muhafazakârların buna yönelik mesajı açık ve netti.
Seçim sonuçlarında İşçi Partisi için
ayrıca olumsuz olan bir gelişme, geleneksel işçi tabanından Muhafazakârlara oy
kayması. Bir de olumlu gelişme var. O da genç kesimde yakaladıkları büyük bir
rüzgâr. Gençliğin AB ile birlikte sol istediği görüldü. Genç seçmenler daha
hoşgörülü, dünyayı daha çok geziyor ve biliyor, eğitim düzeyleri daha yüksek.
Ülkenin, bilgi ekonomisin vasıflı işgücü. Bu destek kalıcı olur mu? Muhafazakârlar
dışlayıcı ve kapanmacı bir milliyetçilik çizgisi istedikleri sürece evet. Şunu
söyleyebiliriz. Neo-liberal politikalara ve hegemonyaya karşı tepki tüm dünyada
yükseliyor. Salgın sonrasında üretimci, bölüşümcü ve sosyal adaletçi
politikalar yükselişe geçerse Corbyn mirası
kolay kolay zayıflamaz.
‘Günümüzde sol üçe, dörde bölünmüş
durumda’
Eski Yunanistan Maliye Bakanı
Varufakis geçen aylarda T24’e verdiği bir söyleşide, “Siyasetin umut yaratmakta
inanılmaz derecede başarısız olduğu böyle çevrelerde aşırı sağcı bir
siyasetçinin ayağa kalkıp ve bu huzursuz insanların gözlerinin içine bakarak
‘bu yabancıların suçu’ demesi çok kolaydır” demişti. Sizce klasik Avrupa’daki
merkezci ve sol partiler, kriz dönemlerinde artık umut yaratamıyor mu? Sosyal
demokrat partilerdeki bu destek kaybının altında ne yatıyor?
Sosyal demokrasi işçi sınıfının
örgütlenmesini, iktidara ortak olmasını sağladı. Bölüşümcü politikalar ve
sosyal devlet, kapitalist sistemin dışladığı işçilerin toplumun parçası
olmalarını sağladı. Çalışanlar siyasi hakların yanı sıra ekonomik güvenceye
kavuştu. Sosyal demokrasi kamu sektörü, eşitlik ve demokrasiyi öne çıkartan bir
siyasi ideoloji. Yaşlılık, hastalık, engellilik gibi bireysel risklerin
toplulaştırılması yönünde önemli adımlar attı. İşsizlik, yoksulluk gibi sosyal
riskleri kalkınma ve istihdam politikalarıyla çözdü. Uzun bir süre sosyal
adalet ve ekonomik büyümeyi birlikte götürmeyi başardı. Sosyal korumayı, sosyal
diyaloğu, sosyal dayanışmayı toplumun ortak değerleri haline getirdi. Uzun bir
süre özellikle gelişmiş ülkelerde hegemonik ideoloji oldu. Son 30-40 yılda
bunlar bir ölçüde ortadan kalktı, tersine dönüş yaşandı.
Nedenleri; küreselleşme, devletin
küçülmesi, vergi indirimleri, sosyal harcamaların kısılması, kuralsızlaşma.... Küreselleşme
dinamikleri ekonomik ve sosyal alanlarda devletlerin faaliyet ve yetki
alanlarını daralttı. Neo-liberal küreselleşme sosyal demokrasinin en önemli
politika aracı olan devleti elinden aldı. Bu süreç içerisinde sosyal demokrasi
merkeze, liberal politikalara doğru kaydı. Merkez sağ ve merkez sol partiler
arasında ekonomik politika farklılıkları belirgin olmaktan çıktı. Sosyal
demokratların sıkı maliye politikalarına, toplu tüketimin özelleşmesine,
istikrar tedbirlerine, finans sermayesinin hakimiyetine, özelleştirmelere karşı
çıktığı da oldu ama bunlara karşı güçlü biçimde direnmediler.
Sosyal demokrasinin gerilemesi aynı
zamanda sanayi toplumundan bilgi temelli ekonomiye geçişle de ilgili. Bu
süreçte yeni toplumsal güçler oluştu. Beyaz yakalılar toplumun en büyük kesimi
haline geldi. Endüstriyel işçi sınıfı eski ağırlığını kaybetti. Küresel ve
teknolojik değişim süreçlerinin de etkisiyle mavi yakalı işçiler gelir, statü
ve siyasi güç kaybına uğradılar. Örgütlenmeleri, sendikaları zayıfladı.
Üçüncüsü, kültürel kimlikler ya da çok
kültürlülük konusu. Kadın hareketi, yükselen ırkçılığa karşı protesto
hareketleri, göçmen gruplar, eşcinseller... Avrupa ülkelerinde çoğu Müslüman,
göçmen nüfus oranı yüzde 10’u geçti. Göçle gelenler ırk, milliyet, din, kültür
bakımından çok farklı. Böyle olunca türdeş Avrupa toplumları aniden çok
kültürlülük olgusu ve onun getirdiği sorunlarla karşılaştı. Sosyal demokratlar
mağdur göçmen gruplara sahip çıkmaya çalışıyor. Ama geleneksel işçi tabanında
göçmenler konusunda hoşgörü yaygın değil. Geleneksel tabanla azınlık kimlik
talepleri arasında bir gerilim yaşanıyor. Kültürel bakımdan eskisine göre çok
daha fazla bölünmüş bir toplum var. Eskisi gibi güçlü bir ekonomik program
ortaya koyamayınca bir farklılık, bir üstünlük yaratamıyorlar. Siyasi rekabet
ulusal kimlik, çok kültürlülük gibi kültürel alanlara kayınca kazananlar başka
akımlar oluyor.
Popülist sağ da işçileri tam buradan
yakalamaya çalışıyor. Yerleşik düzen partileri size yüz çevirdi, onlar
göçmenlerin yanında, diyorlar. Dün toplumun direğiydin şimdi üvey evlat oldun
diyerek geleneksel emekçi ve orta sınıf tabanında yabancı düşmanlığını
kışkırtıyorlar. Popülist sağın “ülkemi geri istiyorum” sloganının altında zaten
bu iddia yatıyor. Sonuçta işçi kesimi fire veriyor, bazıları sağ popülist
partilere yöneliyor.
Günümüzde sol üçe dörde bölünmüş durumda:
Sosyal demokratlar, popülist sol, yeşiller ve anti-kapitalist sosyalistler.
Bölünme de sosyal demokrasiyi zayıflattı. Hepsi mağdurlara sahip çıkmaya
çalışıyor ama öncelikler farklı. Tabandaki farklı eğilimler seslenmeye
çalışıyorlar. Kozmopolit, eğitimli orta ve üst sınıf göçe, kültürel çeşitliliğe
ve küreselleşmeye olumlu bakıyor. İktidar partilerine ve göçe tepkili işçiler
ve orta-alt sınıflar var. Üçüncüsü, kültürel kimlikler, protesto hareketleri,
azınlıklar, radikallerden oluşan çok çeşitlenmiş bir taban. Bunları bir büyük
çadır altında bir araya getirmek mümkün olmuyor.
Yeşil partilerin Türkiye’deki
sorunları
Öte yandan son Avrupa Parlamentosu
seçimlerinde Almanya’daki Yeşil Parti’nin yükselişinin AB ülkeleri geneline
yansıdığını gördük. Türkiye’de neden bir yeşil parti varlık gösteremiyor?
Öncelikleri çevre sorunları, temiz enerji
ve yeşil ekonomiye geçiş. Yeşiller temel değerler olarak insan haklarını,
yurttaşı ve küresel sorunları öne çıkartıyor. Yönetimde katılımın ve
şeffaflığın önemini vurguluyorlar. Şiddete karşı barış taraftarı, çevreci,
eşitlikçi ve sosyal adaletçi politikaları benimsiyorlar. Güvenlik konusunda
insan ticareti, savaş harcamaları, para aklama gibi sorunların üzerine
gidiyorlar. Ama sınıf merkezli bir politika anlayışları olduğu söylenemez.
Anti-kapitalist değiller. Sermaye üzerinde vergi denetimini artırmak
istiyorlar. Ama radikal ekolojistler gibi gibi büyümenin durdurulmasından yana
değiller. Bu genel çerçeve onları en çok sosyal demokratlara yaklaştırıyor.
Nitekim mümkün odluğunda sosyal demokratlarla koalisyona gidiyorlar.
Aslında Türkiye’de son yıllarda çevre
duyarlılığı ve bilinci hızla gelişmeye başladı. Yalnız eğitimli kesim değil
çevreyi tehdit eden yatırımlardan zarar gören yerel topluluklar da duyarlılık
gösteriyor. Ama gerek öne çıkardıkları değerler gerekse seçmen tabanının
niteliği bize yeşil hareketin neden Türkiye’de yeterince güçlenemediği hakkında
fikir veriyor. Seçmen tabanlarında gençler, yüksek eğitimliler, kadınlar, sosyal
ve kültürel hizmetlerde çalışanlar (sağlık, eğitim ve kültür) hakim. Bizde bu
kesim hem daha küçük hem de öncelikleri farklı. Türkiye’de bu taban için
öncelikli olan, otoriterleşmeye son verme ve temel değerlerini ve yaşam
tarzlarını tehdit eden dini muhafazakâr baskıya dur deme. Güçlü yeşil partiler
gelişmiş, çevre tartışmalarının yoğun olduğu, post materyalist değerlerin öne
çıktığı ülkelerde görülüyor. Türkiye’de nüfusun büyük bölümü çevre, kendini
ifade, yaratıcılık gibi post-materyalist değerlerle değil esas olarak geçim
sorunu ile meşgul.
‘Popülistler hoşnutsuz kitleleri
harekete geçiriyor, otoriterleşmenin zeminini oluşturuyorlar
Peki temelde popülist hareketlerin
halkı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Avrupa’da birçok ülkede nefret suçu vakaları
artış göstermeye başladı…
Popülizmi anlamak için hem toplumsal
tarafı hem de ideoloji ve siyaset tarafına bakmak lazım. Küreselleşme eşitsizlikleri artırdı.
Bazı kesimlerin gelir ve statü kaybına uğramasına yol açtı. Canlı metropoller
ile büzüşen taşra arasındaki uçurum derinleşti. İstihdam ve kamu hizmetleri
için rekabet kızıştı. Popülistlere destek canlı ve kozmopolit büyük şehirlerden
ziyade ekonomik bakımdan geri kalmış, eğitimin daha düşük, nüfusun görece
türdeş, hoşgörünün zayıf olduğu yerleşimlerden geliyor. Ağırlıkla işçi ve orta
alt sınıf bölgeleri. Göç, kadın istihdamı ve azınlıklar eski toplumsal
hiyerarşileri sarstı. Geride bırakılmış olduklarını düşünüyorlar. Söz konusu
toplum kesimlerinde sosyal değişime karşı kültürel tepki var. Öfke, hayal
kırıklığı, gücenme duygusu yaygın.
İdeoloji ve siyaset tarafına gelince.
Popülizm ülkeler arasında farklılıklar gösterse de bazı ortak özellikler var.
Birincisi, küresel, liberal, teknokratik elitlere saldırı. İkincisi, toplumda
saf ve yozlaşmış dedikleri arasında bir kutuplaşma oluşturmaya çalışıyorlar.
Yozlaşmış elitler ve karşılarında saf millet. Uzman düşmanlığı. Kendileri ve
millet saf, elitler ya da yozlaşmış düzen yozlaşmış. Popülistler yalnızca
kendilerinin saf, gerçek halkı temsil ettiğini söylüyor. Üçüncüsü, soyut bir
türdeş millet tasavvuru. Karşısında halk düşmanları. Orban, Trump, Putin,
Salvini, Bolsonaro aynı söylem. Nereden bakarsak bakalım kutuplaştırmadan ve
çatışmadan beslenen bir ideolojik duruş ve siyaset anlayışı. Çoğulcu demokrasi
anlayışının tam karşıtı.
Popülistler hoşnutsuz kitleleri
örgütlüyorlar ve harekete geçiriyorlar. Karmaşık sorunlara basit ve net
cevaplar veriyorlar. Göç sorunu mu? Çözüm duvar. İşsizlik mi? Elitlerin
tasfiyesi. Ülkenin durumu mu? Dış ve iç düşmanlar. Komplo teorileri
üretiyorlar. Güvenlik tehditlerini abartarak ya da yoktan yaratarak toplumu
korkutmaya çalışıyorlar. Yabancı düşmanlığını kışkırtıyorlar. Hedef göç,
küreselleşme, elitler, kültürel azınlıklar. Nefret suçları nefret söyleminin
tabii sonucu.
Bu tür güvenlikçi söylemlerle
otoriterleşmenin zeminini oluşturuyorlar. Sorunları ancak güçlü liderlerin
çözebileceğini iddia ediyorlar. Halktan gelen, halkın ne istediğini bilen,
halkın istediğini yapan güçlü lider. Ülkeyi tekrar büyük yapacak olan lider.
Ama halkın katılımına pek yer yok. Örgütlenmiş, kurumsallaşmış yapılara prim
yok. İnsanlar oturacak lider onları koruyacak. Ama iktidarlarında
otoriterleşme, şoven milliyetçilik, yaygın yolsuzluk, kitle klientelizmi,
ayrımcı hukuk anlayışı getiriyorlar. Yönetim anlayışlarında ara kurumlara,
denge ve denetleme mekanizmalarına, sivil toplum kuruluşlarına, bağımsız
medyaya yani özgürlükçü demokrasiye yer yok.
Sağ popülizme karşı sol popülizm:
İşçi sınıfı yerine yeni bir halk inşa etme
Uzun süredir hep sağ popülizmden
bahsediyoruz, ancak sol popülist partiler de var, Almanya’da ‘Die Linke’ buna
bir örnek olabilir. Sizce Avrupa’da sol partilerin başarısızlığı sol popülist
partilerin öne çıkacağı bir dönem yaratır mı?
Aslında Die Linke sol popülizmin en iyi
örneği değil. Diğer sol popülist partilerden farklı olarak hiç yoktan doğmadı.
Kökleri Doğu Alman Komünist Partisi’ne uzanıyor. Başlangıçta demokratik
sosyalist anti-kapitalist bir çizgi izlerken giderek Keynesyen politikalara
yöneldi. Regülasyon, vergi gelirlerinin ve buna bağlı olarak devlet
harcamalarının artırılmasını savunuyor. Finans piyasalarının denetimine,
kartellerle mücadeleye, eğitim, araştırma, konut altyapısın geliştirilmesine
önem veriyor. Irkçılığa, emperyalizme, militarizme ve faşizme sert bir biçimde
karşı çıkıyor. Küresel kapitalizmi eleştiriyor. Partide ılımlı-radikal
bölünmesi var. Doğu Almanya’da daha etkili. Üyeler ve kadrolar eski ve yaşlı.
Yeni ve genç üye bakımından zayıf. Linke işçilerin ve yoksulların partisi.
Sınıf vurgusu güçlü.
Syriza ve Podemos ise önde gelen radikal
sol partiler. Syriza kriz koşullarına iktidara gelince liberal ekonomi
politikaları uygulamak zorunda kaldı. Podemos özünde neo-liberalizme karşı.
Finans krizi sonrası tırmanan eşitsizliğe ve yolsuzluğa karşı protesto
hareketlerinden doğdu. Bu dönemde parti sistemi zayıflıyordu. Ama kısa zamanda
meydan hareketlerinin, protestoların, parlamento dışı muhalefetin belli
amaçlara ulaşmak yeterli olmayacağını gördüler. Hareketlerin kurumların yerini
alamayacağını anladılar. Hızlı üye artışı, liderin çekiciliği ve TV ve sosyal
medyayı yoğun kullanarak büyümeye başladılar. Önde gelen isimleri aday
yaptılar. Militan bir çekirdeğe teslim olmaktan kaçındılar. Küçük sol
partilerle ittifak yaparak oyunu yüzde 20 düzeyine çıkarttı ama sonra yüzde
10’a geriledi. Özellikle işsizlikten yakınanlar ve gençler arasında destek
buldu. Podemos yerleşik düzene, istikrar tedbirlerine karşı ama devrimci ve
sosyalist bir parti değil. Amacını finans sermayesinin gücünü kırmak olarak
açıklıyor. Bölüşümcü politikalar ve demokrasi vurgusu yapıyor. Liberal
demokrasiyi kabul ediyor. Son seçimlerden sonra eleştirdiği sosyal
demokratlarla ile ittifak yaparak iktidara geldi. Böylece karşı çıktığı ana
akımla birlikte iş tutmuş oldu. Bir siyasi değişim projesi etrafında sol
partileri ve farklı protesto hareketlerini bir çatı altında toplamaya
çalışıyorlar.
Sol popülizm sosyal demokrasiden
nerede ayrılıyor?
Önemli bakış açısı farklılıkları var.
Popülist sol ideolojinin ana fikri farklı tahakküm biçimlerine karşı direnme.
Birincisi, anti-kapitalist sosyalizm ve geleneksel sosyal demokrasiden farklı
olarak, bu mücadeleleri sınıf merkezli görmüyorlar. Hatta sınıf öncülüğü
anlayışına karşı çıkıyorlar. Kadın, eşcinseller, ırkçılığa karşı mücadele
edenler, çevreciler. Bir değil birden çok mücadele alanı, biçimi ve aktörleri
üzerinde duruyorlar. Yapmaya çalıştıkları bu mücadeleleri birbirine eklemlemek.
Herkes farklılığını koruyacak ama bir çatı altında bir araya gelecek. Tek bir
özne yok, farklı özneler var. Bunlar aralarında çelişik de olabilirler.
İkincisi, sosyal demokrasiyi; solu
teknokratik, sosyal liberal ve elitisit bir siyasete indirgemiş olmakla
eleştiriyorlar. Geleneksel sosyal demokrasinin neo-liberalizm tarafından
tasfiye edildiğini, yeni bir emek-sermaye uzlaşmasının mümkün olmadığını
söylüyorlar. Bu görüşe göre sosyal devlet, sosyal haklar, toplu sözleşme, tam
istihdam uygulamaları geride kaldı. Kuralsızlaştırma, özelleştirme, istikrar
tedbirleri gibi neo-liberal politikalar bu altyapıyı yok etti. Devletin rolü
kısıtlandı. Yerine serbest piyasa, özel mülkiyet, serbest ticaret vurgusu
geldi. Neo-liberalizm bireysel çıkarı, rekabetçi bireyciliği, anti-devletçi
politikaları öne çıkarttı. Sol popülistlere göre sosyal demokratlar ise bu
siyasi çizgiyi savunan siyasi partilerle uzlaşma yoluna gitti.
Oysa yapılması gereken tam tersine
partizan bir siyaset. Bu amaçla tüm yerleşik düzen karşıtı hareketleri bir
araya getirmeye, bir sol popülist cephe kurmaya çalışıyorlar. Ama bu cepheler sadece ‘karşı’ olacak,
birbirinin düşmanı değil. Sağ popülizme karşı sol popülizm. Bir programdan çok
halk ve oligarşiyi karşı karşıya getiren bir cephe siyaseti. İşçi sınıfı yerine
yeni bir halk inşa etme.
‘Sanders yerleşik düzeni rahatsız
etti’
ABD’de 2016’da önseçim döneminin
ortalarında olduğu gibi, bu sefer de sürecin başında Bernie Sanders rüzgârı
etti. Ancak Sanders kısa süre içinde medyayı, eski rakiplerini ve birçok kişiye
göre Demokrat Parti’nin yönetimini karşısında buldu. Sizce sistemin yıllardır
aynı olduğu ülkelerde bir “sosyal devrim” olasılığı var mı?
Sanders kendisini ‘demokratik sosyalist’
olarak tanımlıyor. Ama aklında olan İskandinav sosyal demokrasisi. Neo-liberal
politikalarla uzlaşan sosyal demokrasiden çok klasik sosyal demokrasiye yakın
görüşleri var. İşçi sınıfının yanı sıra orta sınıfın, rekabetçi işletmelerin
dinamizminden söz ediyor. Kapitalizme karşı çıkmıyor, karma ekonomiden,
kapitalizmin dizginlenmesinden, Keynesyen ekonomi politikalarından yana. Servet
ve gelir eşitsizliğine karşı vergi gelirlerinin ve sosyal harcamaların
artırılmasnı, yani bölüşümcü politikaları açıkça savunuyor. Evrensel sağlık
sistemini, kamu destekli eğitimi savunması, istihdam garantisinden söz etmesi
son 40 yılın liberal söylemlerinden kopuş olarak görülebilir.
Diğer yandan Trump gibi istihdamın başka
ülkelere gitmesine yol açan bölgesel ticaret anlaşmalarına karşı. Yani
korunmadan yana. Ama ondan farklı olarak göçmenlere tam yurttaşlık hakları
verilmesini savunuyor. Bosna müdahalesini katliamı önlemek amacıyla desteklemiş
ama Amerika’nın Afganistan, Irak ve Suriye’deki askeri varlığına karşı. Corbyn
ile birlikte düşünülürse, neo-liberalizmin beşiği olan iki ülkede gerçekten
radikal söylemler geliştiğini söyleyebiliriz.
Tabii önseçim sürecinde özel durumlar da
var. Mesela Castro’yu methetmesi Küba kökenli demokrat seçmenlerin tepkisini
çekti. Daha önemlisi virüs kapma endişesiyle özellikle eğitimli sol seçmenin
seçimlere daha az katılması Sanders için beklenmedik bir darbe oldu. Ama iki
önemli neden üzerinde özellikle duralım. İşçi sınıfı başta olmak üzere geniş
toplum kesimleri göç, eşcinsel evliliği, toplumsal cinsiyet gibi konularda
oldukça tepkili. Ekonomik vaatlerini beğenseler de kültürel konularda Sanders’i
radikal buluyorlar. Diğer yandan medya tekellerine karşı çıkması, çoğu
Amerikalı olan dünyanın en zenginlerini karşısına alması, eşitsizliği azaltmak
ve güçlü bir sosyal devlet kurmak için vergileri artıracağını söylemesi,
zenginlerin seçim satın aldığı yozlaşmış siyasete son vereceğini ilan etmesi
yerleşik çıkarları rahatsız ediyor. Bunlar kapitalizm karşıtı değil ama
neo-liberal hegemonya karşıtı söylemler. Demokratlar ise haliyle ister işçi
ister sermayedar, ortadaki seçmenlerin oylarını alma hesabı yapıyor. Bu yüzden
daha orta yol görünen Biden’ın özellikle Corona salgınından sonra sağlık
reformuna karşı çıkan Trump’a karşı şansının arttığı düşünülüyor. Yarıştan
çekilebilir ama genel kanı Sanders rüzgârının kalıcı olduğu yönünde.
‘Neo-liberalizm zayıfladı, bir
büyük senteze ihtiyaç var’
Peki sol partilerin düştükleri bu durumdan bir
çıkış yolu var mı?
Birinci konu; ekonomi, toplum
ve devlet arasındaki ilişki. Sosyal demokrasi piyasa ekonomisin önüne siyaseti
ve toplumu koymuştu. Bölüşüm, eşitlik, sosyal adalet, sosyal devleti savundu.
Bu idealleri ve politikaları önemli ölçüde devlet vasıtasıyla geliştirdi. Son
30-40 yılda bu politikaları uygulama alanları ve imkânları önemli ölçüde
daraldı. Piyasa toplumun ve kamunun önüne geçti.
Diğer taraftan son yıllarda küresel
eşitsizliklerin artması, büyümenin yavaşlaması ve siyasi istikrarsızlığın
yaygınlaşması piyasaya öncelik veren siyasi ve toplumsal düzeni sarsmaya
başlamış durumda. Virüs salgını bu eğilimi güçlendireceğe benziyor. Sosyal
devlet harcamaları kaçınılmaz olarak artacak. Ekonominin canlandırılması için
kamu kesimi piyasaya daha fazla müdahale etmek zorunda kalacak. Bilimsel ve
teknolojik altyapıya daha çok yatırım yapacak. Devletin bölüşümcü, düzenleyici
ve yatırımcı işlevlerinin artması solun bütünü için çok önemli bir fırsat
penceresinin açılması demek.
İkincisi; toplumsal, siyasi
ve kültürel bölünmeler. Bir yanda, sosyal sınıflar, yükselen toplumsal güçler
ve kaybeden toplum kesimleri... Burada öncelikli konu ekonomik talepler ve
beklentiler. Bu konularda sosyal demokratlar daha ılımlı, sol popülistler daha
radikal çözümler üzerinde duruyor. Bu bir uyuşmazlık ekseni.
Üçüncüsü; kültürel kimlik
talepleri. Bunlara kendi başına bir unsur olarak çevreyi eklemek lazım.
Özellikle genç kuşak için çok önemli. Sosyal demokratlar, yeşiller ve sol
popülistler arasındaki bölünme kısmen bu eksenler üzerine oturuyor. Bunların
bir araya getirilmeleri kolay olmuyor. Kültürel kimlik politikalarıyla sınıf
politikaları düşünüldüğü gibi kolayca bir araya gelmiyor.
Neo-liberalizm yorgun, yıprandı,
zayıfladı. Ama yerine ne konacak? Ne kadar kamu ne kadar piyasa? Kültürel
kimlik politikaları? Ne kadar farklılık ne kadar ortak özellikler? Ne kadar
mavi yakalı işçi sınıfı ne kadar yeni toplumsal güçler? Sorun sömürü, otoriter
baskı ve ayrımcılığa birlikte karşı çıkarak yoksulları, otoriter baskı altında
ezilenleri ve kimlikleri ötekileştirilenleri birleştiren bir siyaset
oluşturmak. Bir büyük senteze ihtiyaç var…
* New Deal (Yeni Görüş), ABD'de 'Büyük
Buhran' sebebiyle 1933-1939 yılları arasında Franklin D. Roosevelt tarafından yürürlüğe
sokulan ekonomi, sosyal ve siyasi önlemler içeren programdır. Program kamu
yatırımlarını arttırmaya ve istihdam sağlamaya odaklanıyordu, hedefi 'Büyük
Buhran' sonrası ekonomik düzelmeyi hedefliyordu. Program kapsamında ekonominin
tekrar benzer bir krizle karşı karşıya kaldığında çökmemesi için finansal
reform da yapıldı. ABD'de program '3R' kavramıyla da özetleniyor: Relief,
Recovery ve Reform (rahatlama, iyileşme, reform)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.