İlahi siyaset –
insani siyaset
Siyaset,
yönetmektir. Yönetmek, tarihi aşan bir şeydir, insanla sınırlanamaz. Yönetme
fiilinin en belirgin sonucu düzendir. Düzenden yola çıkarak, orada bir yönetimin
olduğunu anlarız. Kâinatın muhteşem düzeni, bize kâinatın bir yöneticisi
olduğunu söyler.
Kâinatın düzeni
ilahi siyasetin göstergesidir. İlahi siyaset kendisini, mikrodan makroya,
zerreden küreye, her varlıkta hissettirir. İlahi kelamın alemlerin yaratıcısı
için kullandığı Rab, Melîk, Mâlik, Vekîl, A’lâ, Azîz, Hakîm, Kâdir, Rakîb,
Kadîr, Hafî, Kayyûm, Muktedir, Kahhar, Kâim, Selâm, Hafîz, Ğâlib, Bedî, Alî
gibi isimler, doğrudan yönetmekle ilgilidir.
Esma-i hüsna, bir
tür, ilahi siyasetin arkasında hangi niteliklerin bulunduğunu gösteren
‘yetenekler’ cetvelidir. Esma-i hüsna sadece Allah’ı bilme ve tanımamızı
sağlamaz. Aynı zamanda ilahi eylemin nasıl gerçekleştiğini anlamamızı da
sağlar. İlahi siyaset, ilahi eylemlerin toplamıdır.
İlahi siyasetle
insani siyaset arasında mahiyet farkı vardır. Zira iki siyasetin faili arasında
mahiyet farkı vardır. İlahi siyasetin yapıcısı mutlak ve sonsuz, eşsiz ve
benzersizdir. İnsani siyasetin yapıcısı ise mukayyet ve sonlu, eşli ve
benzerlidir. İlahi siyasetin öznesi yaratan, nesnesi yaratılandır. İnsani
siyasetin öznesi eşi ve benzeri çok olan insandır. Bu yüzden ilahi kelam insani
siyasetin temeline “ortak akıl” anlamına gelen şûrâ’yı koymuş ve “Onların
yönetime dair işleri aralarında şûrâ iledir” (42:38) buyurmuştur.
Kâinatta mutlak
erk ve iktidar kullanma yetkisi Allah’a mahsustur. İnsanın mutlak erk ve
iktidar kullanmaya kalkışması, Allah’ın alanına tecavüzdür. Bu insanı
tiranlaştırır. Kendinde böyle tanrısal bir yetki görmeye başlayan tiran
çıldırır. Zira insan, noksan doğası gereği mutlak erki nasıl kullanacağını
bilemez. Mutlak erk ve iktidar yetkisi “sınırsız ve sorumsuz bir yapabilme
gücü” demektir. Sınırlı yetenekle sınırsız erk kullanmaya kalkışmanın sonu
sınır tanımaz bir zalimlikle neticelenir. Her nemrutlaşma ve firavunlaşma böyle
başlar.
Sonuç, Tanrı’dan
rol çalmaya kalkışmaktır. Bunu yapan tiranı kimse durduramaz. Zira o kendisini
kâinatın kralı sanmak gibi bir dalalete düşmüştür. Tanrı olmadığı halde tanrı
gibi davranmak, bunu yapanı tanrı kılmaz; olsa olsa sinsi bir şeytan, gaddar
bir diktatör kılar. İşbu yüzden, diktatörlük gerçek bir şirktir. Zira her
diktatör ve tiran, el-Melik olan Allah’tan rol çalmaya kalkan bir zavallıdır.
Hâlık’ın tekliği
tevhidin şartı, mahlûkun çokluğu da adaletin şartıdır. Hâlık’ı tek bilmemek
şirk üretir;mahlûku çok bilmemek zulüm üretir. İnsanlık tarihinin tüm diktatör,
despot ve tiranları, teklik iddiasının peşinden giderler.
Siyasette teklik
iddiası, Firavun üretir.
Bürokraside teklik
iddiası, Haman üretir.
Ekonomide teklik
iddiası, Karun üretir.
İlimde teklik
iddiası, Bel’am üretir.
Kavimde teklik
iddiası, Şeytan üretir.
Allah, Rahmân,
Rahimisimlerinin kök anlamlarının da gösterdiği gibi, ilahi siyasetin
belirleyici vasfı sevgi ve merhamet, insani siyasetin belirleyici vasfı
adalettir. Allah zatına rahmeti yazmış (6:12), kullarına ise adaleti yazmıştır
(16:90). İlahi siyasetin yapıcısı mutlak ve sonsuz tek olduğu için bu siyasetin
“ehliyet” diye bir seçeneği bulunmamaktadır. Fakat insani siyasetin parametresi
“ehliyet ve liyakat”tir. Bunu yine ilahi kitap emretmiştir (4:58).
Siyaset, yani
yönetme işi, hiç kuşku yok ki bir emanettir. Her emanet gibi, gelip geçicidir.
Bu yüzden siyaset emanetinin tanzim edildiği çatı kuruma “devlet” adı
verilmiştir. Devlet, “bir elden çıkıp öbür ele giren, elden ele dolaşan,
tedavülde olan” anlamına gelir.
Yönetme emanetine
talip olanlar, ona sadakat göstermekle görevlidirler. Aksi emanete ihanet olur.
Yönetme emanetine sadakatin ilk şartı, kişinin kendini yönetmesidir. Kendini,
kendi zaaf ve meziyetlerini, fazilet ve reziletlerini, artı ve eksilerini
yönetemeyen insanların başkalarını yönetmeye kalkmaları felakettir.
İnsani siyasetin
tarihi insanlıkla yaşıttır. İslam siyaset nazariyesi, insani siyaseti üç başlık
altında ele almıştır:
Şahsiyetin
yönetilmesi (tedbiru’l-mutevahhid): Öğrenim ve öğretim süreçlerinin tümü
yönetmekle alakalıdır. İnsan tekinin terbiyesi de öyle. Mesela bu satırları
yazmak bir yönetim işidir. Kelime, harflerin yönetilmesiyle, cümle kelimelerin
yönetilmesiyle, yazı cümlelerin yönetilmesiyle oluşur. Konuşma dediğimiz olay,
düşüncenin yönetilmesi işlemidir. Ahlaki davranış güdülerin yönetimi temelinde
yükselir. Korku, yönetilirse sahibini güvenli kılar, değilse güvenliğini yok
eder. Yönetilen sevgi sahibi dengeli kılar, değilse sahibinin dengesini bozar.
Yönetilen şehvet sahibi için nimettir, değilse sahibi için beladır. Yönetilen
öfke sahibini müteyakkız tutar, aksi sahibini hayvanlaştırır. Yönetilen akıl
sahibini akıllı yapar, aksi sahibini deli yapar.
Evin yönetilmesi
(tedbiru’l-menzil): Ev, insanın şahsiyetini oluşturan mekândır. İnsanlığın
yaptığı ilk ev Allah tarafından Beytullah(Allah’ın Evi) ilan edilmiştir (3:96).
Kur’an’ın kullandığı ehl-i beyt kavramı, “ehliyet” ile “ev “arasında bağ kuran
bir kavramdır. Zira insanı vahşi olmaktan çıkarıp ehlileştiren ilk halka evdir.
Bu yüzden ev, medenileşmenin ilk basamağıdır. Ev, Medine’nin hücresidir. Eğer
hücre bozulursa doku bozulur, eğer hücre sağlıklıysa doku sağlıklıdır.
Toplumun
yönetilmesi (tedbiru’l-medine): Toplum bir organizmadır. Organizmanın sağlığı,
o organizmayı oluşturan unsurların sağlığına bağlıdır. Toplumun sağlığı da o
toplumu oluşturan fertlerin sağlığına bağlıdır. Sağlıklı fert nasıl ki şahsiyet
mertebesine yükselirse, sağlıklı toplum da cemiyet mertebesine yükselir.
Kanserli bir hücrenin urlaşma süreci, hücrenin ait olduğu bütünden kopuş
sürecidir. Eğer hücre, parçası olduğu bütünün diğer hücreleriyle olan
bağlantısını reddeder ve sistemin dışına çıkarsa ur meydana gelir. İnsan
toplulukları da böyledir. Eğer insan teki ait olduğu bütünün içindeki yerini
tanımaz, başına buyruk hareket ederse, sadece kendini değil, ait olduğu
organizmayı da felakete sürükler.
Cemiyet sürü
değildir. Cemiyete sürü muamelesi yapan, insana da hayvan muamelesi yapıyor
demektir. İşte bu noktada, Yunan-Batı aklıyla İslam aklının ürettiği siyaset
arasında paradigma farklılığı olduğunu görüyoruz.
İki ayrı akıl, iki
ayrı siyaset
İki akıl
arasındaki paradigma farkını iki maddede ele alabiliriz:
Yunan-Batı aklı
siyaseti güç üzerinden, İslam aklı şefkat üzerinden tanımlar:
Bu farkı görmek
için bakılması gereken nokta, iki aklın Tanrı tasavvurlarıdır. Yunan-Batı
aklının Tanrı tasavvurunun merkezinde “güç” vardır. Bu akla siz M.Ö. 7.
yüzyıldaki Asur işgalinden sonra icat edilmiş sentetik bir kimlik olan “Yahudi
aklını” da dahil edebilirsiniz.
Yunan-Batı aklında
tanrı tasavvurunun merkezinde “erkek” cinsi yer alır. İstisnasız Yunan’ın tüm
önde gelen tanrıları erkektir. Roma’da da öyledir. Zeus, Apollon, Jüpiter
sıradan bir erkeği değil, kendi türünün en güçlü erkeğini temsil ederler.
Tarsuslu Pavlus, sağlığında düşmanı olduğu Hz. İsa’yı, Yunan-Roma putperest
kültürünün kodlarıyla ölümünden sonra yeniden kurguladı. Hz. İsa’nın mesajını,
çağlar üstü islamın tevhidi köklerinden kopararak pagan köklere aşıladı. Bunu
da kilise üzerinden kurumlaştırdı. İsa’yı tanrılığa terfi ettirdi ki
peygamberlik ‘makamı’ boşalsın. Ondan boşalan peygamberlik makamına kendisi
kuruldu. Böylece o, İsa’yı öldürmekten daha beter bir iş yapmıştı. İsa’nın
mesajını öldürmüş ve yerine onun savaştığı mesajı ikame etmişti. “Baba”
mecazını da ilk kez hakikate tebdil eden isim oydu. Komşu pagan kültürlerin
Teslis (trinite) inancının önü böylece açıldı.
Artık
Hıristiyanlık Tanrı adına “baba”ya tapıyordu. Babaya, yani güce… Zira baba gücü
temsil ediyordu. Düşünmüyordu ki, İsa’nın babasız doğumu “baba” figürü
üzerinden gücü tanrılaştıran bu kültüre verilmiş ilahi bir cevaptı. İsa’nın
babasız doğumu, baba üzerinden gücü tanrılaştıran kültürün üzerini çizme
amacını taşıyordu. Fakat onlar bu ilahi mesajı görmedikleri gibi, tam tersine
çevirdiler
Vahyin inşa ettiği
İslam aklında Tanrı tasavvurunun merkezi güç değildir. Zira İslam Allah
inancında cinsiyet kökten reddedilir. Hiçbir Müslüman Allah’a “babalık” veya
“erkeklik” isnat edemez. İslam’ın Tanrı tasavvurunun merkezinde gücün yerini
rahmet almıştır. Allah deyince akla gelmesi gereken ilk iki sıfat Rahmân ve
Rahîm’dir. Besmele “Rahman Rahim Allah adıyla” şeklinde formüle edilmiştir.
Rabbimiz, bunca sıfatı içerisinden zatını tanıtmak için “Rahman, Rahim”
isimlerini seçmiştir. Bu, İslam Tanrı tasavvurunun merkezinde gücün değil
sevgi, merhamet ve şefkatin olduğunu gösterir.
Ne yazıktır ki, 2.
yüzyılda Kelam ilmi gücü putlaştıran yöneticilerin de etkisiyle şefkat merkezli
Allah tasavvuru yerine komşu teolojilerden ödünç aldıkları güç ve kudret
merkezli Tanrı tasavvurunu ikame etmiştir. Yöneticilerin zulmü altında inleyen
Allah kullarını savunmaları gerekirken, savunmaya muhtaç olmayan Allah’ın
kudretini savunmaya koyuldular.
Şefkat ve merhamet
merkezli bu Allah tasavvurunun siyaset diline yansımaması düşünülemezdi. Kur’an
adil yöneticiye imam adını verir (2:124). Ümmet, imamı olan topluluktur. Bu iki
kelime de siyasi muhtevalıdır ve umm (anne) kökünden türetilir. Kur’an yönetim
ve siyaseti “anne” üzerinden tarif etmektedir. Baba figürü nasıl “güç” sembolü
ise, anne figürü de “şefkat ve merhamet” sembolüdür. Kur’an öncesinde Araplar
lider için melîk, seyyid, şerif, kâid, kebîr, ‘azîm, tâc kavramlarını
kullanırlardı. İmam kavramını kullandıklarına dair bir bilgiye sahip değiliz.
Demek ki yönetmeyi şefkat merkezli tanımlayan Kur’an’dır. Bu da Kur’an’ın
öğrettiği Allah inancıyla uyumludur.
Yunan-Batı aklı
siyaset nesnesini “hayvan”, İslam aklı “insan” üzerinden tanımlar:
Eflatun (Platon),
Devlet’inde, toplumun prototipi olarak “hayvan sürüsüne” işaret eder. Siyasetin
diğer öğeleri sürü üzerinden tanımlanır. Yönetici “çoban”, savaşçılar “çoban
köpekleri”dir. Bu Eflatun’un ideal devlet tezini üzerine oturttuğu şablondur.
Eflatun Devlet’te “Karıncalar ve arılar gibi örgütlü yaşayan topluluklar baskın
olurlar” der. Eflatun’un, eserini yazarken karınca sürülerini ve arı
kovanlarını gözetlediği nakledilir.
Arketipi “hayvan
sürüsü” olan Yunan siyasi düşüncesini, Batı siyasi düşüncesi tevarüs etmiştir.
Bunun en tipik yansımalarını Batılı filozofların insan tarifinde görüyoruz.
Thomas Hobbes’un homo homini lupus (insan insanın kurdudur) mottosu en
meşhurudur, ama tek değildir. “İnsan politik hayvandır” diyen Aristoteles’i ve
“İnsan sosyal hayvandır” diyen Cicero’yu izleyen Descartes, “insan düşünen hayvandır” der. Marx “İnsan
alet kullanan hayvandır”, Camus “İnsan isyan eden hayvandır” der. Bu insanı bir
alt kategoriye referansla tanımlamaktır. Kur’an insanı bir üst kategoriye
atıfla tanımladığı için ahsen-i takvim ve mükerrem varlık ilan eder.
Yukarıda dile
getirdiğimiz Kur’ani siyaseti ilk defa yazıya döken Hz. Ali’dir. Onun Mısır
valisi Malik el-Eşter’e yazdığı Ahdnâme, İslam edebiyatında ortaya konmuş
siyasete dair ilk eserdir. İlahi kelam ve Nebevi örneklikten süzülen bu eseri
her siyasetçi mutlaka okumalıdır.
Fârâbi’nin ideal
devlet tezini işlediği Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla, bazılarının zannettiği
gibi Eflatun’un Devlet’inin kopyası falan değildir. Aksine iki bakış arasında
yapısal farklılık vardır. Fârâbi, Eflatun’un aksine devletinin prototipi olarak
“hayvan sürüsünü” değil “insan bedenini” alır. İnsan bedenine örtülü bir atfı
Eflatun’da da görürüz, fakat işte o kadar.
Farabi insan
bedenini ideal yönetimin bir prototipi olarak ele alır. Onun devlet aygıtında,
insandaki beş duyunun, midenin, ciğerin hatta dalağın bile bir mukabili vardır.
Bütün bunların üzerine düşünme ve konuşma yetisi olan el-kuvvetu’n-nâtıka’yı
“reîs” ilan eder. Bu yüzden Farabi devlet başkanına “reîs” adını verir. Onun
devleti akil insanların ortak aklıyla yönetilir. Farabi’nin devleti,
Eflatun’unki gibi kast sistemine dayanmaz. Eflatun devleti tabiat üzerine tesis
eder, Farabi terbiye üzerine tesis eder. Eflatun’un devleti ne kadar “sınıf
devleti” ise, Farabi’nin devleti de o kadar “insan devleti”dir. Farabi’nin
devleti bir dünya devletidir. Fakat bu bir “kızıl elma” ütopyası değildir. Onun
tasvir ettiği devlet küresel bir adalet ve insan devletidir.
Devlet ve din
Eski Mısır’da
Firavunlar kendilerini “Tanrının oğlu” ilan etmişlerdi. Esasen, Eski Mısır
tanrılarının hemen hepsi Mısır’ın eski yöneticilerinden başkası değildir. Aynı
şey Sümer tanrıları için de geçerliydi. Başta Anu, Enlil, Marduk olmak üzere
Sümer tanrılarının hemen hepsi Eski Sümer yöneticileriydi.
Akkad kralı
Naram-Sin (M.Ö. 2190-2154) kendini tanrı ilan etmişti. Zaten “sin” Akkad
dilinde tanrı demekti. Asur ve Babil’de de krallar tanrı adına iktidar
kullanırdı. Kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi sayarlardı. Çinlilere
göre kral göklerin kralının yerdeki temsilcisidir. Hindistan’da yönetici ile
tanrılar arasındaki sınır hepten yok olmuştur. Zerdüştlükte, Ahura-Mazda
“hükümdar tanrı”dır. Orta Asya kavimlerinde, Hunlarda, Moğollarda ve Eski
Türklerde Han ve Kağan tanrının temsilcisi sayılırdı. Amerika kıtasında İnka
imparatorları, tıpkı Mısır firavunları gibi “tanrının oğlu” olarak görülüyordu.
Makedonyalı
İskender, Mısır’ı aldıktan sonra kendini “Tanrının Oğlu”, Babil’i aldıktan
sonra Tanrı ilan etmiş ve önünde tazim edilmesini istemişti. Roma’da imparator,
Jüpiter’in temsilcisiydi. Tiberius (14-37), Caligula (37-41), Claudius (41-54),
Hadrianus (117-138), Commodus (161-192) ve daha başkaları da tanrılık veya yarı
tanrılık iddia eden Roma imparatorlarıdır.
Kur’an’ın nazil
olduğu bir dünyada din-devlet ilişkilerinin umumi manzarası, üç aşağı beş
yukarı buydu. İlahi kelamın terbiyesinden geçen Hz. Peygamber, Mekke’nin
fethinde “Bugün intikam günüdür” diyen komutanını görevden almıştı. Bir
yanlışlığa kurban giden Beni Cezime’nin kırılan köpek çanaklarını bile tazmin
ettirmişti. Karşısında titreyen bir bedeviye “Ne titriyorsun be adam! Ben de
senin gibi kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum” demişti. Bir başka bedevi
onu toplumdan ayıramadığı için, “Hanginiz Muhammed” diye sormuştu. Vefat ettiği
gün, yanındaki üç beş altın parayı fakirlere ulaştırmanın telaşındaydı.
Hz. Ebu Bekir,
Lahmilerin başkenti Hire halkının kendisine gönderdiği hediyeleri hesaplatıp,
onların taahhüt ettiği yıllık cizyeden düşer. Hz. Ömer, Mısır valisi Amr b.
As’ın oğluna “Ne zamandan beri anaların hür doğurduklarını köle yapıyorsunuz?”
diye çıkışır. Ömer ibn Abdülaziz, cizye gelirleri düşer korkusuyla
İslamlaşmanın önünde duran valilerine “Allah Muhammed’i cizye tahsildarı olarak
göndermedi” diye azarlar.
Hz. Peygamber’in
kurduğu insan ve adalet devleti kendisinden sonra ancak 30 yıl yaşadı. Muaviye
ile birlikte nebevi hilafet saltanata tebdil oldu. Din devletin sırtında bir
merasim hırkasına dönüştü. Lafın gelişi değil, gerçek bu. Muaviye, Hz.
Peygamber’in Kâ’b b. Züheyr’e ödül olarak verdiği hırkayı 30.000 dirheme satın
almış ve milletin önüne çıkacağı her seferinde sırtına onu giymişti.
Devletin dini
koltuk değneği olarak kullanma süreci, İbn Mukaffa sayesinde, Abbasiler
döneminde teorik altyapısına kavuştu. O, Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur’un
başdanışmanı ve ünlü el-Edebu’s-Sağir kitabının da yazarıdır. İslam tarihinde
Sasani modelini İslam devlet yönetimine taşıyan İbn Mukaffa’dır. O, bu
kitabında, ahlak anlayışının ‘yöneticiye itaat’ demeye geldiğini ortaya koyar.
İbn Mukaffa’ya göre ahlak ‘itaat ahlâkı’dır. Bu aynı zamanda ‘adaletin’ yerine
‘itaatin’ ikame edilmesidir.
Bu model Sâsâni
tarihinden kopya edilmiştir. Sâsân’ın oğlu, Pers beyliklerinden birinin
beyidir. Miladi 226 yılında onun oğlu I. Ardeşir, tıpkı Ertuğrul oğlu Osman Bey
gibi güçlü bir temel atar ve birliği sağlar. Bu birliği sadece askeri güçle
sağlamaz I. Ardeşir, asıl din adamlarıyla sözleşme yapıp, onları devlet
yönetimine katarak sağlar. Zerdüştlüğü devletin resmi dini ilan eder.
Tapınakları devletin koruması altına alır. Din ve devlet tek bir elde
toplanmıştır. Ona göre devletin birlik içerisinde ayakta kalması dine bağlıdır.
Vasiyetnamesinde
Ardeşir der ki: “Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın ki, din ve devlet ikiz
kardeştirler. Biri olmadan diğeri ayakta duramaz. Çünkü din, devletin temeli ve
orta direğidir. Dahası, bir devlet dini koruduktan sonra ancak devlet olur.
Devlet için nasıl bir temel atıcı lazımsa, din için de bir koruyucu gerekir.
Çünkü koruyucusu olmayan şey zayi olur, temeli olmayan şeyse yıkılır.”
İşte bu Sasani
din-devlet ilişkisi “Abbasi modeli” olarak ortaya çıkar.
Usulde Mutezili
füruda Şafii olan Mâverdi, devleti dinin koruyucusu ilan eden bu tarzı
İslamileştirir. Maverdi’den önce hiçbir İslam âlimi, “dinin korunmasını” devlet
görevleri arasında sayan bir satır yazmamıştır. Zira din Allah’ın dinidir ve
onu koruyacak olan da Allah’tır. Maverdi’nin kitabının tam ismi
el-Ahkâmu’s-Sultâniyye ve’l-Vilâyâtu’d-Diniyye’dir. Bu başlığın ilk kısmı
devleti ikinci kısmı dini ele alır. Böylece Maverdi’nin zihin dünyasında,
devlet ve din ayrımının ilkel halini de bulmuş oluruz. Aslında İmam Malik ile
başlayıp Şafii ile devam eden ve Ahmed b. Hanbel’de zirvesine ulaşan “güçlü
olana uyulur” ilkesini Maverdi, imâratu’l-istilâ (güçlünün liderliği) kavramsallaştırması
adı altında bir siyaset teorisi olarak tanzim etmiştir. Arkadan gelen ulema da
onu takip eder.
Bu süreçte “Beni
gasp edilmemiş bir toprağa gömün” diye vasiyet edecek kadar dik duran İmam Ebu
Hanife gibi imamlar da gelmiştir. Fakat onlar, Ğaylan ed-Dımeşki örneğinde
görüldüğü gibi, yönetimin istediği ölüm fetvalarını güle oynaya veren Evzai
gibiler eliyle itibarsızlaştırılır.
Maverdi’den sonra
yazılan Siyasetname’ler, onun çizdiği çerçeveyi aşamamıştır. Bunların en ünlüsü
Selçukluların Fars ırkına mensup veziri Nizamülmülk’e aittir. Gazali’nin de
velinimeti olan bu vezir, Siyasetname’sinin 30. faslını Şarap Meclisi’nin
Kurulması ve Şartları başlığına ayırmıştır. “İslam esaslarına göre idare edilen
bir devlette bu nasıl iş?” diyecek olanlara, “Ya Süheyli’nin Acâibu’l-Measir ve
Garâibu’n-Nevâdir’de anlattığı halife sofralarını okusaydınız ne yapardınız?”
demek lazım. Nizamülmülk’e ağzını açmayan Gazali’mizin, İbn Sina’yı içki
konusunda diline dolaması da ayrı bir garabet.
İsbata muhtaç bir
iddiam var: Machiavelli’nin Prens’i, bizim Siyasetname geleneğinin Avrupa
şartlarında yazılmış bir uzantısıdır, diye düşünüyorum. Machiavelli bu eseri
Yavuz Selim padişah olduktan bir sene sonra (1513) kaleme alıyor. Üstelik Cem
Sultan’ı esir tutan bir prensliğin siparişi üzerine. Kitap bize göre üç yanlış
temelden yola çıkmış: 1) İnsan kötüdür. 2) Güç her şeydir. 3) Devlet kutsaldır.
Bu üç yanlış sebepten şu üç yanlış sonuca varılmış: 1) Münafıklık en iyi
siyasettir. 2) Görünmek her şey, olmak hiçbir şeydir. 3) Amaca götüren her şey
mubahtır. Bu kitabı, Machiavelli değil de dört cihetten gelip insanı
saptıracağını söyleyen Şeytan yazsaydı, ne değişirdi? Sanırım hiçbir şey.
Siyaset ve devlet
literatüründen söz edilince şu eserleri görmezden gelmek olmaz: Kınalızade Âlî
Efendi’nin Ahlâk-ı Alâi’si. Biraz da Ahmed Davudoğlu sayesinde meşhur olan bu
eser, tıpkı Molla Lütfi, Birgivi, Kâtip Çelebi gibi cins kafa bir Osmanlı
düşünürünün eseri. Fakat orijinal olmadığı da vakıa… En güzel tarafı hiçbir
komplekse kapılmaksızın Yunanlı Eflatun’dan Şii Tusi’ye kadar kaynaklarını
geniş tutması. Fakat Allah’ın “baha (değer) değil bahane İlahı” olduğunu
söyleyen bir aklın, kendi kendine ördüğü surları aşmasını da beklememeli. Eğer
Allah değer değil bahane ilahı olsaydı, iş işten geçtikten sonra iman eden
Firavun’un imanını kabul ederdi. Ortada bahane vardı. Ama Allah bahanelere
değil, gönüllerin özüne nazar eden bir Allah’tı. Değil mi ama?
Osmanlı din-devlet
ilişkilerini yansıtan tasavvuru biz kâtibi meçhul Mızraklı İlmihal’in girişinde
görüyoruz. Orada bir üçleme yer alıyor: Allah-Peygamber-Padişah. Bu bizi hiç de
şaşırtmıyor. Bunun arkasında, hocaların din diline “din ü devlet, mülk ü
millet” tekerlemesini bir amentü gibi yerleştiren bir geleneği görüyorsunuz.
Dini devletin kucaklamasının ne büyük bir felaketle sonuçlandığını Osmanlı’nın
yıkılışı öğretiyor. Zira Osmanlı yıkılırken, hilafet, meşihat, evkaf, medrese,
ifta gibi kurumlar da Osmanlı’nın ölüsüne sarılıp gömüldü. Acaba sırtını
devlete yaslamak yerine kendi ayakları üzerinde durur hale getirilseydi, dini
kurumlar böylesine devletin enkazı altında kalır mıydı?
Kettani’nin
et-Terâtibu’l-İdâriyye’si bir şaheser. Adeta “En iyi en eskidir” mantığını
yıkan bir çalışma bu. Kendisinden öncekilerin tuzaklarına düşmeden, Hz.
Peygamber’in örnek siyasetini gözler önüne seriyor. Mesela rivayetçi akıl,
çoğaltma tutkusuna sahabeyi de alet ederek sahabe sayısını gerçeğinin beş on
katına çıkarmayı marifet bilirler. Kettani bu problemi ele alıp ikna edici bir
biçimde çözecek kadar mütecessis bir zekâ. Sahi, Ebu Süfyan ve Muaviye’nin Hz.
Ebu Bekir’den kalpleri İslam’a ısındırılacaklar (müellefe-i kulub) listesinden
maaş aldıklarını biliyor muydunuz?
Muhammed
Hamidullah’ın da bu alanda bir eseri var: İslam’da Devlet İdaresi. Kadim adı
“Siyer” olan İslam Devletler Hukuku’na yoğunlaşmış olması eserin alanını
daraltmış görünüyor. Belki bu alanda çığır açıcı çalışmalardan biri Muhammed
Esed’in İslam’da Yönetim Biçimi adıyla çevrilen çalışması. Esed içinden çıktığı
Batı’yı taklide karşı çıkarken, geleneği taklide de karşı. Geleneği taklit
konusuna, başta Buhari olmak üzere en muteber kitaplarda sahih hadis diye
nakledilen “İmamlar Kureyş’tendir” sözü gösterilebilir. M. S. Hatiboğlu Hoca
tarafından mukni delillerle hadis olmadığı ortaya konulan bu söze dayanarak, Kur’an’da emredilen
yönetimde ehliyetin yerine kavmiyet konulabilmiştir. Esed, cenderenin iki ucunu
temsil eden bu iki taklide karşı siyasi alanı bir “içtihat alanı” olarak
tanımlıyor ve sözünü şöyle bitiriyor: İslam bizim her şeyimizdir. İnsan, “Bu,
işte bu!” diyor.
Sözün özü
Reşid Rıza’nın
Osmanlı hilafetinin yıkılışı ardından gündeme getirdiği İslam Devleti kavramı,
ödünç bir kavramdır ve modern ulus devletlerin etkisiyle ortaya çıkmıştır.
Vahyin inşa ettiği bir aklın kavramsallaştırması bu değildir. Müslümanlar
“İnsan Devleti”nin ve “Adalet Devleti”nin peşinde olmalıdırlar. Zira devletin
imanı adalettir.
Dini devletle aynı
çuvala koymak, yılanla çuvala girmekten farksızdır. Tarihteki örnekler bu tür
bir ilişkiden her zaman zararlı çıkanın din olduğunu göstermiştir. Böylesi bir
durumda devlet zulmünü din üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor, mazlumların bir
kısmı devletten gelen zulmü dinden bilme gafletine düşüyorlar.
Vahyin inşa ettiği
bir akla göre devlet şu beş temel üzerine konuşlanmalıdır:
Hakikat (tevhid)
Adalet
Merhamet
Ehliyet
Meşveret
Devletin görevi
kendini değil insanı güçlendirmek, insanı savunmak, insanı kendine hizmet
ettirmek yerine insana hizmet etmek olmalıdır. Ahlakın en çok lazım olduğu yer,
güç-servet-iktidarın bir araya geldiği yerdir. İşte o devlettir. Şu halde
devleti dinden uzak tutmak yerine, dinin devlete ahlakı taşımasının önündeki
tüm engeller kaldırılmalıdır.
Müslümanların
insan ve adalet devletinin temelinde hadlerin öncelendiği İslam fıkhı değil,
insana haddini ve hududuna öğretmenin öncelendiği İslam ahlâkı yer almalıdır.
Ancak bu ahlâk sayesinde suçluda bir vicdan inşa edilebilir. Sonucunun ölüm
olduğunu bile bile “beni günahtan arındır” diye yalvaran vicdan, işte bu
vicdandır. İlk inşa ettiği nesilde bunu gerçekleştirmiş olan Kur’an, bu
konudaki ehliyetini ispat etmiştir.
Bir kez olan, bir
daha niçin olmasın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.