Dünyada üretimin ortalama üçte birinin
durduğu, dünya nüfusunun yarısına yakınının kısmen veya tamamen eve kapandığı,
hemen her yerde sosyal ilişkilerin en aza indiği bir küresel karantina hali
yaşıyoruz. Bunun yarattığı iktisadi daralma şokunun Nisan-Mayıs ayları içinde
dünya ölçeğinde daha derinleşmesi güçlü bir ihtimal. Sadece sağlık ve ekonomi
açısından değil, siyasal, kültürel ve insani varoluş açılarından bir büyük alt
üst oluşun, bir bunalımın içindeyiz. Bu daha önce bildiğimiz bunalımları
hatırlatsa da, onların hiçbirine benzemiyor.
Her şeyden önce, şu son derece basit
soruyu hem kendimize hem başkalarına sormamız gerekiyor: Koronavirüs salgınının
yarattığı büyük krizin doğuracağı tahmini sonuçlardan hareket edip, kriz
sonrasındaki iyi veya kötü yeni dünyaları bugünden kâğıt üzerinde kurmaya
alelacele koyulmadan önce, salgının durmasını, en azından yavaşlamasını
beklemek gerekmiyor mu? Ve bunu beklerken, kamu otoritelerinin insan yaşamını
ve az korunaklı veya korunaksız kesimleri, işsiz kalmış emekçileri, çaresiz
kalmış küçük serbest meslek erbabını koruma amaçlı en etkili önlemleri acil
almasını talep etmek, bu konuda güçlü bir toplumsal hareketlenme sağlamak asıl
acil olan değil mi?
Bu soruyu sormanın nedeni, farklı siyasal
eğilimleri olan bir dizi kanaat önderinin bugüne kadar bilmediğimiz,
görmediğimiz türde olan ve daha yeni başlayan bu büyük küresel şokun sonrasını
dillerine dolamış olmaları. İnsan bunun nedenini kendine sormadan edemiyor.
Örneğin Zizek’in yaptığı gibi, daha salgın ortalığı kasıp kavurmaya yeni
başlamışken, pandemi sonrası önerilerle bir telaş ortaya atlamanın nedeni, sözü
ilk söyleyen olma arzusu mudur[1]? Ya da her şeye, her zaman, aynı yerden, aynı
biçimde ve aynı kavramlarla bakmanın Agamben’i düşürdüğü durum kaçınılmaz
mıdır?[2] Belki bu acelecilik, bu sözü ilk söyleyen olma telaşı, kullandığı
çözümleme biçimleri ve kavramlarla kendisine ait bir tescilli marka oluşturma
ve bunu koruma amacının bir sonucudur. Her seferinde bunları öne sürerek, göz
önünde kalma, el üstünde tutulur olma, yarattığı küçük tekel alanını koruma
çabasıdır belki. Ve sonuçta, kendi düşünce dünyasının yapılarının,
kavramlarının, kendi markasının bütünüyle bağımlısı olmak demektir. Her
fırsatta konuşmasının veya yazısının bir köşesine “ben bunu
söylemiştim/yazmıştım” ifadesini sokuşturmadan duramayan büyük ve küçük
narsisist kişilerin daha taşkın bir hali değil midir bu?
Bu söz taşkınlığı elbette yeni değil,
sürekli olarak var ama böyle bir ortamda göze daha fazla batıyor. İçinde bulunduğumuz
büyük sarsıntı sadece iktisadi değil, toplumsal ve siyasal olarak da bugüne
kadar yaşamadığımız, bilmediğimiz bir biçimde tezahür ediyor. Yaşanan evrensel
olağanüstü durum, savaş olmayan bir savaş gibi. Bu savaş benzetmesinin
yöneticilerin dilinden düşmemesi anlamsız değil elbette. Böylelikle alınan
önlemlerin istisnailiğine bir meşruiyet gerekçesi sağlanması amaçlanıyor. Ama
bunun tam tersini yapan, ülkesinde on binlerce kişinin ölecek olması
tehlikesini yadsıyan, yerel yönetimlerin aldığı kısıtlama kararlarını açıkça
eleştiren, yaşlı olmayanların hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarını sürdürmesini
teşvik eden Brezilya başkanı Bolsonaro mu haklı? Şimdi asıl eleştirilmesi
gereken “istisna hali”, Bolsonaro’nun insan hayatını ekonomik hayat için açıkça
feda etmeyi göze alan son derece faydacı yaklaşımı değil mi?
***
Yaşanan krizi, 1929 buhranına ya da 2008
mali krizine benzetmek, onlarla karşılaştırmak nafile bir çabadır. Çünkü bugün
başta para sistemi olmak üzere, ne iktisadi sistem ne iktisat politikası
araçları 1929’a benziyor. Üretim ve ticaretin aniden durduğu, işsizliğin bir
anda zirve yaptığı bu korona krizi, finans aktörlerini vuran ama devletlerin
mali piyasalara o güne kadar görülmemiş oranda likidite enjekte etmeleriyle
yıkıcı etkisi büyük ölçüde bastırılan 2008 krizine de benzemiyor. Son kırk yıl
içinde iktisat politikalarına hâkim olan katı ideolojik dogmaları tuz buz
ediyor. Ama olağanüstü sayıda ölümle er veya geç bu salgın yatıştığında, bugün
dile getirilen “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” iddiasının hızla unutulma
ihtimali ne yazık ki azımsanmayacak kadar kuvvetli.
Her şeyden önce, “hiçbir şey eskisi gibi
olmayacak” diyenlerin çoğu, kendi tescilli markalı ürünlerinin biraz şeklini
şemailini değiştirip, üzerine yeni bir etiket koyup, ortaya sürmeye devam
ettikleri için bu ihtimal kuvvetli. Milliyetçiler için kalıcı çözüm, sınırlara
yüksek duvarlar çekmekten geçiyor. Devletlerin hızla sınırları kapatmasını dört
elle alkışlıyorlar ve bunun geleceğin güvenli toplum modeli olduğunu iddia ediyorlar. Muhafazakârlara göre ise modern yaşamın
zayıflattığı maneviyatın, imanın yeniden güçlendirilmesi Covid-19 sonrasının
ana perspektifi olmalı. “Eskiden daha iyiydi” nostaljisiyle yaşayanlar başımıza
gelen felaketin sorumlusu olarak yeni olan ne varsa onu gösterirlerken, eskinin
salgınlarındaki ölüm oranlarını bugünkü dünya nüfusuna oranladığımızda sayının
milyara yaklaşan ölüm olduğunu söylemiyorlar. Günümüzün tıbbi müdahale
imkânlarının ölüm oranını çok büyük ölçüde azalttığını hasıraltı ediyorlar. Liberal
reformcular ise haldeki durumdan “reformların” yeterince radikal şekilde,
sonuna kadar götürülmemiş olmasını sorumlu tutuyorlar. Kimi çevreciler daha
ciddi çevre politikalarının; sosyalistler ise sosyalist politikaların tek çözüm
yolu olduğunu iddia ediyorlar. Liberaller bir yandan Batı toplumlarında sosyal
devletin aşırı şişmiş olmasından, diğer yandan sağlık sisteminin
yetersizliğinden aynı zamanda şikâyet edebiliyorlar. Avrupalı milliyetçiler bir
yandan AB’yi ulusüstü olmakla suçlarken, diğer taraftan AB’nin bugün ortak
sağlık politikası yürütme konusunda elinin kolunun bağlı olmasını
eleştiriyorlar. Demokratlar, bazı hükümetlerin, sermaye çevrelerini koruma
kaygısı içinde, sokağa çıkmayı kısıtlama ve üretim faaliyetlerini durdurma
kararı almamalarını eleştirirken, bu olağanüstü hal önlemleri alınınca onları
teşhir ve telin etmeyi elden bırakmıyorlar. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar
salgın sonrasının dünyasının salgın öncesinden çok farklı olmayacağının
işaretleri olarak ele alınabilir.
Buna karşılık, bu salgının neoliberal
küresel hegemonyanın dogmalarını birkaç hafta içinde yıkmış olması üzerinde
düşünmeye değer. Yıkılan dogmaları hatırlatalım. Birçok Batı devleti, bugüne
kadar teknokratların, sermaye çevrelerinin, solcu veya sağcı muhafazakârların
uçuk kaçık veya tehlikeli solcu ütopyası olarak gördükleri yurttaşlık gelirini
acilen uygulamaya başladı. ABD senatosu hanehalklarına yönelik 880 sayfalık ve
iki bin milyar dolarlık bir mali destek yasasını oybirliğiyle onayladı. Aşırı
liberal, anarko-kapitalist eğilimli senatörlerin yasaya çok direnmeden evet
demeleri, çekimser oy vermeye bile cesaret edememeleri anlamlıydı. Yasa
senatoda oylanmadan birkaç saat önce, ABD’de son bir hafta içinde üç milyon
kişinin işsizlik yardımı için başvurduğu verisi yayınlanmıştı. Demokrat
çoğunluğun olduğu Kongre’nin başkanı Nancy Pelosi, kongrenin yasayı hemen
onaylayacağını söylerken, yaşanan altüst oluşu özetliyordu: “Yasa,
Cumhuriyetçilerin işletmeleri kollayan yaklaşımından demokratların emekçilere
öncelik veren yaklaşımına dönüşü simgeliyor.” Elbette bu öncelik değişimi
karşısında neredeyse boğulacakmış gibi feryat eden neo-liberaller çıktı ama
artık onlara kulak veren pek kimse kalmamıştı.
Bu yurttaşlık geliri uygulaması, adı bu
olmasa da, şimdilik birkaç aylığına geçici olarak yürürlüğe konmuş ve her
ülkede farklı yöntemlerle benimsenmiş olsa da, artık Batı toplumlarının ortak
hafızasına yerleşecek. “Bunu yapmak demek ki mümkündü” fikri ortak bilince
kazınacak. Bunun kalıcı hale gelmesi elbette kriz sonrasında bu fikri taşıyacak
siyasal hareketlerin başarısına ve kararlılığına bağlı olacak. Benzer bir
neoliberal dogma olan, kamu sağlığının piyasa ekonomisi aktörlerine teslim
edilmesinin en iyi sonucu vereceği fikrinin nasıl büyük bir tehlike barındırdığı
apaçık ortaya çıktı. Müştereklerin eğitim, su, temiz hava, çevre, kültür gibi,
sağlığı da içerdiğini; bunların özel çıkarın soğuk sularına bırakılmasının
nasıl bir tehdit oluşturduğunu insanlar evlere haftalarca, belki aylarca
kapanarak görüp, yaşıyorlar.
Benzer bir gelişme kamulaştırmalar
konusunda yaşandı. Yıllardır özelleştirmenin nimetlerini ağzından düşürmeyen
liberal yöneticiler, birdenbire bankaların, havayolu ve demiryolu
şirketlerinin, ilaç fabrikalarının, özel hastanelerin kamulaştırılması ihtimalinden,
bunun gerekebileceğinden söz eder oldular. Daha bir buçuk yıl önce kendisine
sağlık bütçesinin daraltılmasından, hastanelerde yatak sayısının
azaltılmasından şikâyet eden bir hemşireye, kibirli ve sinirli bir edayla,
“sihirli bir para yok, ayrıca borcu sonra çocuklarınız ödemek zorunda kalacak”
diye yanıt veren Fransa Cumhurbaşkanı Macron, şimdi sağlık çalışanlarının
ücretlerini arttırma, sağlığa çok büyük mali kaynak yöneltme vaadiyle sağlık
emekçilerini motive etmeye, yangını söndürmeye çalışıyor.
Maastricht kriterlerinin askıya
alınacağını ve belki tarihe karışacaklarını iki ay önce kim tahmin edebilirdi?
Almanya’da mali ortodoksluğun küstah temsilcilerinin iş dünyası zarar görmesin,
gerisi ne olursa olsun taleplerini İçişleri Bakanı’nın elinin tersiyle itecek
gücü bulması için böyle bir salgın afeti mi gerekiyordu? Örnekleri
çoğaltabiliriz. Ulusüstü Avrupa Merkez Bankası, ulusal egemenlikçi siyasilerin
alkışları arasında doğrudan şirketlere kaynak sağlama kararı aldı. Ulusal
egoizmin timsali haline gelmiş olan Almanya, Hollanda, Avusturya ve İsveç
direniyor ama Avrupa Merkez Bankası üye devletlere büyüklükleri oranında
paylaştırılacak ortak borçlanma kararı almaya hazırlanıyor. Aşırı küreselleşen
üretim zincirinin yeniden yerelleşmesi fikri artık bir güvenlik ihtiyacı olarak
kendini dayatıyor…
***
Koronavirüs salgını I. Dünya Savaşı
sırasında bazı tarihçiler ve siyasetçilerin “savaş sosyalizmi” olarak
tanımladıkları yeni iktisat politikası uygulamalarının zuhur etmesini bir
açıdan hatırlatıyor. O “büyük savaş” sırasında Fransa, Almanya ve İngiltere’de
hükümetler, o güne kadar akıllarının köşesine bile getirmedikleri bir dizi kamu
politikasını, yepyeni vergiler ve devletleştirmeler başta olmak üzere, ilk kez
uygulamışlardı. Bu sosyalizm değildi elbette ama devletin iktisada böyle büyük
çaplı müdahalesi bir ilk olduğu için, sosyalizmi andırıyordu. Bunların bir
kısmı savaş sonrasında kalıcı oldu. Ne var ki bu yeni iktisat politikası
araçları, savaş sonrası yürürlükten kalksalar bile, artık toplumsal hafızada
yer etmişlerdi. 1929 buhranından çıkmak için ancak 1933’te ABD’de başvurulan
New Deal politikası, I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan epistemolojik kopuşun
yansımasıydı. Ama sosyal devletin hayata geçmesi için ikinci bir dünya savaşını
beklemek gerekti. Bugün birçok hükümetin, daha birkaç hafta önce
söylediklerinin tam tersini yapmaya alelacele soyunması benzer bir
epistemolojik kopuş ihtimalini gündeme getiriyor.
Müştereklerin piyasa ekonomisi tahakkümü
dışına çıkarılması, iktisadi küreselleşmeden üretimde yeniden yerelleşmeye
dönülmesi, kamunun düzenleyici gücünün sadece yasayla sınırlı kalmayıp, üretim
ve dağıtımda da yeniden aktif hale gelmesi gibi önlemlerin salgın sonrasında
kalıcı olma ihtimali var. İnsanların evlerine haftalarca, belki birkaç ay
kapalı kalmaları kendilerinin her şeyden önce sosyal bir varlık olduklarını,
sadece dar aile çevresine değil, çok daha geniş bir toplumsal ilişki ağına
ihtiyaç duyduklarını yeniden keşfetmelerini de sağlıyor. Bunun toplumsal
bilinçte farklı izler bırakması ve bireycilik ideolojisinin çanına ot tıkaması
mümkün.
Madalyonun diğer yüzünde ise, bugün
kısıtlanan temel özgürlüklerin bir kısmının kısıtlılığının kalıcı olması veya
iktidarlara her an yeniden bunları kısıtlama bahanesi verecek olması da var. Buna
en yakın örnek olan Macaristan otokratı Orban, bu durumu fırsat bilip, ülkeyi
süresiz biçimde kararnamelerle yönetme yetkisi alıyor. Bu fırsatı Türkiye’nin
otokratı 2016 darbe teşebbüsü sonrası kullanmıştı. Şimdi koronavirüs krizi
bahanesiyle ve salgınla mücadeleye sekte vurma pahasına iletişimi de bütünüyle
denetim altına almaya çabalıyor.
Bütün bu gelişmelerin epistemolojik bir
kopuşu kuvveden fiile geçirmesi, siyasal dinamiklerin bunları nasıl
yönlendireceğine bağlı olacak. Devletin iktisada müdahalesinde son derece
önemli bir eşik atlanmasına yol açan I. Dünya Savaşı’ndan yirmi yıl sonra, aynı
ülkeler daha da büyük bir savaşa kendilerini ve dünyayı sürükleyerek, o büyük
kıyımdan yeterli ders alınmadığını da göstermişlerdi. Diğer taraftan, I. Dünya Savaşı
sonrasında kapitalizmin beşiği haline gelen ABD’de gelir vergisinin en üst
diliminde vergi oranı %80’nin üzerindeydi! Onun için bugün, kriz sonrası nasıl
olacak tartışmasından önce, bu büyük krizin yarattığı tabula rasa dalgasını
değerlendirmeye ihtiyacımız var.
Sağlık alanında başlayan ama sonuçları
iktisadi, mali, demokratik ve bazı açılardan insani varoluşla ilgili olan bu
büyük bunalıma karşı, bunalım sırasında verilen ve verilmeyen yanıtlar, alınan
ve alınmayan önlemler üzerine tartışmanın yoğunlaşması daha önemli. Çünkü bugün
yapılan ve yapılmayanlar yarın yapılabilecek olanları belirleyecek. Covid-19
sonrası üzerine kumdan şatolar kurma değil, bugün ve burada, bu insani felakete
sebep olan politikaların sorumluluğunu teşhir etme ve başka türlü bir toplumsal
varoluşun somut adımlarını atma, iktidarları bunları atmaya mecbur kılma zamanı
değil midir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.